16 Ağustos 2015 Pazar

SA1651/KY5-PT72: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ Dedelik ve Alevilik

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Dedelik ve Alevilik

Dede Kavramının Etimolojisi

A- Anlam Ve Tarihsel Gelişim

Türkçe’de “D” harfi ile başlayan ender sözcüklerden biri olan “Dede” sözcüğü Oğuzca kökenlidir. Bu sözcük edebi Türkçe’de “Baba, Dede, Ced, İhtiyar, Amca ve Dayı” anlamlarında kullanılmıştır. Ancak biz burada bu sözcüğün toplumsal ve dinsel yönleriyle ilgileneceğiz. 

“Dede” sözcüğünün, Orta Asya’da yaşayan Türk topluluklarında halka yol gösteren tecrübeli ve bilgili kişiler için kullanılan “Ata” ve “Baba” sözcükleriyle aynı anlamda fakat nisbeten daha sonraki dönemlerde kullanıldığı söylenebilir. 

Hoca Ahmed Yesevi’nin çağından başlamak üzere Türklerin arasında, Arslan Baba, Hâkim Ata, Mansur Ata, Çoban Ata, Baba Maçin, Baba Tahir, Baba Merendi ve Barak Baba gibi tanınmış şahsiyetlerin varlığı, bu ünvanların yaygınlığını göstermektedir. “Dede” ünvanı da tıpkı “Ata” ve “Baba” ünvanları gibi saygı ifadesi olarak yaygın bir şekilde kullanılmıştır. 

Anadolu’da “Ata” sözcüğünün ünvan olarak az kullanıldığını, ancak “Baba” ünvanının ve “Ahi, Şeyh, Dede”, gibi ünvanların daha çok kullanıldığını görüyoruz. 

Sonuç olarak, “Dede” sözcüğü Anadolu’da “Ata” ve “Baba” sözcükleri gibi ulusal efsane kahramanları ve din uluları için kullanılır hale gelmiştir.

Bu sözcüğün isimden öne kullanılışı bakımından en bilinen örnek, Oğuzların menkıbevi ozanı Dede Korkut adındaki kullanılışıdır. Oğuz bilicisi olarak nitelendirilen bu efsanevi şahsiyet, kâhinlik, keramet gösterme ve ozanlık gibi özelliklere sahipti. Dede Korkut’un yine “Dede” ünvanlı, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu da rivayet edilmektedir. 

Yine bu şekilde bir kullanıma Germiyanoğullarına ait tahrir defterlerinde de rastlanıyor: “...Resul Bey’den Dede Balı’ya miras değmiş. Dede Balı hizmetleri dahi ataları câniçün vakfeylemiş,...”

Dede ünvanlı bir diğer şahsiyet ise, XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış bulunan ve Baba İlyas’la aynı çevreye mensup heterodoks dervişlerden Dede Garkın’dır. Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-Kudsiyye Fî Menâsıbi’l-Ünsiyye’sinde onu zikreden birçok beyit vardır. Dede Garkın bir beyitte şu şekilde anılıyor:

Dede Garkın ki cedd-i aladur,
Zikri onun kamudan evladur.

XIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda “Dede” ünvanının, “Ahi, Baba, Şeyh, Abdal” gibi yaygın olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu konuda Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı çalışmasında verdiği Defter-i Hakani kayıtlarında, Çiçek Dede, Hüsam Dede, Kırık Dede, Kasım Dede ve Söğüt Dede gibi “Dede” ünvanlı birçok kişiye rastlanıyor. 

Barkan’ın makalesinde sunduğu Defter-i Hakani kayıtlarından anlaşıldığı üzere, Anadolu ve Balkanlar’daki kolonizatör derviş ailelerinin adlarının yanı sıra “ahi, baba, dede, şeyh, hoca, hacı, pîr, abdal, gazi, derviş” ünvanlarının yoğun olarak yer aldığını görüyoruz. Kayıtlar ağırlıklı olarak hicri 900–1000 yılları arasındaki yıllara aittir.

Aynı şekilde Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinde de “Dede” ünvanının yaygınlığı konusunda yeterli örnek bulunmaktadır. İngiliz araştırmacı F.W. Hasluck’a göre yukarıda sayılan ünvanları taşıyan kişi Türkmen aşiret önderleri bu aşiretlerin hem siyasal, hem dinsel önderleri konumundaydılar. Bu aşiret önderlerinin aynı zamanda dinsel önder olduklarını, ancak toplumsal yapının karmaşıklaşmasının ardından dinsel ve diğer toplumsal görevlerin ayrıştığını belirtiyor. Çok yerinde bir tespitte bulunmuş olan Hasluck, “pîr, dede, baba, şeyh” gibi kavramların zamanla salt dinsel bir renge büründüklerini de vurguluyor.

Dede ünvanı Bektaşi ve Mevlevi tarikatlarında da kullanılırdı. Mevlevilikde çile doldurmuş dervişler “Dede” ünvanını alırlardı. Bektaşilikte ise “Dedebaba” şeklinde kullanılır ve Hacı Bektaş Tekkesi’nde pir postunda oturan Bektaşi Babası “Dedebaba” ünvanıyla anılırdı.

B- Alevilik’te Dede Kavramı Ve İlgili Bazı Kavramlar

Alevi köylerinde cemaatin lideri dedelerdir. Dedeler, sosyal hiyerarşinin en üst noktasında bulunurlar. Dedelerin sahip oldukları yetkiler ve yaptırım güçleri cemaatin sosyal düzenini sağlayan çok etkili bir güçtür. Bu şekilde farklı bölgelerde yaşayan Alevi topluluklar, aynı gücün yani dedelerin sıkı kontrolü altındadır. 

Eröz’ün de belirttiği gibi, “...Cemaat sıkı bir disiplin bulunmakta, kaideler ve müeyyidelere göre hareket etmektedir..” Alevi Dedeleri, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bulunan “Ocak”lara bağlıdırlar. Bundan dolayı kendilerine Ocakzade de denilir. Ocakzade dedelerin Peygamber soyundan geldikleri yani evlad-ı resul oldukları kabul edilir ve bu nedenle “seyyid” adı ile de anılırlar. Dedeler belli zamanlarda kendilerine bağlı yerlerdeki taliplerini ziyaret ederek, dinsel törenler düzenler, topluluğu bilgilendirir ve anlaşmazlıkları giderirler.

 Aleviler zaman zaman “Dede” ile aynı anlamda olmak üzere “Pir”, “Piro”, “Mürşid”, “Sercem” ve “Seyyid” sözcüklerini de “Dede” sözcüğünün yerine kullanmaktadır. Dede sözcüğü ile ilgili olarak, mürebbi, rehber, musahip, talip sözcüklerinin de bilinmesi gerekir. Şimdi kısaca bunları açıklayalım:

Mürebbi: Kimi zaman “Dede” sözcüğü yerine kullanılsa da, mürebbi ocakzade dede bulunmadığı zamanlarda Alevilerin dinsel hizmetlerini görmek üzere ocakzade dede tarafından tayin edilmiş kişidir, yani dede vekilidir. Dikme Dede de denir. Mürebbi, eğitici anlamında da kullanılmaktadır.

Rehber: Ayinlerde belli görevleri olan ve talibi mürşide (dedeye) götüren kişidir. Ayin sırasında Alevi yol ve erkânını bilen herhangi bir kişi bu görevi yapabilir. Dedelik kurumunda rehberin hiyerarşik bakımdan da farklı anlamda kullanıldığı yerler vardır. Dedelerden aldığım bilgilere göre aynı ocağa mensup Dedeler toplanarak taliplerin hizmetlerinin görülmesi için görev bölümü yaparlarmış; yani mürşidlik-pirlik-rehberlik postlarında kimin oturacağı belirlenirmiş.

Musahip: Alevilikte ergenlik çağına girmiş iki kişinin aynı zamanda bir törenle Aleviliğe girmesine musahip olma denir, musahip olan kişiler kardeş sayılırlardı. Musahibi olmayan cem törenlerine katılamazdı. Musahiplik cemleri, dedelerin önemli işlevlerindendi ve toplumsal önemi büyüktü.

Talip: Ocakzade olmayan, yani Peygamber soyundan gelmeyen bütün Aleviler için kullanılan bir sözcüktür ve her talip ocakzade bir dedeye bağlıdır.

Abdurrahman Yılmaz “Tahtacılarda Gelenekler” adlı önemli araştırmasında Dede’yi şöyle niteliyor:

“... Dede, peygamber ve evliyanın yolunda yürüyen ağırbaşlı temiz yürekli okumuş kimselerdir. Peygamberin evliyanın ve hakikatın âşıkı olup saz ve sözle onların menkıbelerini terennüm ederek bendelerini irşad eder...”

Seyyit ve dedeler, atalarının Horasan’dan geldiğine ve Tahire sülalesine mensup olduklarını inanırlar. Seyyit ve dedeler halktan “Uma” dedikleri armağanı alarak geçinirler. Bu armağan, eşya veya para olabilir. Dini bir armağandır, miktarı belli olmayıp herkesin servetine, iktidarına ve arzusuna göre az veya çok olur...

Seyyit ve Dedeler bir aşirete mensup değildirler, ancak bir ve daha çok aşirete seyyitlik ederler. Bunların işaretiyle cemiyetlerinde ve büyük bir işe girişimlerinde Aleviler, daha çok genelleşmiş bir ifadeyle Kızılbaşlar, gülbank çekerler...”

Dedelik Kurumunun Kökenleri ve Oluşumu

A- Eski Türk Din Adamları İle Benzerlikler:

Dedelik kurumunun kökeni geleneksel bakış açısıyla soy konusuna dayanılarak salt İslam kaynaklı değerlendirilmeye çalışılsa da, tarihsel ve sosyolojik veriler bunun doğru olmadığı yönündedir. 

Anadolu’da bugün yaygın olan saz geleneği, kadınlı erkekli törenler ve bu törenlerde yapılan “semah” adı verilen dinsel danslar gibi “Dedelik Kurumu” da İslamiyet öncesi Türk toplumuna dayanmaktadır. Bunların kökenini salt İslamiyet içerisinde aramak boşunadır. 

İslam Dini’nin doğduğu yer olan Arabistan ve Türkiye dışındaki müslüman ülkelerde ne saz’ı, ne semah gösterilerini, ne de kadınlı erkekli cem törenlerini göremeyiz. Kökeni İslam öncesine dayanan bu unsurları Türkler İslami şekiller altında yaşatarak, İslam dinine kazandırmışlardır. 

