29 Şubat 2016 Pazartesi

SA2551/KY1-CÇ203: Boşa Geçirilmiş Bir Gün

“Kahretsin!” dedi. Kayışı sertçe çekti. Gwendelin her canı yanan köpek gibi tuhaf bir ses çıkardı. Ayak diremekten vazgeçti. Eve dönüyorlardı.




Buse Gwendelin’i gezdirmeye çıkarmıştı. “Günlük egzersizini asla ihmal etmeyin?” demişti satıcı. Ve bu gezdirme edimi kuşkusuz Buse’ye zimmetliydi adeta. Böyle anlaşmışlardı ailesine “Bizim de bir köpeğimiz olsun! Sitede köpeği olmayan tek ev bizimki..” diyerek köpek ısrarını belirttiğinde. 

Çok zor ikna etmişti ailesini. Hem de öyle böyle değil. Hani “akla karayı seçti” denir ya işte öyle. Babasının – ki zavallı adam ne zaman bir köpek görse yolunu değiştirirdi ne bir insanın ne de köpeğin anlamasına fırsat vermeden- “Bir ite bulaşmaktansa çalıyı dön!” sözü yahut tembihi ta çocukluğundan beri hiç aklından çıkmamıştı adamın. Zavallı adam altı ay ancak dayanabilmişti baskılara. 


(Dikkatli okuyucu burada baskıların neler olduğunu tahmin edebilecek olgunluktadır. Biz dikkatli okuyucuyu tahminleriyle baş başa bırakıp öykümüze dönsek, sanırım hepimiz için çok daha iyi olacaktır. Hani baskıların mahiyeti, içeriği, kapsamı hakkında yapılacak yahut yürütülecek uslamlamalar gerekli olgularla desteklenmediğinde –ki böyle bir ihtimal var ve dikkatli bir okuyucu hak verecektir ki bütün detayları anlatmak kimi zaman yakışık almamaktadır, hatta anlatılması bütün büyüyü bozmaktadır- ayakları havada kalacak bir tümce olacaktır “zavallı adam baskılara ancak altı ay dayanabildi!” tümcesi. Öyleyse dikkatli bir okuyucunun tahayyülüne bırakmak en iyisi baskıların neliğine ait uslamlamaları)

Zavallı adamın bütün karşıt argümanlarına, karşı çıkışlarına karşı konulmuş ve bir köpek alınmıştı. Evet baba ikna edilmişti zor da olsa. Fakat baba, köpeğe elini sürmeyeceğinin altını çizmişti. 


(Burada okuyucuya böylesi bir tümcenin gereğini izah etmeyi gereksiz görsek de sanırım izahın faydası dokunacaktır. Evin kızı, yani Buse zaman zaman bir şeylere takıntı derecesinde tutulur ve fakat bir süre sonra o takıntı hiç olmamışçasına söner giderdi. Kaç kere muhabbet kuşu alınmış, ilk zamanlar kızı ve anne kuşlarla ilgilenmiş –belki kuş alımından en fazla on beş gün sürmüş bu ilgilenme- sonra da babanın üzerine kalmıştı. Hep böyle olmuştu. Zavallı adam başına gelecekleri bildiği için köpek lafını duyar duymaz küplere binmiş, en uzun direnişini sergilemişti. Dile kolay altı ay boyunca ayak diremişti ki yaşamında – 45’li yaşlarındaydı- böylesi bir direniş sergilediğini anımsamıyordu. Rekor seviyede bir direniş bile denebilirdi. Bu direnişin altında köpek korkusundan çok kendisine yüklenilecek yeni angaryalar vardı.)


Zavallı adam direniş günlerinde, “Bakın bir köpek kuş değildir.. bakımı bir kuştan kat be kat fazladır.. belki inanmayacaksınız daireden –zavallı baba sular idaresinde çalışıyordu, daire dediği çalıştığı yer- Suat beyin kan çanağı gözlerini görmelisiniz. Onların da bir köpeği var.. aşısıydı, banyosuydu.. ve hele gezmeler.. Suat kardeşim gün be gün eriyor ve ben bunları yaşamak istemiyorum. Başka söz duymak istemiyorum. Konu kapanmıştır!” derken başına gelebilecek şeyleri kurup durmuştu. 




