21 Temmuz 2014 Pazartesi

SA789/KY1-CÇ68: Korsan

“Ne yazın dünyasında olup biten şeylerin olup bitmemesi için elinden bir şey gelir, ne gerçek dünyadakilerin. Sen kimsin? Sıradan bir kitapçı.”


-I-
Yazmaya gerekçe bulamıyorum. Ve fakat yazmak istiyorum. Hem noktasız, virgülsüz, ünlemsiz yazmak. Öylesi yazdığımda “İşte bir gramer cahili -ya da bilisizi- daha! Hem konuştuğu dili bilmiyor, hem de yazarlığa kalkışıyor. Bu işin cılkı çıktı.” diyeceklerin sayısı bir hayli fazla olacaktır.

Örneğin “Bir hayli fazla” doğru bir anlatım mıdır gramer açısından? Bunu bilemiyorum. Sorun salt gramerciler değil. Yani eleştirmenler değil. Eleştirmenlerin ne söyleyecekleri çok da umurumda değil. Dediğim gibi yazmaya gerekçe bulamıyorum.

Kimi “Çağına tanıklığı” gerekçe göstermiş, kimi “Ötelere özlem”, kimi “Değiştirme” hevesinde, kimi bilmem ne! Peki, ben niye yazayım? Sahi niye yazmak istiyorum? Yapacak bir işim olmadığından değil.  İşte güzel güzel kitap satıyorum. Korsan baskı, orijinal baskı. Ne bulursam.

“Orijinal baskı” korsan kitap çıktıktan sonra kitapçıların literatürüne girdi. Ondan önce böyle bir söyleyiş yoktu. Hem sonra “ A! Ne demek? Elbette orijinal!” yalanını söylemek gibi bir nedenimiz de yoktu.

Evet, müşterilerime yalan söylüyorum. Çünkü dükkânın kirasını ödemek zorundayım. Elektrik faturasını, su faturasını, çocuğun masraflarını ödemek zorundayım. Orijinal dediğimiz kitaplardan bu masrafları karşılamak zor. Sonra dükkân kirası, elektrik faturası gibi şeylerden muaf rakip seyyar korsancılar var. Yayıyorlar bir karton üzerine yüzlerce kitap, hem de ana yollarda. Herkesin geçmek zorunda olduğu yollarda.. ve bizler de esnaf deyimiyle “Sinek avlıyoruz.”

Müşteri anlar mı farkı? Sen “On” diyorsun kaldırımdaki, “Ne alırsan iki buçuk” diye avaz, avaz bağırıyor.

Hadi bakalım. Niye iki buçukluk kitabı ona satıyorsun? Buyurun yanıtlayın. Beyefendi, hanfendi, delikanlı, bayan bunlar orijinal. Korsan yok mu? Var diyebilir misin? Ya bu kişi kontrolörse? Diyemezsin ki az ileride, heykelin önünde korsancı benim ortağım.

Yazma gerekçem bu sanılmasın. Hayır. Çok da umurumda değil. Bir şekilde geçimimi sağlayacağım. Kitapçı esnafının sorunlarını dile getirmek gibi bir hevesim de yok. Ya da başka bir esnafın. İçimde “Yaz” diyen bir ses var. Niyesini bulsam yazacağım.

Sağa bakıyorum yok. Sola bakıyorum yok. Öne, arkaya, yere göğe.. yok. Yok. Yazarların bir gerekçesi var mı acaba? Süslü-püslü sloganların ötesinde gerçekten, genel geçer bir gerekçeleri var mıdır? Örneğin “Ben pastacı olamam. Pasta yapamam. Kaynakçı, tornacı, marangoz, sıvacı, duvarcı.. oto tamircisi olamam, mizacım uygun değil. Geçinmek için bir iş lazım. Bunu seçtim.” Ya da “Ek işe gereksinimim var, ek iş olarak bunu uygun buldum. Fazla yorucu da değil.” gibilerinden bir gerekçe. İş öteki türlüsüne geldi mi, işler karışıyor. “Çağına ayna tutmak.” Çok umurundaydı çağın. Ve insanların.