İslami şekiller altında bugün hem Sünni hem de Aleviler arasında yaşayan İslamdışı birçok unsurun varlığı inkâr edilmektedir. Bu bilimdışı tutum İslam’a da bir yarar sağlamamaktadır. Çünkü her evrensel din yayılırken ve farklı kültürlere mensup insanlarca benimsenirken bu tür farklı unsurları bünyesine almaktadır. Farklı inanç ve kültürlere ait unsurlar o dini zenginleştirmekte, güçlendirmektedir. Dedelik kurumu da aynı şekilde eski atalarımızın inançlarına dayanmaktadır. 

Bugün her ne kadar ortodoks sünni grupların bir bölümünce islamdışı sayılsa da, Aleviler ve dolayısıyla Dedelik kurumu İslam’ın içinde ve onun heterodoks kanadını temsil etmektedir. Dedelik kurumunu anlayabilmek için, eski Türklerde benzeri görevleri yerine getiren kam (şaman, baksı)larla da karşılaştırmak zorunludur. Ancak bu şekilde Dedelik kurumunu anlamak mümkündür.

B- Dedelik Kurumunun Oluşumu

Burada Anadolu’da Dedelik kurumu’nun nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışacağım. Ancak daha önce bazı araştırmacıların görüşlerine yer vereceğim:

Dedelik kurumunun oluşumu, daha önce değindiğimiz Anadolu’ya göçler sonrasında heterodoks şeyh ve dervişlerin öncülüğünde gerçekleşen kolonizasyon hareketiyle yakından ilişkilidir. Her ne kadar dedelik kurumunun oluşumunu ortaya koyan tarihsel veriler sınırlı ise de, bugün hâlâ yaşayan Alevi Ocaklarında yaşamakta olan bu dervişlerin adları, bu ilişkiyi büyük ölçüde doğrulamaktadır. 

Alevi Ocakları’nın adlarında bu yarı-savaşçı, kolonizatör dervişlerin adları yüzyıllardır yaşamaktadır. Kendilerine bağlı oymaklarla Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşerek, zaviyeler kuran, nüfus ve ekonomik bakımlardan buraları zenginleştiren savaşçı niteliklerine daha önce değindiğimiz bu dervişler hem maddi, hem manevi büyük nüfuza sahiptiler. Bu dervişlerin adlarını taşıyan Alevi Ocakları, onların kutsal kimlikleri çerçevesinde ortaya çıkmış ve soylarından gelenlerce de bu “ocak” geleceği sürdürülerek bugüne kadar gelmiştir. Bu konuda Ocak şu bilgileri sunuyor:

“... Bugünkü dedelerin mensup bulundukları ocaklar, XIII. yüzyıl Anadolusuna göçlerle gelip muhtelif yerlere yerleşen Dede Garkın, Hacı Bektaş, Sarı Saltık vb. bu Türkmen babalarının soyundan gelir. Onlar tıpkı Şamanlar gibi kabilelerinin yöneticileri idiler ve kabileleri genellikle onların isimlerini taşırdı. Arşiv belgelerinden bunu çok rahatlıkla görebiliyoruz. Şah İsmail Aleviliği organize ederken, Dedelik Kurumu'nu da bir tarikat şeyhinin yetki ve hüviyetiyle donattı. Ayrıca Hz.Ali soyunca nisbet ederken ellerine birer siyadetname (seyyidlik belgesi) verip hepsini kendine bağladı. Bu, dedelik kurumunu kutsal bir yapıya kavuşturdu. Böylece bugün bildiğimiz dedelik kurumu teşekkül etmiş oldu...” 

Eldeki tarihsel verilerden edindiğimiz bilgiler doğrultusunda Ocak’ın bu ifadelerine katılıyor ve dedelik kurumunun ve ocakların kökeninin ancak bu şekilde açıklanabileceğine inanıyoruz. Şimdi bu düşünceyi doğrulayan özet tarihsel bilgileri sunabiliriz: 

XIII. yüzyılda Anadolu’da faaliyette bulunan Baba İlyas, Hacı Bektaş-ı Veli, Emirci Sultan, Dede Garkın ve Sarı Saltuk gibi oldukça nüfuzlu şeyhler bulunmaktaydı. (Bu şeyhlerin güçlerinin boyutunu anlamak için Babailer isyanı ‘1240’ ve sonrasındaki gelişmeleri anımsamak yeterli olacaktır) Bugün hala, Dede Garkın ve Sarı Saltuk gibi dervişlerin adlarını taşıyan Alevi Ocakları ve bu ocakların soyundan gelen Dedeler bulunmaktadır. 

Yine Vilayetname’de adlarına rastladığımız ve Hacı Bektaş-ı Veli ile ilişkileri menkıbevi şekilde anlatılan, Kara Donlu Can Baba, Seyyid Cemal, Seyyid Mahmud Hayranî, Hacı Doğrul (Gözü Kızıl) ve Güvenç Abdal’ın adlarını taşıyan Alevi Ocakları da bulunmaktadır. 

Yine hem Otman Baba menakıbnamesinde, hem de XV. yüzyılda yaşamış Şeyh Muhyiddin Çelebi’nin Divan’ında adları geçen Samit Abdal (Şeyh Samit veya Samut) ve Hıdır Abdal da Alevi ocaklarında adları yaşayan dervişlerdendir. 

Babailer hareketinin devamı olarak görebileceğimiz Rum Abdalları’ndan XIV. XV. yüzyıllarda yaşamış ve Osmanlı sultanlarıyla fetih hareketlerine katılmış bulunan Abdal Musa ve Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan)ın da Alevi ocaklarında adları bulunmaktadır. 

Verdiğimiz bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, bugün Alevi dedelerinin bağlı bulunduğu ocaklar, Dede Garkın, Sarı Saltuk ve Seyyid Mahmud Hayrani gibi yukarıda sunduğumuz Alevi-Bektaşi geleneğinin kutsal kabul ettiği dervişlerin adlarını taşımakta olup, Alevi dedeleri bu kutsal kişilerin soylarından gelmektedir. 

Alevi geleneğince, dedelik bakımından olmazsa olmaz koşul olarak kabul edilen evlad-ı resul olma konusu ise Safevi propagandası sonrasında gelişmiş, dedelik kurumu bugün bilinen şeklini böylece almıştır. 

Yoğun Safevi nüfuz ve faaliyetiyle Alevilik daha organize bir görünüm almış dedelik kurumu da, Şah İsmail'in halifelerinin beraberlerinde getirdikleri, yazılı eserler sayesinde örgütlenmiş, şii motiflerin de yer aldığı heterodoks İslam, Anadolu ve Balkanlar’ın en ücra köşesine kadar bu şekilde ulaşmıştır. 

Böylece Şah İsmail’in halifeleri, yazılı eserler yoluyla yaydıkları belirli bilgilerle Aleviliğin daha organize bir yapı arzetmesini sağlamışlardır. Dedelik kurumunda soy konusunun ön plana çıkışı da Şah İsmail döneminde gerçekleşmiş olmalıdır. 

Safeviler, daha önce siyasal yararlar sağlamak üzere kullandıkları seyyidlik konusunu Anadolu’daki Aleviler üzerindeki nüfuzlarını sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak için de kullanmışlardır. 

Anadolu’ya XV. yy. sonlarından itibaren Safevi propagandası ile birlikte giren Hz.Ali kültü, Oniki İmam kültü ve Kerbela Matemi gibi kültlerinde de bu soy konusunun ön plana çıkmasını sağlayıcı bir rol oynadığı söylenebilir. Burada vurgulamak gerekir ki Hacı Bektaş-ı Veli gibi tarikat şeyhleri için düzenlenen irşat şecereleri, zamanla halk nezdinde sanki soy şecereleriymiş gibi algılanagelmişlerdir.

Sonuç olarak, Dedelik kurumu Dede Garkın, Sarı Saltuk gibi Oniki İmamlar soyundan oldukları kabul edilen maddi ve manevi nüfuz sahibi kolonizatör dervişlerin efsanevi şahsiyetleri sonucu doğmuş, soylarından gelenler Alevilerce büyük saygı gösterilen Dedeler halini almışlardır.

Dedelik Kurumu'nda Soy, Soyağaçları ve Ocaklar 

A- Soy

Soy konusuna, eski ve orta çağlarda ifade ettiği değer bakımından da bakmak gereklidir. Bu çağlarda, asil bir soydan gelmek, çeşitli imtiyazları da beraberinde getirmekteydi. Hem siyasal, hem dinsel bakımdan ön plana geçmek isteyenlerin kendilerini ya padişah ya da peygamber soyuna mensup göstermeleri zorunlu idi. 

Eski ve orta çağlarda, din büyükleriyle, hükümdarlarla ve peygamberlerle şecereler yoluyla bağ kurulması oldukça yaygındı. Bu çağlarda soy ile övünme, önemli bir toplumsal gelenekti. Eski Çinliler, Yunanlılar, Romalılar ve Yahudiler arasında da soy kutsallaştırılır, soy ile övünülür, şecereler (nesepnameler) düzenlenirdi. 

İslamiyet öncesinde Araplar arasında da soya önem verilir, her kabilenin nesepnamelerini ezberleyen kişiler (nessabe) bulunurdu. Bu adet, Arapların İslamı benimsemeleri sonrasında da İslami bir şekil altında yaşamaya devam etmiş, Hazreti Muhammed’in soyundan gelenler (evlad-ı resul) Seyyid (Hz. Hüseyin soyundan olanlar) veya Şerif (Hz. Hasan soyundan olanlar) adıyla anılır olmuşlardır. Zaman içerisinde “seyyid” sözü daha çok kullanılır olmuştu. 

Abbasilerden başlamak üzere evlad-ı resule, iktidarlarla iyi geçindikleri sürece büyük saygı gösterilmiş, özel giysi ve belirtilerle halk arasında dolaşabilen bu kimselerin işleriyle ilgilenmek üzere, yine peygamber soyundan gelen bir Nakib’ül Eşraf (Ali Evladı müfettişi) atanmıştır. 

Nakib’ül Eşraf’ın başında bulunduğu kurum, peygamber soyundan gelenlerin işlerine bakar, neseplerini, doğum ve ölümlerini kaydeder; onları kötü durumdan korur; fey ve ganimetten paylarını dağıtır, kadınların kendilerine uygun olmayanlarla evlenmemelerini sağlar ve sahte seyyidlik olaylarını takip ederdi.