Anne de "Hayır" demişti elbet. Ve fakat tuhaf bir biçimde bir hafta geçmeden 'Hayır' deyişi 'Evet’e evrilmişti annenin. Baba şaşırmasına şaşırmıştı annenin böyle çabucak pes etmesine ama yapacak bir şeyi yoktu. Köpek istemese de alınacaktı bunu önceki deneyimlerinden biliyordu. Ana kız dayanışmasının ne zaferlere gebe olduğunu bunca zaman sonra olsun anlamış olmalıydı. Bilmiş olmalıydı. 


Anlıyor ve biliyordu zavallı adam. Ne kadar direnirse dirensin boyun eğeceğini adı gibi biliyordu ve işte altı ay direnmişti. Ne köpeğin ırkına, ne adına, ne rengine.. -evin kızı Buse çoktan kararını vermişti elbet. Köpek alınıncaya kadar köpekleri incelemiş, incelemiş dediysek görünüşlerine ve ırkının söylenişlerine-dikkat etmişti. 


Yorkshire Terrier ırkına mensup erkek bir köpek olacaktı. Baba omuzlarını silkmişti. Anne “Köpek kızın değil mi, ne istiyorsa öyle olsun!” demişti. Buse Beagle ırkıyla Yorkshire Terrier ırkı arasında gidip gelmişti uzun bir süre. Yorkshire’ın telaffuzu daha çok cezbetmişti onu. Ve Yorkshire Terrier ırkında karar kılmıştı. 


Ad koyma işinde de baba hiç oralı olmadı. Fakat anne ve kız en az üç dört gün isim yüzünden tartışıp durdular. Buse çoktan koymuştu adını; Gwendelin.. 


Anne,“Dünyada olmaz.. o ne biçim isim.. hem bildiğim kadarıyla bayan ismi.. bizim köpek erkek değil mi?” demişti de kız İngiliz dizisinden aklında kalan ismin kahramanını bulup “İşte bak anne benzemiyor mu?” diyerek annesine kabul ettirmişti. “Ay sahiden tıpkı.. Cevat –kocasının adı Cevat’tı- gel gel bak.. bizim köpeğe benziyor Gwendelin.. ay aynısı!” demişti ellerini çırparak. 


Baba hiç oralı olmamaya çalışmış yine de gösterilen resimle köpeğe bakmazlık edememişti. Benzetememişti. Söylememeyi seçti. Yoksa umursuyor muydu? Omuz silkmekle yetindi. “Ne haliniz varsa görün!” tümcesini öyle sessizce söylemişti ki, söyleyip söylemediğine kendisi bile karar verememişti. 


Gwendelin -nedendir bilinmez- H blok 30’un bulunduğu yöne doğru hızlı adımlarla –köpeklerin ne denli hızlı gittiği bilinir- gitmeye çalışıyor Buse bu hızlı gidişe karşı direniyordu. “Yavaşş!” diyordu. 


‘Yavaş’ sözcüğünün sonundaki ‘ş’ harfini hem uzatıyor hem ‘ş’ harfine şiddet uyguluyordu Gwendelin’in acelesi olmalıydı ki kızı hiç dinlemiyordu. Buse gezdirmeliğin kayışını arada bir sert çekse de köpek hızından vaz geçmiyordu.


Buse bir taraftan köpeğine söz geçirmeye çalışıyor, bir taraftan whatsapla gelen mesajlara yanıt vermeye, bir taraftan da akıllı telefonunda tuttuğu günlüğüne günle ilgili duygu ve düşüncelerini yazmaya çalışıyordu.


“Sevgili Günlük;


Gwendelin yine aldı başını H blok’a doğru gitmek için çırpınıyor. Ve ben ne kadar yavaş desem de beni dinlemiyor. Oldukça inatçı. Annem bizi görse kesin “Sana çekmiş!” der. Bence haksız da sayılmaz.” Sayılmaz sözcüğünün sonuna bir gülümseme sembolü iliştirip, günlüğü kapattı. Köpeğe yeniden “Yavaşş!” dedi."