Yazmalıyım. Gerekçem olmadan da olur. Aslında bir gerekçem var. Okuduğum kitaplar! Hele o benzetmeler. Beni çılgına çeviriyor. Ders vermeler. Ya o yayınevinin reklam panosu olarak kullandığı arka kapak yazıları... peh! Peh! Sanırısınız eğer o kitap ve o yazar gün yüzüne çıkmamış olsa her şey tepe taklak olacaktı. Öyle ya Shakespeare olmasaydı biz zavallı insanlar nerden bulacaktık “Olmak ya da olmamak!” gibi sihirli bir anahtarı? Bu anahtar her gizil olanı çırıl çıplak ortaya sermiyor mu?

Çok çabuk sıkılıyorum. Boş ver diyorum, kendi kendime. Yazıp sonra da silip atıyorum bilgisayarın çöp kutusuna. Elektrikten başka bir masrafım olmuyor nasılsa. Düşünsenize kağıt kalem masrafını. Sonra çevre kirliliğini. Bu bilgisayar işi iyi. Yaz yazabildiğin kadar, sonra da at gitsin. Hiçbir iz yok. Hiç yazılmamış gibi. Düzeltmeler de kolay. Bilenler bilir. İnsanın eli de ağrımıyor. Üniversite yıllarında ders notu tutarken basbayağı kramp girerdi. Hele dönem ödevleri. Daktilosu olanlar için zorluk yoktu kuşkusuz. Benim gibi olmayan garibanlar hem okunaklı yazmak zorundaydı  -daktilo edilmesi için zorunluydu- hem de yazan kişinin başında beklemek.

Zor günlerdi. Şimdi öyle mi? Zavallı Stendhal! Doğruysa eğer günde ortalama yirmi dört sayfa yazmış. O gün için bir rekor muydu bilemem. Ama bu gün bile benim için bir rekor. Dünyada yazamam. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım olmuyor. Hem işim açısından, hem tembellikte var. Çabuk sıkılırım. Belki de acelesi vardı o dönemin insanın. Zamanları yoktu. Anlatacak çok şeyleri vardı ve zamanları yoktu, bu yüzden de günlük yazılarının sayısı fazlaydı. Kim bilebilir ki?

Her ne halt ise. Yazıyormuş adam. Adamlar. Ben onları okurken bile sıkılıyorum. Fransız yazarlarını. Ruslar başka. Özellikle de Gonçarov. Hele Oblomov’u kaç kez okumuşumdur. Halen de okurum. Baş ucu kitabı, derler ya işte öyle.

Bu gün daha bir sıkkınım. Çarşının bütün elektriğini kesecekler. Belediye ile TEK arasında sorun varmış. Bu demek ki erken kapatacağız dükkânı. Fazla bir iş de olmadı. Kışın işler iyi gitmez zaten. Nedense en ideal kitap okuma mevsimi olarak kış yerleşmiş içime. Kitap okumanın mevsimi, zamanı olur mu? Demeyin. Her şeyin bir mevsimi, zamanı vardır. Ama tv. yaygınlaştı yaygınlaşalı her şey alt üst oldu. Kimse kış geceleri yanan soba başında zevkle kitap okumuyor sanırım. En azından ben öyle okurdum ve şimdi okuyamıyorum. Tv.nin tutsağıyım. Bir de çokça kanal. Hadi al kendini alabilirsen. Uzaktan kumandayla uyuduğum günler haftanın yedi günü. Dükkân olmasa okumayı hepten unutacağım.

Okumayı severdim. Gerçekten. Evet; sıkılmasına sıkılırdım, ama bir kitabı baştan sona kadar da okumadan bırakmazdım. Söylememe gerek var mı bilmiyorum, Fransızlar hariç. Onlardan da bir iki yazar hariç. Sartre, Maupassant, Boudler, Camus’a ne kadar Fransız denilir ki. Öyle deniyor.