Tarikat büyükleri ve şeyhlerinin de irşad şecereleri bulunurdu. Soyca peygamber soyuna dayanmamakla birlikte, bu kişiler de irşad şecereleri veya tarikat silsilenameleri yoluyla peygamber soyuna bağlanırlardı. Eski Türkler de soya çok değer verirlerdi. Hakanlık çoğunlukla babadan oğula geçerdi ve ordu komutanlıkları sadece han veya hakan ailesine ait olurdu. Hakanlık kutsaldı, çünkü soyu nedeniyle yönetme yetkisinin tanrı tarafından verildiği kabul edilirdi. 

Oğuzlar’ın nesepnamelerinde, onların soyunun Nuh peygamberden başladığı çeşitli Ortaçağ kaynaklarında yazılıdır. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın soyu da Âdem peygambere kadar uzatılırdı. Osmanlı hanedanının soyu da Nuh peygambere dayandırılırdı. Osmanlı tarihçileri bu tür şecereler düzenlemişlerdi. 

Aynı şekilde Safeviler de, Şeyh Cüneydden başlamak üzere Seyyidlik iddiasında bulunmuşlar, kendilerine ileride büyük yararlar sağlayacak olan, ataları Şeyh Safiyüddin Erdebili’nin evlad-ı resul olduğu iddiasını öne sürmüşlerdi. Bu iddiayı şecereler yoluyla da desteklemekteydiler. 

Anadolu’daki heterodoks Türkmen boylarının desteğiyle kurulan Safevi Devleti’nin kurulmasında soy konusu oldukça etkili olmuş, büyük yararlar sağlamıştır. Sonuç olarak, verilen bu örneklerden anlaşılacağı gibi, o dönemlerde soy, egemenliğin elde edilmesi, sürdürülmesi ve sağlamlaştırılmasında son derece önemli bir unsurdu.

Alevi Geleneğine Göre Dedelerin Soyu

Alevi geleneğinde, dedelerin “Evlad-ı resul” yani peygamber soyundan olduğu kabul edilir ve bundan dolayı dedelere seyyid de denilirdi. Geleneksel görüşe göre, ocaklar ve dergâhlar şeklinde örgütlenen Alevilik’te, bu ocak ve dergâh kurucularının ve dolayısıyla onların soylarından gelenlerin evlad-ı resul yani seyyid olduğu kabul edilirdi. 

Aleviler arasında genel kabul görmüş bu geleneksel görüş Aleviliğin esaslarının yazılı olduğu “Buyruk” kitaplarında vurgulanmaktadır. İmam Cafer Buyruğu, Şeyh Safi Buyruğu, gibi Alevi köylerinde bulunan bu kitaplarda da bu görüş hâkimdir. Örneğin Buyruk’ta yer alan, “Ol zamandan bugüne kadar, şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve pirlik secde Muhammed Ali’den kaldı. Ol sebepten evlad-ı Resulden gayrisine pirlik vetmek ve talip olmak caiz değildir...” Şeklindeki ifadelerle bu soy konusuna ilişkin geleneksel görüş teyid edilmektedir.

Türk soyundan gelen dedelerin nasıl evlad-ı resul (seyyid) sayıldıkları konusu da tartışmalıdır. Bugün için yanıtlanması zor bu konu hakkında Alevi geleneğinin tabii ki bir yanıtı vardır. Benekay’ın şu ifadeleri Alevi geleneğinin bu konudaki görüşünü çok iyi yansıtmaktadır:

“... Hazreti Ali ve evlâdı, Muaviye devrinden başlıyarak tarih boyunca çok zulüm gördü... Ali evlâdı, Arabistan yarımadasından kaçıp İran’a sığındı. Ama onlara en sıcak yüreği oralardaki Türk boyları, Türk aşiretleri açtı. Böylece soyları karıştı. O soylar gele gele bugüne geldi. Düşüncelerinizde böyle bir soru belirecek olursa, nasıl oluyor da bir Türk, Hazreti Ali soyundan gelir? Diyecek olursanız, cevabı budur.” 

Değişik Alevi ocaklarından dedelerle yaptığımız görüşmelerde de soy konusu sorulduğunda, büyük bir bölümü bu şekilde açıklamışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Alevi geleneği, Alevi dedelerinin evladı Resul oluşunu bu şekilde açıklar.

B- Soyağaçları (Şecereler)

Soy ile igili bir diğer önemli konuda da şecereler (soykütükleri, nesepnameler) konusudur. Çünkü asil soy iddiasında bulunanlar için şecereler, meşruluk sağlayıcı yegâne belgelerdi. Aslında daha önce de vurguladığımız gibi, soy konusu o derece etkili ve saygındı ki, seyyidlik iddialarının doğru olup olmadığı önemsenmezdi. Bu konuda Sakaoğlu’nun verdiği bilgiler dikkat çekicidir:

“Sâdât’dan [seyyidlerden] olduğunu ileri süren bir kişinin bu savını, şeriflerden ve seyyidlerden tanıklar bularak ve varsa belgelerle kanıtlanması şarttı. Bunu kanıtlayanın adı secerei tayyibeye yazılır, kendisine de bunu içeren bir siyadet hücceti [ Seyyidlik belgesi] verilirdi... Gerçekten Hz.Muhammet’in soyundan geldiğini kanıtlayabilecek pek az kimse bulunabile-ceğinden, bunun biricik yolu Nakib’ül-Eşraf’ın gözüne girmekti. O da temsil ettiği zümrenin kalabalıklaşması için bunu teşvik ederdi..." 

XVI. yüzyılda yaşamış bulunan ve kendisi de evlad-ı resul olan Seyyid Nizamoğlu’nun Osmanlı Devleti’ndeki Nakib’ül Eşraflık kurumuna yönelik eleştirileri de dikkat çekicidir:

Sâdâtın ise hali gayet mükedder oldu
Bir kimse eylediler anlara şimdi serdar
Ne ahvâl-i siyadet bilir ne kendi seyyid
Konmuş dahî değildir evine nesl-i Muhtar
Bursa’da iki dükkân rüşvet verip birine
Yani ki mansıb aldı bilmez ki oldu finnar

Daha önce de vurguladığımız gibi, biz Alevi dedelerinin, Baba Mansur, Üryan Hızır, Hıdır Abdal gibi ocak ulularının soyundan geldiklerini görüşünü benimsiyoruz ( Sonsuz Ark'ın Notu: Kendisinden alıntı yapılan araştırmacının kendi fikridir, Seçkin Deniz). Alevi dedelerinin ellerinde bulunan şerecelerde zikredilen isimler de bunu teyid edici yöndedir. 

Şecereler konusunda uzman olmamakla birlikte, Türkçe çevirilerden çıkardığımız sonuçlar şu şekilde özetlenebilir: 

Bu şecerelerde rivayetlere dayalı bilgiler, tarihsel olarak çok farklı yer ve tarihlerde yaşamış kişiler rastgele sıralanmakta ve menkabevi, dinsel bilgiler de sunulmaktadır. 

Örnek olarak Hicri 1165 tarihli Ali Abbas Ocağı’na ait şecerede yer alan “... Pirlik Ali’nin şanında kalıp, dahi Cem mürşidi Şah Ali Abbas’da olup,... Mikail'e eyvallah erip, Mikail, İsrafil’e eyvallah erip, İsrafil Azrail’e, Azrail Muhammed Aleyhisselam’a eyvallah erip, Muhammed-el Mustafa Aliyyel Murtaza’ya eyvallah erip, Aliyyel-Mürteza Mehdi-i sahib-zaman’a eyvallah erip, Mehdi-i sahib-zaman da Yol’a eyvallah edip, YOL cümleden uludur, cümlemizin başıdır yol; YOL ALİ’NİNDİR !... Hubyar Abdal, Üryan Hızır’a eyvallah edip; Üryan Hızır Veysel Karani’ye eyvallah edip, Veysel Karani Şeyh Şazeli’ye, Şeyh Şazeli Zerreyn’e, Şeyh Zerreyn Şeyh Safi’ye, Halil İbrahim Sultan Hatayi’ye, Hatayi Sultan Süleyman’a,... Hüseyin Gazi Battal Gazi’ye eyvallah edip, Ağu içen Zeynel Abidin’e eyvallah edip...” “Yedi kat arş, yedi kat kürs, yedi kat levh, yedi kat kalem, yedi kat Oniki İmam, yedi kat kırk makam, otuz altı bin farza otuzaltı bin sünnetin yüzbini Arş’ta, yüz bini Kürs’te, yüz bini Levh-ü Kalem’de, yüz bini Oniki İmam’da, yüz bini Kırk makam’da, yetmiş bini temennada, yetmişbini tecellada, tecelladan temennaya elini yetirdin mi? Dört Kapı’dan içeri vardın mı? Yetmiş iki’den içeri geçtin mi?...” şeklindeki ifadeler verilebilir.

Yine şecerelerde bulunan soy zincirlerinde farklı sayılarda isimler yer alabilmektedir. Aynı kişi için değişik şecerelerde farklı kişilerle ve sayılarla soy zincirleri oluşturulmuştur. Ayrıca bu şecerelerin bazılarının elde ediliş şekli de dikkat çekicidir. 

Örneğin Hüseyin Abdal Ocağından bir dede, Hicri 1217 tarihli şecerelerinin şu şekilde verildiğini belirtiyor: “...Hüseyin Abdal Sultan Karakesici Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhına hizmet ediyor, Postnişin olan Pir Hüseyin Abdal’ın şeceresini tecdit ve tasdik ediyorlar...” Yine Sinemil Ocağı’nın 1265 tarihli şeceresinde de Kerbela Dergâhı’nda yine bu dergâhtan şahitler onayıyla şecere veriliyor. Şecere şu şekilde bitiyor: “Bu şecerenin sahibi Şeyh Hasan Sultan Sinemil evlatlarından Es-Seyyid Şeyh İbrahim olduğu sabit olup, işbu mahalle kayıt ve şerh verildi ki, talibleri buna göre amel etsinler. Ne fazla ne eksik bir şey yazıldı. İşin doğrusunu Allah bilir. Bu şecereyi Kerbela Tekkesi’nde, Tanrı’nın aciz kullarından olan Şeyh Kasım oğlu Şeyh Musa kaleme almıştır.” 