Buse Gwendelin’in H blok takıntısını bir türlü anlamamıştı. Anlayamıyordu. Tek açıklaması vardı H blokun arkasındaki ağacın – ki Gwendelin o ağacın altını delicesine kazmaya başlamıştı daha ilk gün. Sıra arkadaşı Serap’a göstermek için köpeği Serapların bloğa yani H bloka getirdiği gün. Daha o gün kızların kendisini doya doya sevmesine izin vermeyen köpek cüssesinden beklenmeyen bir inat ve kuvvetle onları arka tarafa çekmiş ve o farklı ağacın altını eşelemeye başlamıştı- farklı olmasıydı. 


Bütün sitedeki ağaçlar çamdı. Ya kızılçam ya karaçam. Bir tek bu ağaç farklıydı. Ağacın cinsini bilmiyordu. Serapların ağacı, adını vermişti ilk önce. Sonra sorun dün çözülmüştü. O ağacın cinsini ve Gwendelin’ın niçin o ağaca delice bir saplantıyla koştuğunu öğrenmişti. Cemil’den öğrenmişti. 


Dün yine Gwendelin H bloka doğru Buse’yi sürüklerken Cemil’le karşılaşmışlardı. Cemil hem komşularıydı hem sınıf arkadaşıydı. Gerçi Cemil güvenilir biri değildi. Dalgacının tekiydi. Söylediği söyleyeceği hiçbir şeye güvenilmezdi. Yine de inanmıştı Cemil’in açıklamasına. Oysa o tarihçinin adlandırmasıyla Cizvit papazıydı. Cemil tarihçiyle dalga geçmeye çalışmıştı. Tarihçi bunu hemen fark etmişti ve yarı kızgın yarı neşeyle “Hadi oradan Cizvit papazı.. otur yerine!” deyi vermişti. 


Cemil adı okulda unutulmuş Cizvit Papazı olarak anılır olmuştu olmasına ama sitede yine Cemil’di.


(Dikkatli bir okuyucunun burada tarihçinin bir betimlemesini beklemesi yersiz değildir. Kuşkusuz böyle bir beklenti yerindedir. Birden bire öyküde beliren bu tarihçi kimdir? Ki öyküdeki kahramanların yazgılarını değiştirecek kadar da etkin biridir. Hal böyle olunca onun hakkında yazarın birkaç tümcelik bir bilgi vermekten kaçınması anlamsız olur. Kabataslak bir bilgiyle de olsa betimlenmesinin istenmesinde yersizlik olamaz, fazlalık denilemez. Hem denilse de diyen demesine gerekçe bulmak zorundadır, öykünün insicamının bozulduğundan dem vurmaya kalkışan şu sorunun yanıtını vermek zorundadır; Cemil’in güvensizliğinin imi olan Cizvit Papazı ifadesinin anlamı nedir? Birden bire ortaya çıkan her hangi birinin bir kahraman hakkında yargıda bulunmasının ontolojik temeli nedir? Bunların olabilmesi için tarihçinin bir betimlenmesi zorunludur. Bu yargıdan hareketle diyelim ki tarihçi Sait Bey 40’lı yaşlarında eğitim fakültesi tarih bölümü mezunu bekâr bir öğretmendi. Bekâr oluşunun altında boyunun kısalığı, gözlerindeki kalın mercekli gözlük, başına orantısız kulak ve hiç de küçümsenmeyecek burundan çok, daha çocuk yaşta kaybettiği babasının görevini üstlenen ve bütün zorluklara karşın başka bir evlilik yapmadan kendisini büyüten annesine sahiplenmesi yatıyordu. Burada art niyetli bir okuyucu “annenin çocuğuna sahiplenmesi” diye bir yargıda da bulunabilir ki biz bu yargıyı görmezden gelmeyi uygun buluyoruz.


