19 Eylül 2015 Cumartesi

SA1779/KY27-ŞT20: Kalın Türk'ün Yarası

‘Kalın Türk’te dile gelen Türk’ün deyimiyle İmanı da Türklüğü de gevremiştir yaralı Türk’ün…


Türk’ün ya da Türkiye’nin kendisine dair bir tanım yapmaktan hızla uzaklaşarak, Türk ya da Türkiye hakkında kotarılmış herhangi bir tanımın ehven-i şer ölçüleri arasında eğlenmeyi yeğlemesi bir bakıma da artık iyileşmekten başka çaresi kalmayan bir yaranın kabuk bağladığı her zaman yeniden kanatılıyor oluşundandır.

Tarihin hemen her aşamasında bir şekilde kanamakla maruf Türk’ün iyileşme kabiliyetini yitirdiği bir zamanda başına gelen en son kazasından kalma bir yaradır bu Türk’ü de, Türkiye’yi de gocundurup duran yara…

Hemen her yarada görülebileceği gibi Türk’ün yarası da bir süre sonra kabuk bağlamış, ama her ne hikmetse bir türlü iyileşmemiş, iyileştirilmemiş ve şaşırtıcı bir biçimde de onulmaz bir kangrene dönüşmeden öylece kaşındığı yerde kendi haline bırakılmıştır.

Doğrudur; yaralanma kaderinin içerisinde yaranın kabuk bağlayışı, nihayetinde iyileştirici bir sürecin başlangıcı olarak sevindirici bir aşamadır. Bununla birlikte yaranın üzerinde kabaran kabuğun kesin iyileştirmeyi getirecek olan o en son aşamaya ulaşabilme kabiliyetidir asıl önemli olan…

Zira; yaralanma hadisesinin kendisi her ne kadar kaçınılamayan şanssız bir hal ise de, kabuk bağlama süreci de bir o kadar kaşındırıcı ve ayartıcıdır. Ve kaşınan her yara, kaşındığı yüzeyin sürekli aşınması ve incelmesi hasebiyle kanamaya kanatılmaya biraz daha yatkındır…

Bu bağlamda yaralanan Türk’ün en son kabuğunun da kaşına kaşındırıla incelip kanamaya doğru irtica ettiği bu gün, şu ya da bu şekilde bir iyileşme sürecini yaşamaktan çok huysuz, sabırsız ve uyuşuk bir kaşınma sürecini yaşadığından bahsedebiliriz. Bu nokta da da kaşına kaşına yarasının üzerindeki kabuğu incelten bir Türk ve bir o kadar da kanayan bir Türkiye çıkar karşımıza.

En yakın emarelerini son 250 yıllık tarihimizde sarahatle görebileceğimiz bu kaşınma ve kana(t)ma süreci Doğu’dan, Batı’dan, Kuzey’den ve Güney’den sınırlarımızın ötesinde kalan ve az çok bilinen ‘öte’ sebepleri bir yana, kimi zaman ezberci bir resmiyetle, kimi zaman da bozuk ezberlerle yıllarımızı, oğullarımızı ve kızlarımızı elimizden alan ve türlü renkli ideolojik yaftalarla açığa çıkan ‘beri’ sebepleriyle de oldukça düşündürücü bir ayartıcılığa sahiptir.

Madalyonun görünmesi istenen tarafından gösterilen şey her ne kadar farklı ise de, görünmeyen ve görülmesi istenmeyen tarafındaki gerçek maalesef böyledir ve bu gün için bu topraklar üzerinde ne kadar kaşınan, kaşındırılan ya da kaşınmaya teşne olmuş Türk var ise, bilinsin ki, tam o kadar da kanayan, kanatılan ya da kanamaya teşne olmuş bir Türkiye vardır…

Yaralı Türk’lük bir kaderdir… Elhak doğrudur… Sonuçta kaderinin onu çekip götürdüğü bir yer ve zaman bileşiminde, Türk istediği yada istemediği bir kaza neticesinde, istese de istemese de bir yerlerinden yaralanmış, kanamış, kanatılmıştır… Bununla beraber kabuk bağlamak için kendi tarafına çekilmek ve çekildiği yerde kaşınmaya ya da kaşınmamaya dair bir tercihte bulunmak ise kader olmaktan çok bir seçim işidir…

Türk’ü ya da Türkiye’yi kaşımak için and içenlerin eylemleriyle açıklanıyor olsa bile böyledir bu, çünkü unutulmamalıdır ki, kaşınmak isteyen Türkler’in olmadığı bir yerde öncelikle kaşıyıcılar iş bulamayacak, kaşınmaktan imanı da Türklüğü de gevreyerek incelen ve bunu öğrenerek kaşınmaya direnen Türk’ün onlara bir meşgale olmayan yarasının üstündeki kabuk ta kalınlaşıp olgunlaşacak ve Türk’ün de Türkiye’nin de yarası ancak o zaman iyileşebilecektir…

İşte bu bakımdan Türk’ün yaralanma tarihine aynı zamanda bu tarihi takibeden ve kaşına kaşına gelen bir incelmenin tarihi olarak ta bakabiliriz.