Sonuç olarak, şecereler elde ediliş amaç ve biçimleri ve içerikleri bakımından ihtiyatla yaklaşılması gereken, ancak çok önemli bilgilerin de sağlanabileceği belgelerdir. Konunun uzmanlarınca bütün şecerelerin toplanarak incelenmesi zorunludur. Ellerinde şecere olanların da bunların hiç olmazsa fotokopilerini bizlere ulaştırması yolumuza önemli bir hizmettir.

C- Alevi Ocakları

Alevi-Bektaşi toplulukları cemaat yapılanması bakımından dergahlar ve ocaklara bağlıdırlar. Toplumsal planda dergâh ve ocak disiplini esastır. Alevi Ocakları,yani dede aileleri, Dede Garkın, Sarı Saltuk ve Kara Donlu Can Baba gibi Alevi geleneğinin evlad-ı resul (seyyid) saydığı ve kutsal kabul ettiği din ulularının adlarını taşımaktadır. Ocaklar zaman içerisinde, bu kutsal dervişlerin soylarından gelenlerce kurumsal hale getirilmiş, bu soylardan gelenlere ocakzade (ocakoğlu) denmiş, dedelik görevinin ocakzade dedeler (seyyidler) tarafından yerine getirilmesi bir gelenek halini almıştır. 

Dedelik konusunda olduğu gibi, ocaklar konusunda da bilimsel araştırmalar yapılmadığından, Türkiye’deki toplumsal ve dinsel ortamı anlamak bakımından çok büyük önem taşıyan bu konuların birçok yönleri karanlıkta kalmıştır. Ben burada ocaklar konusunda giriş niteliğinde de olsa bilgiler sunmaya çalışacağım.

Alevi ocaklarında Hiyerarşik Yapı ve Kökenleri 

Alevi Ocakları arasında kökeni hala açıklığa kavuşmamış bir hiyerarşik yapılanma söz konusudur. Ocakların bir bölümü, başka ocaklara bağlıdır. Bağlı olunan ocak Mürşid Ocağı, bağlı olan ocak ise Pir Ocağı olarak adlandırılır. Bu hiyerarşik yapılanmanın kökenine dair şu varsayımları ileri sürebiliriz:

1-Bu durum bazı ocakların eski oluşlarıyla ilgilidir.

2-Bazı ocakların nüfuzlu oluşuyla, nüfuz bölgeleri ve taliplerinin fazla oluşuyla ilgilidir.

3-Özellikle XVI. yüzyıldan itibaren heterodoks Alevi zümrelerin zaman zaman merkezi idare ile yaşadıkları sürtüşmeler sonucunda gerçekleşen göçler ve sürgünlerle ilgilidir. Bu göçler ve sürgünler sonucunda kimi ocaklara mensup dede ailelerinin göçmeleri ve gittikleri yerde başka adlar altında ocakların ortaya çıkması, ancak önceki ocaklarına kendilerini bağlı saymaları kuvvetle muhtemeldir.

Mürşid ocağı, pir ocağı gibi kavramlar bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde Alevilerce Çelebi Ocağı da denilen Hacı Bektaş Dergâhı dışındaki bu hiyerarşik yapı kaybolmuş, ocaklar birbirlerinden bağımsız, eşit statülü hale gelmiştir. 

Çelebiler’in, Anadolu’daki ocakzade Aleviler üzerindeki nüfuzlarını artırmaları Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi (1862–1921) zamanında gerçekleşmiş, ocaklara bağlı Aleviler üzerinde Hacı Bektaş Dergâhı çelebilerinin nüfuzlarını arttırmak isteyen Cemaleddin Efendi: “...Anadolu’nun en uzak yerlerine kadar adamlar göndererek Hacı Bektaş ocağının ser-çeşme olduğunu, o ocağa görülmeden talip gören dedelerin yolsuz bulunduklarını, erkân, tarîk, evliya, zülfikar ve serdeste gibi adlar ile anılan sopanın yezitlik alameti bulunduğu...” propagandasını yaptırmıştı ve I. Dünya Savaşı için asker toplamak amacıyla Tunceli’ye kadar giden Cemaleddin Efendi kimi ocakları ve Alevi topluluklarını çelebilere bağlamayı başarmıştır. 

Çelebilere bağlananlara dönük, ocaklara bağlı kalmayı sürdürenlere Purut da denilmektedir. Ayrıca Çelebilere bağlı ocakların dedeleri ve çelebilerin Alevi köylerine gönderdikleri vekilleri cem törenlerinde tarik (erkân) yerine ellerini kullandıklarından Pençeli olarak da adlandırılmaktadır. 

Değişik bölgelerde bulunan ocakların dinsel törenlerdeki uygulamalarında ve izledikleri esaslarda da farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin Alevi tahtacıların bağlı bulundukları İzmir Narlıdere ve Aydın Reşadiye’de iki dede ocakları vardır. Bu dede ocaklarının üstünde veya altında başka ocaklar yoktur. 

Ocaklar şeklindeki bu örgütlenme Anadolu’nun birbirinden çok uzak bölgelerinde yaşayan Aleviler arasında iletişimi de sağlayan yegâne araçtır ve bu işlevini ocakzade dedeler aracılığıyla yerine getirmiştir. 

Alevi ocaklarının değişik bölgelerde yaşayan topluluklar üzerinde farklı nüfuz alanları bulunmaktadır. Ocakzade dedeler kendilerine bağlı bölgeler ve köyler dışındaki yerlerde faaliyette bulunmazlar. Taliplerde de böyledir yani, babası hangi ocağın talibiyse, ya da hangi ocaktan ise, o da mutlaka o ocağın talibi olurdu. 

Her ocak belli nüfuz alanlarına sahiptir. Ancak çeşitli nedenlerle bağlı bulundukları ocak ve dedeleri bulunmayan Alevilerin başka ocakzade dedelere bağlandıklarına da rastlanmaktadır. Bazı ocaklar ise adeta bir üst mahkeme işlevine sahiptirler. Düşkün ocağı adı verilen bu tür ocaklar, taliplere verilen cezaları yeniden değerlendirme veya iptal etme yetkilerine sahiptiler.

Dedelik Kurumu'nun İşlevleri

A- Dedelerin Nitelikleri

Aleviliğin temel ilkelerinin yazılı olduğu buyruk kitaplarından, çeşitli araştırmalardan ve Aleviler arasında günümüze kadar sürmüş bulunan uygulamadan anlaşıldığı üzere dedeler şu niteliklere sahip bulunmaktaydılar:

Dedelerin,

1- Evlad-ı Resul (ocakzade) olmaları,
2- Eğitici, terbiye edici (mürebbi) olmaları,
3- Bilgili ve örnek insani özelliklere sahip (mürşid-i kâmil) olmaları,
4- Buyruklarda yazılı esaslara ve yerleşmiş geleneksel Alevilik esaslarına uyuyor olmaları 

gerekirdi. Şimdi bunları inceleyelim. Hem Aleviler arasındaki yaygın inanca ve hem de “Buyruk” kitaplarındaki bilgilere dayanarak denilebilir ki dede, dede soyundan yani ocakzade olmalıdır. 

Ocakzade olan dedeler Evlad-ı Resul yani seyyid kabul edilirler. Bu konuda “Buyruk”larda yer alan ifadelerden bazıları şu şekildedir:

“Ve hem dahi ol pir hazreti oniki imam evlâdından ola ki pirliği makbul ve muhakkak ola ki pirliği caiz ola. Evlad-ı Resulden olmazsa pirliği caiz olur mu? El cevap: Olmaz “

“Tâlib olan kişiye lazım olan şudur ki erenlerin edebini gözleye, velilerin izini izleye, namahrem kimselerden sakına, erenlerin sırrını açığa çıkarmaya, el verip etek tuttuğu kimsenin aslının doğruca Ehl-i Beyt’e çıktığını bile, ona göre biat ve inabe kıla (bağlana). Eğer bir kişi boş etek tutsa, muhremini bilmese, o tâlibden Allah ve melekleri, bütün evliyâ ve peygamberler bizar olur... İMAM CÂFER-İ SÂDIK buyurur ki: Bir kişi Hakk’a tâlib olsa, Evlâd-ı Resul’den başkasına kendini teslim eylese yani bilmediği yerden biat ve inabe kılsa (el etek tutsa) onun meşrebi ve tuttuğu eteğin silsilesi Evlâd-ı Resul’e ve Muhammed-Ali hazretlerine çıkmasa, o kişinin şeyhi şeytan olur. Mahşer gününde erenler katarından ve Hak didarından mahrum kalır. Hz.Peygamber buyurdu ki: “Benim evladımdan başkalarını pir edinenlerin piri şeytandır.”  “Ol zamandan bu güne kadar, şeriat, tarikat, maarifet, hakikat ve pirlik secde Muhammed-Ali’den kaldı. Ol sebepten, evlâdı Resulden gayrisine pirlik etmek ve talip olmak caiz de-ğildir. Yediği, içtiği haramdır. Murtadı tarikat, murtadı hakikattır. Ve hem irşadı ve biatı ve tövbesi makbul değildir. Çünkü evlâdı Resulden biatı yoktur. Sermayesiz kalmıştır. Onun aslı asla yoktur. Ol kimse Oniki İmam dergâhından nasibsizdir.” (Sonsuz Ark'ın Notu: "Benim evladımdan başkalarını pir edinenlerin piri şeytandır.” şeklinde bir hadis bulunmamaktadır. Seçkin Deniz)

“Hazret Resul bir hadiste buyurur ki Allahu Taalâ hazretleri kelâmı kadiminde öyle buyurmuş ki “asıl asıldır” demiştir. Zira ezelden hırka ve meftul ve irşad ve tövbe ve pirlik ve seccade bunun cümlesi Şahı Merdan Ali’ye gelmiştir. İmdî şah evlâdı ve nesli olmayan kimseye pirlik etmek caiz değildir. Evlâd-ı Muhammed-Ali’den ola ki pirliği caiz ola. İlmi ile amil ola. Dört kapı, kırk makamdan on iki erkândan on yedi kemerbestten, üç sünnetten yedi farzdan bir şarttan, meşayihi kübra ilminden haberdar ola. Ve tarikat ile otura dura ki hakikat ile yola vara ki pirliği caiz ola. Çünkü talip ve yol mürşidindir.”