Sait Bey öğretmen olmayı hiç düşünmemişti. Hele tarihçi olmayı hiç ama hiç aklından geçirmemişti. Fakültede okurken son sınıfa kadar annesine sezdirmeden her yıl üniversite sınavlarına girmiş ve fakat gönlündeki bölüme bir türlü ulaşamamıştı. Aslında tarihten nefret ediyordu. Bunu hiç gizlememişti. Tarih ders kitapları onun için bir zulümdü adeta. Tarihin kendisi zulümdü. En kalın ders kitapları –ilkokul hariç, ortaokul lise tarih ders kitapları neydi öyle?- tarih dersinindi. Ve ne zaman eline alsa o kitaplardan birini yüreği sıkışırdı. 


Öğretmenliğinin ilk ikinci yılında her şeyin ne kadar basit olduğunu görünce korkuları, nefreti uçup gitmişti. Ve hatta kendisine içerlemişti bile. Son zamanlarda biraz kilo almıştı, göbeği daha da büyümüştü. Ve boyunun kısalığıyla kilosunun tuhaf bileşimi acayip bir görüntüye büründürmüştü Sait Beyi. Fakat Sait Bey görünüme takılıp kalınacak devreyi çoktan aşmıştı. Tarihçinin söylenecek tek kusuru tebeşirleri ortadan kırıp yarısını farkında olmaksızın ağzına götürmesiydi. 


Bu hal onun sigara içtiğini çağrıştırsa da öğretmenimiz sigara içmiyordu. Hem de hiç içmemişti. Fakat daha ilkokul sıralarında edindiği o kötü alışkanlık –hadi söyleyelim ki merak ilgimizi dağıtmasın- yakasını bırakmamıştı. Kalemlerini yemeye bayılırdı Sait Bey. Annesi kalem yetiştiremezdi. Tuhaf bir kemirme huyu. Kemirilecek bir şey bulamadığından değil, -değil diyoruz çünkü evde her zaman kimin gönderdiğini, nereden geldiğini bilmediği keçiboynuzları eksik olmazdı- keçiboynuzları vardı. Ama derste keçiboynuzu yerine kalemlerini ağzına götürürdü, çünkü derste her hangi bir şey yemek yasaktı. Hiç farkında olmadan yapardı bunu, yani kalemleri ağzına götürüp yediğinin. Bir keresinde –sanırız tarih sınavında- kalemsiz kalmıştı. Dalıp gitmişti. Elindeki kalemi yiyip bitirdiğinin farkında değildi. Neden sonra öğretmeninden bir kalem istedi, sınıftan kimse kalem vermiyordu haklı olarak. 


Öğretmeni verdi. Verirken “Bunu yersen elimi midene sokar çıkarırım!” demeyi ihmal etmeden vermişti. Şimdi de tebeşirleri ağzına götürürdü. Ve fakat yediğini henüz kimse görmedi sanırım. Yani gören birini bilmediğimi itiraf edeyim. Sadece ağzına sokmakla yetiniyordu tebeşirleri. Midesi bulanmıyordu her halde. Öyle ya midesi bulansa bir daha yapmazdı. Ama sürekli yaptığına göre.. evet, midesi bulanmıyor olmalıydı.)


Cizvit papazı, yani Cemil’le  ayak üstü çene çalan Buse köpeğinin H bloğun arkasındaki farklı ağaç için çıldırdığını söylediğinde Cizvit papazı hiç şaşırmamıştı. 


“Bunda anormal bir şey yok ki!” demişti, “Yorkshire değil mi bu?” diyerek işaret etmişti köpeği. Buse “Ay ne güzel Yorkshire” diyor demişti içinden, Cizvit Papazı içinden kendisiyle konuştuğunu anlamasın diye hemen yanıtlamıştı “Evet.. Yorkshire!” Yorkshire sözcüğünü Cizvit papazı gibi telaffuz etmeye çalışarak. “İyi işte..” demişti Cizvit papazı “Yorkshire cinsi köpekler hemlock ağacına bayılırlar. O farklı dediğin ağaç bir hemlock”


Geçip gitmişti Cizvit papazı. Buse hemen inanmıştı bu açıklamaya. İnanmaması için nedenler olsa da inanmıştı. Şimdi köpek onu oraya hemlock ağacının bulunduğu yere sürüklerken “Tüh ben bunu niye Serap’a satmadım ki?” demişti kendi kendine. Dün yapmalıydı. Ama unutmuştu nedense.