Bizden de köylüler üzerine yazılanlar hoşuma gitmezdi. Gitmez. Köylü değilim. Bir köyüm bile yok. Ama nedense bana yapmacık gelir. Sırıtır. Evet. Gerçi hangi roman-öykü yapmacık değil ki? Yine de okuyamadım. Oysa Rus romanları, öyküleri hiç de yapmacık gelmezdi. Gelmiyor. Örneğin Çehov’un öykülerindeki köylüler.

Belki Rus köylülerinden tanıdıklarım olsaydı onlar da yapmacık gelebilirdi. Bilmiyorum. Bana gerçekten yaşıyorlarmış gibi gelirler. Yaşamışlar gibi. Yerli yazarların köylüleriyse bende köylü kostümü giymiş kentli imajını verdi. Veriyor. Sakın beni eleştirmen falan sanmayın. Asla değilim. Hevesim de yok. Her şey bir heves işi değil midir? En azından ben de öyle. Gonçarov’a hep heveslenmişimdir. Yazmak istemişsem ona olan hevesin zorlamasıdır.

Kendime haksızlık etmişim. Sabahtan beri çöp kutusuna attığım sayfalar yirmiyi geçiyor. Eh bu da bir şeydir. Hem satışla ilgilen, hem meraklı bakışlardan gizlen hem de yaz. Doğrusu gurur verici.

Sanat Tarihi hocamız “İyi bir gözlemcisin” dememiş olsa belki de hiç yazmaya yeltenmez, on parmak yazma kursuna gitmezdim ve salt bir okuyucu olarak kalırdım. Ama gelin görün ki, bir kez içime kurt düşürülmüştü. İşte kızdığım “Kötü edebiyatın imgesi benzetme” bönlüğünün somut kanıtı: İçine kurt düşmek.

Kimsenin içine kurt düşmez. O söylemi bire bir alsanız da yanlış, eğretileme olarak alsanız da yanlış. Doğrusu “İtki” olmalı. Yazma itkisi o sözle ortaya çıktı. Ve ben bunu kalkıp “Vay be ne tümce kurmuş herifçi oğlu!” desinler için içime kurt düşürdüm. Kuşkusuz bilerek yapılmış değil. Bilinç altına yerleşmiş. Bilerek!

Bir yerli yazar öyle diyordu: “Öyküyü bildiğim için, istediğim bölümü yazarım.”

Öyküyü bilmek. Söyleyeceğin yalanları elbet bileceksin. Baştan kuruyorsun. Ne demek öyküyü biliyorum? Ortada öykü falan yok ki. Yine de takdir ediyorum. Ya “Bana yazdırılıyor!” deseydi. Diyenler var. Gerçekten. Belki de “Hadi canım!” diyenler olur. Ama tanığım. İsim veremeyeceğim. Reklam olmasın. İyi de “ hadi canım!” diyecek olanlar kim? Havalara girdiğimin ayrımındayım.

Yazıyorum ya! Yazarlık bambaşka bir şey! Bir savınız var, rakibinizi nasıl susturmaya kalkışırsınız? Falan kitapta bile yazıyor! Gazetede okudum. O zaman akan sular durur. Durmaz mı? Falan kitap, feşmekan sayfa, filan paragraf.. peh, peh, peh. Ne adam be!

Kitap kurdu! Derya! Ne bilge kişi!

Bu gün her zamankinden fazla sıkılıyor canım. Korsan tezgahım zabıtalarca yıkılmış. Epey de kitap vardı. Neyse ki tezgahın başındaki çocuk kurnaz da olay fazla büyümemiş. Buraya kadar gelselerdi halim haraptı. Raflardaki korsanları ikinci el bölümüne kaldırdım. Kira da yaklaştı. Epey de eksiğimiz var.