“Şurasını iyi bil ki, Ulu Tanrı “Ya Muhammed! İki cihanda benim dilediğim sensin. Seni, kendi varlığım için yarattım ve onsekiz bin âlemi senin için yarattım. Eğer sen olmasaydın, evet sen olmasaydın yerleri ve gökleri ve ikisi arasındaki varlıkları yaratmazdım.” buyurur. (Sonsuz Ark'ın Notu: Bahsedilen hitabın herhangi bir ayet ya da hadis temeli dayanağı yoktur. Seçkin Deniz)

Şu halde, bu delil ile bizlere farz oldu ki, O’nu can-ı gönülden sevelim ve de O’nun soyunu (Ehl-i Beyti’ni) sevip muhabbet edelim. Çünkü Resulullah efendimiz, evrenin var olmasının sebebidir.
Yine Ulu Tanrı buyurur ki:

“Ya Muhammed! Ululuğum ve celalim hakkı için her kim seni ve evlâdını sevip muhabbet eylerse, yerler ve gökler kadar günahı da olsa bağışlarım, rahmetimi ona esirgemem. Ve her kim ki seni ve evlâdını sevmezse, yerler ve gökler kadar ibâdet etmiş olsa da, onun yeri cehennemdir, sonsuza dek oradan çıkmaz.” (Sonsuz Ark'ın Notu: Bahsedilen hitabın herhangi bir ayet ya da hadis temeli dayanağı yoktur. Seçkin Deniz)

Yine Hz.Resûl buyurur ki:

Bir kimse gönlünü Resûl’ün evlâdından başkasına teslim eylese ya da bağlandığı kimsenin meşrebi Hz.Resûl’e çıkmasa, o kişinin şeyhi (önderi) şeytandır. “Bundan, Allah’a sığınırız.” (Sonsuz Ark'ın Notu: Hadis diyerek anlatılan ifadenin temeli,dayanağı yoktur. Seçkin Deniz)

“Öyleyse, imdi: Halifeler (tarikatı seven muhipler) ve Pir’ler bu erkânı (ilkeleri) yerli yerince göreler (uygulayanlar) ve de şeyh’in(Mürşid’in) meşrebi ve silsilelerini (soy kütüğünü) Şah-ı Velâyet İmam-ı Ali’ye ulaştıralar. Talip götüren (eğiten) kişiye gerektir ki bu sorularda kâmil (olgun mürşid) olalar, yeri gelince cevap vereler. Yukarıda belirtilen ilkelerle cevap vermezse, o kimsenin Pir’liği ve mürebbiliği caiz değildir. İmdi, mürebbi ve pir (mürşid) olan ve halife (talip, muhip) yurdunda olan kimselerin, bu suallerde hiç kusuru olmaya, çok önemlidir ve hem farz-ı ayn’ dır, vaciptir.”

Sonuç olarak denilebilir ki, dedelerin Evladı Resul yani seyyid olmaları bir önkoşul idi. Dedelerin bir diğer önemli niteliği ise, eğitici (mürebbi) olmaları idi. Dedelerin mürebbi yani eğitici nitelikleri o derece önemliydi ki, mürebbi sözcüğü, tıpkı pir ve mürşid gibi dede yerine kullanılmaktaydı. 

Dedelerin bu önemli niteliği Şeyh Safi Buyruğu’nda ele alınmakta, mürebbiliğin üç şartı ve dört nişanı açıklanmaktadır. Aynı şekilde görüştüğüm dedeler de, dedelerin eğitici olma niteliklerine önemle dikkat çekmişlerdir. 

Yine İmam Cafer Buyruğu’ndaki şu ifadelerle de dedelerin eğiticilik yönleri vurgulanıyor: “... Ve tarikat babların ve hikmetlerin ve beyanların ve ayetlerin tamam bilmeyince, erkân dahi gayet öğrenmeyince ve bildirmeyince onların pirliği caiz olmaz. Yedikleri aldıkları haramdır.” 

Dedelerin bilgili ve cemaatlerine örnek olacak insani özelliklere sahip olmaları da gerekmekteydi. Dedeler, taliplerinin dinsel hatta toplumsal planda karşılaştıkları sorunları çözmelerinde onlara yol gösterecek bilgi donanımına sahip bulunmak zorundaydılar.

Ayrıca dedeler, örnek insan olarak kabul edilirler, cemaat içerisindeki saygın konumlarına uygun ahlaki niteliklere sahip olmaları gerekirdi. Gerek “Buyruk” kitaplarında, gerek Aleviler ve dedeler ile görüşmelerde, ideal dede tasvir edilirken bu noktalar vurgulanmış, günümüzde bu niteliklerin eski rol ve önemlerini giderek yitirdiklerinden yakınılmıştır. 

İmam Cafer Buyruğu’nda yer alan, “... Amma ki pir olan ve rehber olan okuryazar ola... Ve pir oldur ki, hem kâmil ola, hem dört kapı nedir ve ne olduğunu bile. Ve ayetler ile amil ola. Hem dahi amel ede. Ve makamların bile.” gibi ifadelerle de, dedelerin bilgili olmaları konusu vurgulanmaktadır.

Alevi dedelerinin “Buyruk”larda yazılı esaslara ve gelenek halini almış Alevi esaslarına göre davranmaları zorunludur. Kendileri bu kurallara uymalıdır ki, taliplerin de bunlara uymaları sağlanabilsin ve uymayanlar kınanabilsin veya cezalandırılabilsin. Bu kurallara uymayan dedelerin dedelik yapabilme yetkileri ellerinden alınır, yani tarikattan düşürülür. 

Alevi “Buyruk”larında dedelerin bilmesi gerekli esaslar ayrıntılarıyla yazılıdır. Yazılı olmayan durumlarda, dede kendisi, cemaatin de görüşünü alarak kararını verir. Dede, taliplerin yol atası olarak kabul edildiğinden ve oniki imamları temsil ettiğine inanıldığından, oldukça geniş yetkilere sahiptir.

Zamanla dedeler, “Buyruk”larda yazılı kurallara göre karar vermeyi bırakmışlar ve kendi bilgileri ve görgüleri doğrultusunda karar vermeye başlamışlardır. Bazı bölgelerde Oniki Burç olarak adlandırılan suç ve cezaların yazılı olduğu esasların uygulandığı görülmektedir ki, bu Anadolu’nun farklı bölgelerinde bulunan Alevi zümrelerinin bazı farklı uygulamalarına işaret etmektedir.

Dedelerin taliplerce ziyaretleri dahi belli kurallara bağlanmıştır. Buyruk’ta Dede’yi ziyaret için üç koşul öngörülmektedir:

“İmdi malûm oldu ki mürşid ve sûfi olan, pirin ve mürebbinin nazarına varmakta üç erkân vardır. Birinci: eli kuru boş varmaya, İkinci: abdestsiz ve taharetsiz bedhuy ile varmaya, Üçüncü: Mürşidin ve mürebbinin ve üstadın yanlarında şeriat ehli oldukta, ellerin bağlayıp nazarda duralar. Ondan şeriat ehli gittikten sonra kalkıp nazara geçip hayır dua alıp evvel ayaklarına sonra dizlerine ve ondan ellerine niyaz edeler. Eğer ki yanlarında tarikat ehli olursa sûfi olan ellerin yanına salıp darı mansur olup dura. Mürebbi ve mürşit ve üstad gülbenk edip talip ve mürit ve şakirt secde edip şeytan aleyhünlâneden kurtulup meleğe ulu âdeme secde edeler.”

B- Dedelerin İşlevleri

Daha önce dedelerin nitelikleri üzerinde duruldu. Şimdi ise işlevleri ele alınacaktır. Belirtilen niteliklere sahip bulunan Alevi dedeleri, gerek bulundukları yerleşim alanlarında, gerekse belli zamanlarda kendilerine bağlı yerlerdeki taliplerini ziyaretleri sırasında bu işlevleri yerine getirirlerdi. 

Dedelerin uzakta bulunan talipleri için kendilerine bağlı bir mürebbi (dikme dede) atadıkları da görülmektedir. Dikme dede, kendisini atayan ocakzade dedeye bağımlıydı. Ocakzade dede taliplerin şikayeti üzerine onu görevden alabilirdi. 

Dikme Dede’ye, Ocakzade Dede'ye verilen Hakkullah da verilmez, her hasat zamanı bir miktar ürün verilirdi. Hakkullah, Ocakzade Dede geldiğinde ancak ona verilebilirdi. Bu Dikme Dedelerin bir bölümünün zamanla, bağlı oldukları ocakları tanımadıkları ve bağımsız ocaklar oluşturdukları da tahmin olunabilir. Dedelerin başlıca işlevleri şu şekilde sınıflandırılabilir:

1- Sosyal ve dinsel bakımdan cemaate önderlik etme, cemaati irşad (aydınlatma) ve bilgilendirme,
2- Dinsel ayinleri (cem törenleri) yönetme,
3- Suçluları düşkün etme, Dargınları barıştırma,
5- Bayram, cenaze, evlenme, sünnet vb. törenlerdeki görevleri,

Alevi dedeleri ve diğer aile bireyleri toplumda büyük saygı görürler. Dede toplumun lideridir. Dedenin bu saygınlığı daha önce belirtilen niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Alevilerce dedenin soyu kutsaldır, dede en bilgili olandır, “Buyruk” kitaplarına sahiptir, onları okuyabilir, tüm bu nitelikleriyle taliplerin her türlü problemlerine çözüm getirilebilir.

Aleviler’de yaşamın her alanında Dede nüfuzunu görmek mümkündür. Her konuda Dede'ye danışılır. Dede belli aralıklarla yapılan cem törenlerinde taliplere öğütler verir, onları bilgilendirirdi. Aleviler dedelerin buyruklarına titizlikle uyarlar, uymayanlara çeşitli yaptırımlar uygulanırdı. Dedeler, “Buyruk”larda yeralan dinsel esasları, Oniki İmamlar, Kerbela vb. konuları sürekli Alevilere öğretirlerdi. Her Alevi, yarı tarihi, yarı menkıbevi veya bütünüyle menkıbevi bu bilgileri öğrenirdi.

Dedelerin en önemli işlevlerinden biri de, cem törenlerini yönetmesinde kendini gösterir. Alevilerin ibadetlerinin temeli bu cem törenlerine dayanır. 