Yaralanmanın hemen akabinde yarasıyla baş başa kalan Türk uğraşacak daha anlamlı bir iş bulamayınca yarasına musallat olmuştur… Yarasına musallat olan Türk’ün kaderinin kalan kısmında da artık ne yaralamaya nede yeniden yaralanabilmeye zamanı bile kalmamış, bununla da yetinmeyip, kimi sağdan kimi soldan uydurulan türlü türlü kaşınma teorileriyle uğraşarak kaşındıkça aşınmış ve incelmeye yüz tutmuştur…

‘Kalın Türk’te dile gelen Türk’ün deyimiyle İmanı da Türklüğü de gevremiştir yaralı Türk’ün…‘Kalın Türk’ olmak ve bunu beyan etmek… İşte böylesi bir hali görmek ve bu hal üzerinde düşünerek hem kaşınan Türk hem de kanayan Türkiye adına farkına varılmamış bir derdi omuzlanmak demektir…

Hatta bunun da ötesinde ‘Kalın Türk’ olmak demek; ‘Elinden iş gelip de üzerinde toplum baskısı denilen şeyi…’ hissederek ‘bu baskıyı bir biçimde etkisiz kılma…’ çabasına girişenlerin eyleminden çok daha farklı bir biçimde ‘üzeri(n)deki toplum baskısı…’ ile ‘ aldatmaca belasına’ da aldırmadan daha derindeki bir yaranın ‘gizli’ taraflarını çözmek için konuşmak demektir…

Böylesine bir derdin gizli taraflarını çözmek için konuşmak demek ise; bir başka anlamda da daha değişik bir kaşınma metodu diyebileceğimiz salt bir takım tespitler yapmakla ve öylece konuşmakla daraltılmış bir söz yığınını yinelemekten çok, bir yandan kabuğun olgunlaşarak çekilip yaranın iyileşmesi bir yandan da kaşınmanın ayartıcılığından uzaklaştıran bir sabır ve tevekkülün tesanüt noktalarını kendi serüveni boyunca göstermesi bakımından da kayda değer bir çırpınma, çevikleşme ve kalınlaşma sürecine ermek demektir…

Yaralı Türk’ün kadim yarasının kabuk bağlaması ve bir an evvel iyileşmesi için bile ‘iyi’ bir şey olan ‘kalınlaşma’nın giderek gevremeye yüz tutan İman ve Türklük için ne derece ‘iyi’ bir şey olabileceğini de bu sözü dile düşüren ‘Kalın Türk’ün başına gelenleri yaşamadıkça anlamak çok ama çok zayıf bir ihtimal olarak görünmektedir…

Çünkü hem Türk’ün hem de Türkiye’nin yarasıyla oynamayı seçtiği bir zamanda ‘Kalın Türk’ olmak bir anlamda da kendi kabuğunu kalınlaştırıp, kendi yarasını sağaltmak ve kendi kanamasını durdurmuş olmak demektir…

Öyleyse ‘Kalın Türk’te dile gelen Türk’ün anlattığı sadece ‘Kalın Türk’ün hikayesi değildir. Zira, ‘Kalın Türk’te dile gelen Türk; kimilerince ötekileştirilerek üzerinde konuşulan diğer Türkler’in derdine yönelik bir takım değiniler de bulunmaktan çok bütün Türkler’in derdi olması gereken bir derdi sonuna kadar sahiplenerek, bu derdin acısıyla çırpınan, bu acıyla çevikleşen ve giderek kalınlaşan ama asla kaşınmayan zihni açık bir Türk’ün derdiyle dile gelmiştir…

Evet kesinlikle öyledir… Yarasını sağaltmak isteyen Türk’ün evvela İmanına ve Türklüğüne sahip çıkması ve bunun için de çırpınıp çevikleşmesi ve kalınlaşması gerekmektedir… Çünkü yaşadığımız zaman zor bir zamandır ve eğer imanımızla Türklüğümüzün ne demeye geldiğini bilemeyecek olursak, İmanımızda Türklüğümüzde istesek de istemesek de gevreyebilir ve bir anda her ikisi de inceldiği yerden kopabilir…

Artık mesele oyun oynamak, gösteriş yapmak ya da vitrinlere zıplamak meselesi değildir ve yine unutmamak gerekir ki; İman da Türklük de bir takım mesuliyetler, vecibeler demektir… Evet; tıpkı yarayı sona götürecek kabuğun kalınlaşması gibi gevrememek, uyuşmamak ve kopmamak için de kalınlaşmak ‘iyidir’.


Gerisi kaşınmaktır, incelmektir, kanamaktır…

Şahin Torun, 19.09.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu, 





Sonsuz Ark'ın Notu: Yukarıdaki yazı 2007 'de yazılmıştır.

Seçkin Deniz Twitter Akışı