Kontratı okumadan imzalamanın cezasını çekiyorum. Gününde kira yatmadı mı yüzde on faiz alıyorlar. Bir-iki güne bile. Hiç insaf yok. Elli milyon kadar eksiğimiz var. Umarım Çarşamba Pazarı’nda iyi iş olur. Olmazsa yine borç aramaya çıkacağız.

Yüzümüzü kızartıp bir iki günlüğüne- bu daha ne kadar gider bilmiyorum-“Kardeşim sen de hiçbir şey bilmiyorsun, daha ne halt etmeye yazıyorsun?” diyenlere verecek yanıtım yok.

Doğru bilmiyorum. Örneğin gözyaşımızın neden sıcak olduğunu bilmem. Eğer ben de sağlık derslerinden birini almış olsaydım, beden ısısının yüksekliğinden ötürü olduğunu anımsar, size bu satırlarda bildirirdim. Gördün mü neler biliyor, tavrıyla.

Bir yerli yazarımız bir öyküsünde bunu anlatıyor. Kahramanı ağlıyor, doğum kliniğinde. Doğurmak üzere. Ve yanağından süzülen sıcak yaşların sorgusunu yapıyor. Kuşkusuz ben de yutuyorum. Biri kalkıp arkadaş gözyaşı sıcaklığı duyumsanmaz, dese, diyen haklı. Ama kötü edebiyatın kurbanı olarak düşülür böylesi durumlara. Yazarımız sağlık dersleri almış. Demek eğitimli. Bak aklında neler de kalmış. Sıcak gözyaşının nedeni. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ne mükemmel bir buluş! Nasıl da aydınlatıyor okuyucuyu.

Sevgilisinden, eşinden, yurdundan ayrı kalan birinin döktüğü göz yaşlarının sıcaklığı hiç de öyle duyduğu acıdan falan değil. Gerçekten de öyle. Sıcak gözyaşı sadece kötü bir benzetme. O kadar. Kahramanınız ne kadar acı çekerse çeksin döktüğü gözyaşının sıcaklığını duyumsayamayacaktır. Bahse girerim.

“Sanki kocaman bir kılıç karnına batırılmış, ucu öbür taraftan çıkmış gibi derin bir acı hissetti.” Bu anlatımı neresinden tutarsanız tutun hepten pespaye değil mi? Örneğin küçük bir kılıç batırılsaydı ve öbür taraftan çıkmasaydı duyduğu acı eksilir miydi? Daha mı az acı duyardı? Yazarın anlatımına koşut bir anlatım seçersek “Sığ bir acı” mı duyduğunu düşünecektik? Birine bir kocaman kılıç batırılsa ve o kılıç öbür taraftan çıksa duyacağı acı ne kadar derin olur ki? Hem derin acı ne oluyor? Derinliği kaç kulaç olur acaba? Ölmez mi? Süreklilik olmadığına göre çekeceği acı pek de ürkütmüyor. Ama yazar kahramanının çektiği acının boyutları hakkında bizi ille de bilgilendirecekse, kahramanını kırık camların kapladığı bir yüzeyde sırtında ağır bir yükle dolaştırsa, az çok bütün okuyucular kestirebilir. Kocaman bir kılıcın saplandığı ve öbür taraftan çıkarıldığı zaman yapacak bir şey kalmıyor. Büyüsü bozuluyor bacım.

Ama sen de haklısın. Kitabın arka kapağındaki reklam panosunu yazanlar var oldukça sen de var olacaksın. Öykünün tamamını bilenlerden alıntılar aldığın sürece de o reklam panosuna yeni sloganlar eklenecektir. Ve ben de orijinal baskı yalanını utanıp sıkılmadan söyleyeceğim müşterilere. Elektrik faturalarını ödeyeceğim. Ev kirasını, dükkân kirasını, çocuğun okul masraflarını çıkaracağım. Kitabını satabilmem için okuyacağım. “A, elbet okudum! Mutlaka okumalısınız. Korkunç bir şey. Belki  de ilk kez kitap okudum diyeceksiniz. Hani bir yazarımız “ Bir kitap okudum hayatım değişti” diye yazmıştı ya, belki siz de bu kitapla böylesi bir değişim yaşayacaksınız.”