Ocakzade dedeler, her yıl düzenli bir şekilde kendilerine bağlı köylerdeki taliplerini ziyaret ederler. Dedelerin bu ziyaretleri, hasat zamanı geçtikten sonra yapılır. Dede bir yere geldiğinde Peyik (davetçi) adı verilen bir kişi ve ev dolaşarak dedenin geldiğini ve cem töreni yapılacağını köylülere haber verir. Köydeki evlerden biri cem töreni için hazırlanır. 

Bu cem töreni (görgü cemi) cuma akşamı, yani perşembeyi cumaya bağlayan gece yapılır. Cem’de oniki hizmet ve bu hizmetlerin ayrı ayrı sahipleri vardır. Cem’de oniki hizmet sahipleri ve görevleri şu şekildedir:

Dede, cem törenini yönetir. Rehber, cemde görgüsü yapılanlara yardımcı olur. Gözcü, cemde düzeni sağlar. Çerağcı, çerağı (mumu) yakar, meydanın aydınlanmasını sağlar. Zakir, saz çalarak deyişler söyler. Süpürgeci, her hizmetin sonunda, süpürge çalma görevini yerine getirir. Sakka, su dağıtır, lokmalar yendikten sonra temizlik için ibrik, leğen, havlu getirir. Sofracı, kurban ve yemek işlerine bakar. Pervane, cemevine gelenler ve gidenlerle ilgilenir. Peyik, cemin yapılacağını herkese haber verir. İznikçi, cemevinin temizliğine bakar. Kapıcı, cem yapılan yerin kapısında bekler.

Cem töreni, dede tarafından görevlendirilmiş yukarıda adları verilen hizmet sahiplerince, Dede'nin yönetiminde, belli bir düzen içerisinde yerine getirilir. Dede, cem törenini cem yapılan yerin başköşesinde bulunan post üzerinde oturarak yönetir. Burada cem töreninin karmaşık işleyişi verilmekten çok, dedenin yönettiği bu cemin (görgü cemi) Aleviler arasındaki işlevlerine dikkat çekilmek istenmektedir.

Cem törenine düşkün (suçlu) olanlar alınmazlar. Cem’e gelen talipler yüzleri dedeye dönük olarak belli bir düzen içerisinde diz üstü otururlar. Görgü cemi bütün taliplerin müsahipleri ile birlikte görülmesi şeklinde sürer. Her musahip görülmesinde dede, cemaatten razılık alır. “Bu canlardan razı mısınız?” diye sorar. 

Cem’de kurban hizmeti de görülür. Semah ve dualar (gülbâng) okunur. Cem’de işleyiş, dedenin yönetiminde ve diğer hizmet sahiplerinin hizmetleriyle büyük bir disiplin içerisinde yürütülür. Görgü ceminin yanısıra, musahiblik cemi, Abdal Musa kurbanı, Sultan Nevruz cemi, gibi diğer toplanma zamanlarında da yönetici konumundadır, cemaate öğütler ve bilgiler verir. 

İyi insan (insanı kâmil) olabilmenin ancak, “Eline, diline, beline bağlı olmak” ilkesine uyularak mümkün olabileceği öğütlenir. Toplumun suç saydığı fiillere, ağır yaptırımların uygulanacağı, Aleviliğin kötü davranışları yapanları dışladığı, Alevi ulularının da böyle kişilerden razı olmayacağı şeklinde soyut, somut nitelikli çeşitli telkinlerde bulunulur.

Alevi dedelerinin önemli işlevlerinden biri de, dargınları barıştırmaktı. Bu işlev, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan düşmanlıkların sona ermesini sağlayarak, toplumsal huzurun bozulmasını önlüyordu. Birbirleriyle konuşmayan, dargın olanlar dedenin huzurunda mutlaka barıştırılır, barışmayanlar cezalandırılırlardı. Bu kişiler toplum tarafından dışlanır, hatta sürgün bile edilebilirlerdi. 

Dedelerin dargınları barıştırması işlevi, çeşitli araştırmacıların da dikkatini çekmiş, kapalı bir toplumsal yapıya sahip Aleviler arasında varolan suç oranındaki azlık ve toplumsal barış ortamında bunun da rolü olabileceğine dikkat çekilmiştir.

Aleviler’de suç işleyen düşkün, bu durum da düşkünlük olarak adlandırılır. Düşkün olanlara suçlarına göre değişik cezalar verilirdi. Düşkünlere tarik çalınır, para vd. cezalar uygulanırdı ki, “Buyruk” kitaplarında bu cezalar her suç için ayrı ayrı belirtilmekteydi. 

Düşkün olanlar cem törenlerine katılamazlar, kurban yiyemez ve yediremezler, toplumdan dışlanırlardı. Ailesi bile o kişiyi evlerine alamazdı. Ayrıca üç sünnet, yedi farz olarak bilinen esaslara uymayanlara uygulanacak cezalar da “Buyruk” kitaplarında bulunmaktadır.

Cem’e katılmak ve kurban lokması yemek Alevi erkânına göre şu kişilere yasak edilmiştir ki bu yaptırım o günkü toplumsal koşullar düşünüldüğünde oldukça etkili olmuştur:

1-Müsahibi olmayana,
2-Mürebbisi olmayana,
3-Bekâr ve kızkardeşi, annesi, işi gücü olmayana cem’e katılmak ve kurban eti yemek yasaklanmıştır. 

Eğer talibin suçu, büyük günahlardan (günah-ı kebair) ise dede’nin bu konuda yapabileceği bir şey yoktur. Buyruk’taki deyimle “Ancak onun davasını mahşerde Hak Taalâ icra eder.” Oysa küçük günahların(günah-ı sagayir) cezalandırılma ve affedilmesine ilişkin koşulların belirlenmesi ve uygulatılmasında dede tam yetkilidir. 

Buyruk’ta yer alan ve Hz.Ali’den, Selman-ı Farisi’nin rivayet ettiği “.. Ve üstad hakkına riayet edeler. Ve üstaddan can dahi sakınmayalar...” sözleriyle taliplere dedenin hizmetlerinin karşılığının verilmesi, hatta ondan canlarını dahi sakınmamaları, canlarını feda etmeye hazır olmaları telkini yapılmaktadır. 

Taliplerin, dedelerce yargılanması ve cezalandırılmalarını, Aleviliğin temel inanç esaslarının yazılı olduğu “Buyruk” kitaplarından görelim:

“Cem halinde bir kimseye bir sohbet düşse, yani bir tâlibden bir günah meydana gelse, şöyle ki: Tarikat içinde noksanlık yapsa, yol ehli kardeşler arasında sitemli (suçlu, düşkün) olsa ve o toplantıda “gözcü” olan kimse bunu görüp, eksiğini yakalasa; düşkün talib sitemine razı olup yola boyun verdiği takdirde, o kimseye “erkân” sürmek lâzım gelir. Fakat o mecliste halife yurdunda (mürşid makamında) oturan kişinin bilmesi gerektir ki: Bu tâlib ne gibi bir günahın sahibidir? Kaçıncı sünnetten veya kaçıncı farz’dan düşmüştür? Sünnet’den mi düştü yoksa farz’dan mı düştü? Ve buna ne lâzım gelir? O kişi nasıl olursa arınır, gü-nahından yargılanır ve ne ile pak olur? Yoksa o günah farzla sünnet arasında mıdır? Güzelce anlayıp, ona göre sitemini sürmek gerektir.”

“Bir tâlib bir talibin evine varsa, evsahibi olan talibin ona izzet ve hürmet edip gücü yettiğince nesi varsa meydana getire ve onun gelmesini mübarek bile, geldiği için sevincini göstere. Eğer o tâlib onun gelmesinden safa ve sevinç duymayıp, içtenlikle ona muhabbet ve güleryüz göstermeyip, varını ondan esirgeyip lokmasını saklasa, Tanrı katında ve erenler katında yüzü karadır, ikrarı saf değildir. Ve bir tâlib kendi lokmasını bir münkire ve bir münafıka yedirse, benim etimi yedirmiş gibidir. Ve yine bir tâlib kendi zürriyetini bir münkire verse ONİKİ İMAM’ın etini yedirmiş gibi günah kazanır.”

“Öyleyse, iyi bilinmeli ki, mürşid buyruğuyla anlaşılan: Bir kimse kendi bilgisizliği ile ya da dünya tamahı ve nefsinin isteği ile kendi kendini pîr edinip, Erenlerin sırrını zâhir ehline (yabancılara) anlatıp, halka gösterirse, Hazret-i İMAM CÂFER-İ SÂDIK kavliyle, böyle bir kişinin katli (ya da toplumdan kovulması) helaldır. Bu tür kişilerden uzaklaşmayıp, bir arada durup oturup, lokma (yemek) yedirip, onun da lokmasını yiyen kimseler dahi, Mürşid’in emriyle dergâh’tan sürgündür, işte bu kadar!”

Buyruk’ta, “Üç Sünnet Yedi Farz”dan düşenlerin (bu esaslara uymayanların) durumları da şu şekildedir:

ÜÇ SÜNNETTEN DÜŞENİN GÖRÜLMESİ:

"Birinci sünnetten düşen talibin üzerine yol vardıkta eğer yola boyun verirse onu kendi görgüsüne koyasın, ne hizmet yaparsa onunla kabul edesin.

İkinci sünneten düşen talibin üzerine yol vardıkta bir tarik ilzam edip, bir akçe tercüman alasın, üç akçe halife hakkı alasın.

Üçüncü sünnetten düşen talibe üç tarik ilzam edip, üç akçe tercüman alasın, üç akçe halifeye hak edip, beş akçe üstad hakkı (şehanzer) alasın."

YEDİ FARZDAN DÜŞENİN GÖRÜLMESİ:

"Bir talib ki birinci farzdan düşse, beş tarik ilzam edip, beş akçe tercüman alasınız. Beş akçe halifeye hak edip, yedi akçe üstad hakkı alasınız.

İkinci farzdan düşen talibe yedi tarik ilzam edip, yedi akçe tercüman alasınız. Beş akçe halifeye hak edip on bir akçe üstad hakkı alasınız.

Üçüncü farzdan düşen talibe on iki tarik ilzam edip, on iki akçe tercüman alasınız. Dokuz akçe halifeye hak edip, on yedi akçe üstad hakkı alasınız.

Dördüncü farzdan düşen talibe on yedi tarik ilzam edip, on yedi akçe tercüman alıp, on beş akçe halifeye hak edip, kırk akçe üstad hakkı alasınız.