 Geç sayılmazdı. Hemen telefonunu çıkarıp Serap’a sıradan bir mesajmış gibi “Sizin hemlock ağacına doğru geliyoruz!” diye yazıp gönderdi. Serap nasıl da şaşıracaktı. Mesajı okur okumaz kuduracaktı da. Serapla iyi anlaşıyorlardı. İyi arkadaşlardı ama nedense birbirlerini iğnelemek için, bir birlerine üstünlüklerini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Böyle de tuhaf davranışları vardı. Oysa biri hastalansa diğeri de en az onun kadar rahatsız olurdu. 


Küslükleri en fazla beş, bilemedin altı dakika ya sürer ya sürmezdi. Ama gel gör ki ne iğnelemelerden ne hor görülerden de bir birlerini uzak tutmazlardı. Şimdi “Serap nasıl da mosmor olmuştur!” diye sevinçle geçirdi içinden. “Ah beni.. keşke dün paylaşsaydım bu bilgiyi.. nasıl da sabaha kadar kıvranırdı!” diye düşündü Buse.


Serap gelen mesaja gerçekten bozulmuştu.“Ne hemlock ağacı?” diye yazdı sonra göndermekten vazgeçti. Buse’ye yeterince madara olmamış mıydı ki şimdi de cahilliğinin ne denli katmer katmer olduğunu göstersin. Annesine koştu. “Anne!” dedi, annesi tv. Kanallarını zappingleyip duruyordu “Cumartesi günler tv.lere niye bir şey koymazlar” diye söylenerek. 


Kızına baktı. Elinde yine telefon! “Yine ne var?” dedi. Allah için öfkeli değildi sesi. Yine de çıkışı Serap’ı bir an durdurdu. Yok, dalaşacak zaman yoktu. “Anne arkadaki ağaç hemlock mu?” diye sordu. Annesi güldü. Katıla katıla güldü. Serap sinirlense de belli etmedi. “Ne hemlocku ya.. öyle bir ağaç mı varmış?” dedi. 


Serap arkasını dönüp giderken “Akasya kızım! Arka bahçedeki tek farklı ağaç akasya!” dedi. Daha da yükseltmişti sesini. Serap sevinçten uçacak gibi oldu. Annesine döndü “Emin misin anne?” diye sordu.


“Kendi adımdan, kendi cinsimden emin olduğum kadar kızım.. inanmıyorsan Google dayına sor!” diye alay etmeyi ihmal etmedi. “Oh!” dedi içinden Serap. Google “akasya görsel” yazıp enterladı. Ah.. evet.. evet.. ağaç, o tek farklı ağaç akasya idi. 


Buse eline düşmüştü. Hemen “Kızım ne hemlock’ından bahsediyorsun? Kim kaybetmiş ki biz bulalım.. o ağaç bir akasya!” diye mesajı yazıp gönderdi. Yazının hemen peşinden link adresini de yazdı. Bir de görsel mesaj gönderdi. Ve dil çıkaran sembolü unutmadı. 


Buse Serap’tan gelen mesajı büyük bir hevesle açtı. Okudu. Ve öylece donup kaldı. Pazartesi günü sınıfta tahtaya kocaman iri harflerle hemlock ağacı yazısını apaçık görebiliyordu. Sağdan soldan “Buse bizim bahçede de hemlock ağaçları var.. Gwendelini getirsene!” sesleri de çınlıyordu. 


Cizvit papazının pis pis sırıtan yüzü de gözlerinin önünde belirmişti. Pazartesi okula gitmeyecekti. Belki bir daha okula gitmeyecekti. “Kahretsin!” dedi. Kayışı sertçe çekti. Gwendelin her canı yanan köpek gibi tuhaf bir ses çıkardı. Ayak diremekten vazgeçti. Eve dönüyorlardı.




Cemal Çalık, 29.02.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü



Seçkin Deniz Twitter Akışı