Ve bundan sonra kalan üç farzın günahı birdir. İster mürebbi gözünden düşse ve ister müsahib gönlünden düşse ve eğer başından tacı alınmış olsa, bu üç farzın günahı birdir. Şöyle ki: Kırk yedi tarîk ilzam edip, kırk yedi akçe gazilere tercüman alasınız. Otuz üç akçe halifeye hak edip, yetmiş dokuz akçe şehanzer alasınız; üstad hakkıdır."

YEDİ FARZDAN DÜŞKÜN OLANLARIN DURUMU:

"Ve bundan sonra bilmiş olasınız ki, bir kişi bunca farzdan düşse ona derman yoktur, sürgün olur. İşte o talib Dergâh’a varıp kendi özünü meşayihe (Şeyhlere/Dedelere) yetirmek gerek. Mürşid kabul ederse talib de kabul ede. Mürşidin kabul etmediğine talibden de derman yoktur, yüzü karadır, sürgündür, hiç bir cemiyette yeri yoktur. Eğer mürşid kabul ederse o kişinin bütün malını miras etmek gerekir. Bu tarîk(yol-erkân) içinde her kim inad ve muhalefet ederse, bu tarîka göre amel etmezse sürgündür, o kimse bu tarîkden değildir, dünyada ve ahirette yüzü karadır, ON İKİ İMAM KATARINDAN ve HAK DİDARINDAN mahrum kalır. Kıyamet gününde bütün peygamberler ve erenler ondan bîzar (bıkmış) olur. Amma, bir kimse yoksul durumda olsa tercümanı onun rızasıdır; her ne getirse alıp kabul edeler. Dahi bundan sonra İMAM-I NÂTIK CAFER-İ SADIK hazretleri buyurmuştur ki:

Bir kişi livata eylese, bu tarik içinde o kişi farzdan düşer. Hiç bir mezheb içinde yeri yoktur. Eğer bunu yapacak olursa gerektir ki üçyüz altmış tarik ilzam edesiniz. O kişi bu tarîk içinde ölürse murdardır. Eğer korkarsa üçyüz altmış akçe gazilere tercüman alasınız. Doksan dokuz akçe halifeye hak edip, üstad hakkı (şehanzer) bütün malını miras edip ondalıyasınız. Ta ki o talibin işi temiz ola." 

Düşkünlük cezası ya dede, ya da dede vekili tarafından verilirdi. Suç dedeye söylenir, ceza istenirdi. Suç ne olursa olsun dede suçluyu dinler, sorar, sonra cezayı bildirirdi. Düşkünlük cezasının sonunda yeniden dedeye başvurulurdu. Dede’nin de uygun görmesiyle, düşkünlüğü sona eren talip yeniden topluma kazanılmış olurdu. 

Antalya Tahtacıları konusundaki araştırmalarıyla tanınan Naci Kum Atabeyli’nin “...Aralarında mistik bir inzibat hâkimdir. Dedelerin, kendilerini düşkün etmesinden korkarlar...” ifadesi düşkünlük kurumunun sosyal işlevini vurgulamaktadır. 

Alevi dedelerinin bayram, ölüm, evlenme, sünnet gibi törenlerde de birtakım görevleri bulunmaktaydı. Cemaat için çok önemli olan böyle zamanlarda dede mutlaka bulunurdu. Bayram günlerinde, bayramlaşmalarda dede büyük saygı görür, dedenin veya bir başka kişinin evinde toplanılır, dede bu sohbetlerde o günün Alevi inancındaki önemi üzerine bilgiler verir, cemaatle söyleşirdi. 

Dede ölüm halinde yas yerine gider, akrabalarına başsağlığında bulunur dualar ederdi. Alevi-Bektaşilerde ölüm haline, hakka yürümek denirdi. Bazı bölgelerde cenazeyi dede veya dede vekili yıkar cenaze namazını da dede kıldırırdı. Dedelerin bir görevi de evlenme zamanlarında görülür. Çoğu zaman nikâhları dedeler kıyar, nikâh dedenin duasıyla sona ererdi. Dede sünnet törenlerinde bulunur ve dualar ederdi.

N. Sevgen şu bilgiyi veriyor: “Nişan indirmek eğlencesiz ve gürültüsüz geçer. Bu sadece “Emr’i Hak”ı yerine getirmektir. Oğlan ve kız tarafından gelenlerle bir heyet teşkil olunur. Aralarında bulunan seyyid veya kâmil bir adam, “Emr’i Hak” denilen sözü, yani kızın oğlana nişanlandığını ilan ve orada bulunanları işhad eder. Alevi âdeti veçhile on iki İmamın isimleri zikrolunarak bir dua okunur, şerbet içilir, merasim biter. Bu derece basit bir merasimle nihayetlenen nişan, bütün kudsiyetini bu “Emr’i Hak”dan ve on iki İmamın ismi üzerine okunan duadan almaktadır...”

Dedelerin bu toplumsal işlevleri daha da arttırılabilir. Dedeler hastalıkların tedavisinde de rol sahibi oldular. Bu tedavi şekli, dedelerin hastalara dua etmeleri ve bitkilerden yaptıkları ilaçları kullanmalarına dayanırdı. Dede kimi zaman hastaya ve ailesine, bir Alevi büyüğü için kurban kesmelerini veya hastayı, bir Alevi büyüğünün bulunduğu türbeye götürmelerini salık verebilirdi. 

Örneğin, Erzincan’ın Ocak köyündeki Hıdır Abdal Sultan Türbesi’ne hastaların tedavi için getirildikleri, daha sonra iyileşenler için kurban kesmek için, yeniden geldikleri bilinmektedir.

Dedelerin bir diğer önemli işlevi de, onların sözlü halk geleneğinin nesilden nesile yüzyıllardır aktarıcısı olmalarıydı. Bugün varolan halk edebiyatımızda dedelerin yaşatıcı ve geliştirici rolleri yadsınamaz. Pir Sultan Abdal’ın, Kul Himmet’in, Şah Hatayi’nin coşkulu şiirlerini dillerinden düşürmeyen, cem törenlerinde sürekli yineleyen dedeler, bu şiirleri halka da aşılayarak yüzyıllardır yaşamalarını sağlamışlardır.

Aleviler’de, mal veya para olarak verilebilen dinsel ödentiler bulunmaktaydı. Bir tür dinsel mali yükümlülük olarak görülebilecek bu ödentiler, dedelere, babalara, çelebilere verilebildiği gibi, dergâhların ve küçük tekkelerin hizmetlerinin karşılanması için verilebilirdi. Burada bunun sadece dedeler ile ilgili yönüne değinilecektir. 

Kapalı bir toplumsal yapıya sahip Alevilerdeki cemaat yapılanmasının doğal bir sonucu olarak, dinsel hizmetleri gören dedelere, Alevi toplumu hizmetlerinin karşılığını bu şekilde ödüyor ve bu hizmetlerin devamı bu şekilde sağlanıyordu. Daha önce de değinildiği üzere İslamı benimsemeden önce Türkler arasında da benzeri uygulamalara rastlanmaktaydı. Dedelere para veya mal olarak, verilebilen bu armağanlar en yaygın olarak hakkullah veya çıralık olarak adlandırılmaktaydı.

“Buyruk” kitaplarında bu dinsel ödemenin hangi durumlarda, hangi miktarlarda yapılacağı ayrıntılarıyla yazılıdır. Örneğin, yeni musahip olanlardan 110 para üstad hakkı, 7 para döşek hakkı alınacağı; meydana geçen musahiplerden 7 para döşek hakkı alınacağı; meydana geçen musahiplerden 7 para döşek hakkı alınacağı; musahipsizden ise üç para alınacağı belirtilmektedir. 

Çeşitli kaynaklardan, dedeler ve talipler arasında yaptığımız araştırmalara göre Aleviler arasındaki uygulama Erdentuğ’un da belirttiği gibi “... Dede eline verilene açıp bakmaz: verilen miktar belli değildir. Yani hakkullah için muayyen bir fiyat kesilmez; herkes gönlünden kopanı verir...” şeklindeydi. 

Dedelerin işlevlerini bitirmeden, dedelerin hangi durumlarda (vefat hariç) görevlerinin sona erdiğine de değinmek gerekmektedir. Dedeler, Alevilik esaslarına göre büyük günahlardan (günah-ı kebair) kabul edilen suçları işlediklerinde dedelik görevlerini yerine getirmekten men edilirlerdi. 

İmam Cafer Buyruğu’nda, dedenin görevden alınmasını gerektiren büyük suçlar şu şekilde yer alıyor:

“Bir pir (dede) avratını tatlik etse yani boşasa, kan etse. Kelime-i küfür söylese. livata eylese, ebediyen ona günahı kebairdir. Bunu işleyen talip olsa derdine derman yoktur. Pir (dede) ederse onun yüzüne bakıp misafir ederlerse o bastığı yerde kırk sene kadar hayır bereket olmaz. Yanına varmıyalar...” 

Belirtilen bu suçları işleyen dedeler, dedelikten men edilirlerdi. Ayrıca, bilgisiz olan yani Alevlik esaslarını, yol ve erkânını bilmeyenler de dedelikten azledilirlerdi. Dedelikten azledilmenin bir diğer nedeni ise, tarikate muhalif, yani düşkün olan taliplerden hakkullah almaktı. Düşkünlerden hakkullah kabul eden dedeler tarikatten düşerlerdi, yani dedelik görevleri sonlanırdı. Dedeler sözü edilen bu nedenlerden dolayı görevden, bağlı olduğu piri ve mürşidi tarafından alınırdı. 

Alevi dedelerinin esas aldıkları kurallara göre dedelik görevi sonlanan bir dedenin talipleri, aynı ocakzade ailenin varsa amcazadelerine bağlanırlardı. Bu durum Buyruk’ta şu şekilde ifade ediliyor: “Eğer pir yolundan düşerse günah-ı kebairden bir işi edip erkâna lâyık olmazsa talip ol ocaktan çıkmaz. Emmi zadelerinden yapışmak erkândır”

Ancak bu dinsel uygulamanın yanısıra, bağlı bulundukları ocakzade dedelerinden yoksun bulunan Alevilerin başka ocakzade dedelere bağlandıklarına da rastlanmaktadır. Ayrıca yine Buyruk’ta olmak üzere bir pirin benimsenebileceği ifade edilmektedir ki, bu da belli koşullara bağlanmıştır:

“Bir talibin piri ırak olsa, eli ermese, ona vekâleten gayriden el tuta; görüle. Her kaç seneden sonra piri gelirse yine pirine ikrar iman etmek erkândır. Zira atasının pirini inkar ederse, münkir olur...”

Yine Buyruk’ta, soyu devam etmeyen dedelerin taliplerinin Evlad-ı Resul olmak koşuluyla herhangi bir dedeye bağlanabilecekleri de öngörülmektedir.

Günümüzde Dedelik Kurumu

Dedelik kurumunun hem işlev hem de etkinlik bakımından zayıflaması, cumhuriyet öncesi ve sonrası yaşanan gelişmelerle yakından ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Türkiye’nin yaşadığı siyasal ve sosyo-ekonomik dönüşüm, köklü değişikliklere yol açmıştı. 

Bu sırada sosyal kurumlar da doğal olarak eski niteliklerini ve işlevlerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya gelmişlerdir. Özellikle 1950’lerden sonra giderek hızlanan köyden kente göç olgusu, büyük nüfus hareketleri yaratmış, eski toplumsal yapı parçalanmıştır. 

Daha önce köylerde varolan toplumsal yapı, yüzyüze ilişkilere, geleneklere dayanıyor, gelenek ve göreneklerden kaynaklanan esaslar, köy yaşamına egemen bulunuyordu. Dedelik kurumunun işlevlerini ve etkinliğini de bu toplumsal yapı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Böylece, göçlerle, köydeki toplumsal yapı bozulunca, bu toplumsal yapının gereksinmeleri doğrultusunda şekillenmiş bulunan dedelik kurumu da zarar gördü ve işlevlerini yitirmeye başladı.

Kırdan kente göç olgusu, kırdaki toprak azlığı, tarımda makineleşme, ulaşım ağının yaygınlaşması, hızlı nüfus artışı, tarım dışı faaliyetlerin canlanması ve halkın giderek yükselen beklentileri gibi sosyo-ekonomik etkenlere dayanmaktaydı. Kentlere göç, köylerdeki toplumsal yapıyı altüst etmiş, yüzyılların getirdiği yerleşmiş inanç ve gelenekler de sarsılmıştır. Göçler sonucu dede-talip ilişkilerini sağlayan sosyal yapının çözülmesi çeşitli sorunlara yol açmıştır. 

Bu süreç içinde birçok dede, işlevlerini sürdüremez hale gelmiş, talipler ise daha önce her konuda başvurdukları dedelerden yoksun kalmışlar, inanç yönünden adeta bir boşluğa düşmüşlerdir. Hem dedeler, hem talipler bakımından, köydeki sosyal ortamı ve o ortamda yerine getirilen cem törenleri vb. törenleri devam ettirmek mümkün olamamıştır. 

Bilindiği üzere 30 Kasım 1925’te 677 sayılı yasayla, tekke ve zaviyeler kapatılmış; tarikatlar yasaklanmış, şeyhlik, dervişlik, seyitlik, halifelik, müritlik, gibi ünvanların kullanılmasına son verilmiş; üfürükçülük, falcılık, muska yazma; tarikatlarla ilgili giysiler giyilmesi yasaklanmış, türbeler kapatılmıştı. 

Kimi araştırmacılara göre bu yasa sonrasında, Alevi dedelerinin Anadolu’da dolaşarak taliplerini ziyaret edememişler ve bunun sonucunda, Alevilik inanç esasları ve kurumları ve bunlara olan bağlılık zayıflamıştır. Bu konuda R.Yetişen şu bilgileri veriyor:

“... Tarikatların kalktığı tarihte halkın ruhiyatı kısa bir müddet için müthiş sarsılmış, fakat bilhassa gençler yeni rejime herkesten evvel üç beş yıl içinde alışmışlardır: öyle ki, dedeleriyle, babalarıyle garip zihniyetler bahsinde alay bile etmişlerdir...”

İsmail Hakkı da “Çepniler Balıkesirde” adlı eserinde, dedelerin Anadolu’da dolaşmaları yasaklandıktan sonra, dinsel ve ahlaki esaslara olan bağlılığın zayıfladığını ifade ediyor. Bu zayıflama da bu yasal önlemin rolü olduğu kabul edilebilirse de, bu fazla abartılmamalıdır çünkü dedelik kurumunu zayıflatan etkenler esas olarak sosyo-ekonomiktir. 

Göç olgusu, köylerdeki sosyal yapının çözülmesine yol açmış, eğitim kurumlarının, iletişim olanaklarının artması gibi gelişmeler dedelik kurumunun çözülmesine, dede-talip ilişkilerinin kopmasına neden olmuştur. 

Dede-talip ilişkisinin kopması, dedenin daha önce sahip bulunduğu sosyal ve dinsel bakımlardan cemaate önderlik etme, cemaati aydınlatma ve bilgilendirme işlevlerinin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Cumhuriyetin eğitim kurumları ve iletişim araçları dedelerin devre dışı kalmalarına neden olmuştur. 

Bu şekilde, zamanla dedelerin bilgi bakımından taliplerin de gerisinde kalmaları, dedelerin saygınlığını zedeleyen ana neden olmuştur. Ayrıca kimi araştırmacılar, dedelerin cahil kalmalarına neden olarak bu kurumun soy yoluyla devam etmesini göstermişler, dede soyundan gelenlerin bilgili olup olmadıklarına bakılmaksızın, dede olmalarının, dedelerin bilgisizleşmelerine yolaçtığını ifade etmişlerdir.

Daha önce düzenli olarak yapılan cem törenleri, müsahiplik törenleri gibi, Aleviliğin inanç esaslarından olan gelenekler yavaş yavaş yok olmaya başlamış; bu törenler yapılsa da, eski niteliklerden çok farklı olarak, bir geleneğin yaşatılması amacıyla yapılır hale gelmişlerdir.

Dedeler, bayram, cenaze, evlenme, sünnet vb. törenlerdeki eski işlevlerini de sürdüremez olmuşlar, özellikle dedelerin cenaze hizmetlerindeki eksikliği büyük sorunlar yaratmıştır. Zaman zaman Alevi cenaze törenlerinde kimi cami hocalarının görev almayı reddetmeleri, hatta hakarete varan sözlerde bulunmaları, dedelerin önceki işlevlerini yitirmelerinin doğal bir sonucudur. 

Son yıllarda yapılan cemevleri ve buralarda görevlendirilen dedeler yoluyla bu sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Dede-talip ilişkilerindeki kopukluk, dedelerin dargınları barıştırma ve suçluları düşkün etme işlevlerinin de kaybolmasına yol açmıştır.

Köyde, talipleri barıştıran hukuksal nitelikli sorunları çözen, cemaatle birlikte suçluları düşkün eden (cezalandıran) dedenin yerini artık, mahkemeler üstlenmişlerdir. Anadolu Aleviliği İslâm dininin heterodoks bir yorumudur. Bu yorum, göçebe/yarı göçebe Türk kitlelerin Orta Asya’dan başlayan ve yüzyıllara dayanan zamaan sürecinde ve farklı coğrafyalarda, farklı inançlar ve kültürlerle etkileşimde bulunmaları sonucunda ortaya çıkmış ve oluşumunu Anadolu ve Rumeli’de sürdürmüş bir İslam anlayışıdır. 

Bu heterodoks İslam anlayışı, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayanan, eski inançların ve mitolojinin oluşturduğu bir halk İslamlığıdır. Anadolu Aleviliği, ortaya çıktığı toplumsal ortamın gereksinmeleri doğrultusunda kimi kurumlar geliştirmiş ve bu kurumlar çok önemli toplumsal işlevler görmüşlerdir. 

Aleviliğin toplumsal örgütlenmesi bakımından temelini oluşturan dedelik kurumu bu kurumların en önemlilerinden biridir. İçerisinde bulunduğu toplumsal yapının gereksinimleri doğrultusunda şekillenmiş bulunan bu kurum, Anadolu Aleviliğinin inanç ve kültür esaslarının günümüze ulaşmasında birinci derecede rol sahibidir. 

Aleviler’de dergâh ve ocak disiplini esastır. Alevi Ocakları, Sarı Saltuk, Baba Mansur ve Ağu İçen gibi Alevi geleneğinin evlad-ı resul (seyyid) saydığı ve kutsal kabul ettiği din ulularının adlarını taşımaktadır. Alevi dedeleri bu din ulularının soyundan gelirlerdi. Alevi köylerinde cemaatin lideri dedelerdi. 

Dedelerin sahip oldukları yetkiler ve yaptırım güçleri sosyal düzeni sağlayan çok etkili bir güçtür. Peygamber soyundan geldiklerine inanılan ve bu nedenle kutsallık atfedilen dedeler, Alevilerin her konuda başvurdukları, yardımlarına ihtiyaç duydukları ve sözlerinden dışarı çıkılmayan, şahıslardı. Toplumsal yaşamın her alanına dede nüfuzu hâkimdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden bu yana işlevleri zayıflamaya başlamış bulunan dedelik kurumu, cumhuriyetin kurulması sonrasında kırdan kente göç ve bunun yarattığı sosyo-ekonomik sorunlar nedeniyle işlevlerini tümüyle yitirmiş, işlevsiz kalan bu toplumsal kurum eski güç ve önemini kaybetmiştir. Şüphesiz bu durum dedelerin daha önce faaliyette bulundukları ve önemli işlevler yüklendikleri toplumsal yapının çözülmesiyle ilgilidir.

Sonuç olarak, daha önce köylerde Alevi cemaatin en önde gelen şahsiyeti olan dedeler, kentleşme ile birlikte bu konumlarını yitirmişler, daha önce dedelerin yerine getirdikleri işlevleri, yeni toplumsal yapının kurumları yerine getirmeye başlamıştır.

Ancak son yıllarda yapılan cemevlerinde Dedelere olan gereksinim giderek artmaktadır. Bugünün ihtiyaçlarına da yanıt verebilecek bilgili Dedelerin yetiştirilmesine yönelik talepler Aleviler tarafından sürekli dile getirilmektedir. Hatta toplumda hizmet görmek üzere Dede yetiştirilmesi için kurslar da açılmıştır.[1]


<<Önceki                Sonraki>>


Puran Tilmiz, 16.08.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



Seçkin Deniz Twitter Akışı