Bütün bu yalanları söyleyebilmem için okumak zorundayım yazdıklarınızı.

Bu gün kahrolacak kadar sıkıntılıyım. Doğru dürüst satış olmadı. Sigara masrafımı bile çıkaramadım desem abartmış olmam. Sabah çocuğa harçlık vermem gerekecek. Eve ekmek parası, Pazar parası bırakmam gerek. İçtiğim çayları yarına devredebilirim, ama ya harçlık? Bu güne devretmiştim.

-II-

Yalan. Çocuk falan yok. Dolayısıyla okul masrafı da yok. Kira doğru. Niye böylesi bir yalana başvurdum, bilmiyorum. Canımın sıkıldığı, saat beşte tüm çarşının elektriklerinin kesileceği de doğru. Gonçarov’a imrendiğim, satışların kötü gittiği bunlar doğru. Doğrular arasında olmayan birçok şey daha var, ama olup-olmadığında kuşkum var. Belki de doğrudurlar ve fakat yalan sanmaktayım. Ya da tersi.

“Hanene Aydoğacak”ı bitirdim. Genç bir bayan getirdi. Altı yedi kitap. Yeni kitaplarla takas ettik. Kitaplarla. Oysa tek bir kitap: “İsyan Günlerinde Aşk”. “Orijinal mi?” dedi. Evet, dedim. Yani yalan söyledim. İşte canımın sıkılmasında en büyük rolü bu yalanlar oynuyor. Kitap korsan basım. Bir sava göre yapıt da “Kolera Günlerinde Aşk”ın korsanı. Basım korsan, yapıt korsan.. çok mu umurumda?

Korsan basımı orijinalinden ayırmak olası değil, yapıta gelince onun korsanlığında kuşkum var. Bir ad çağrışımının ötesinde bir şeye rastlamadıydım. Demek ki yeniden okumalıyım. Üstün körü değil de daha özenli.

Altı orijinal basım kitap bir korsan kitap ediyor. Oldukça kârlı. Yaşasın serbest piyasa. Gerçi ben bu konularda fazlaca cömerdimdir. Gerçekten. Diğer sahaflar bu kitaplara kitap vermez, en fazla bir iki milyonla gönderirler. Şimdi rakiplerimi kötülediğim sanılacak, ama değil.

Kitaplar iyi korunmuş. Sararmamış olsalar ikinci el bölümüne bile koymazdım. Ne yazık ki kitaplar sararmaktan kurtulamıyor.

“Yarın Diye Bir Şey Yoktur,  Savrulup Gidenler, Aynadaki Yüzler, Hanene Ay Doğacak, Öykümü Kim Anlatacak, Batıda Aşk Ve Cinsellik” Bunları okumalıyım ki raflarda tozlanmasın. Çabucak satabilmenin yolu okumaktan geçiyor. Her kitapçı benim gibi midir bilmiyorum. Ama reklamı yapılmayan yapıtları satabilmenin yolu okumaktan geçiyor. Yoksa onlar bana ben onlara bakıp dururum. İşte yine aynı alışkanlık. Bönce bir benzeti. Kitapların bakıp durduğu yok. Bırakıldıkları yerde dururlar. Alıcıyı da beklemezler. Duyuları, beklentileri, çekinceleri, kaygıları yoktur. Kitapçının, kitap sahibinin vardır. Onlar rafta öylece dururken giydiririz onları. Yanma korkusu, nemlenme korkusu, dağılma korkusu bize aittir. Bana aittir. Bir kitap rafta en çok on beş gün durmalı. Yoksa yandığım gündür.

“Batıda Aşk ve Cinsellik” bir iki güne kalmaz gider. Ama diğerleri başımı ağrıtacak gibi. Günü zararla kapatacak bir alış-verişe benziyor yaptığım.

“Aynadaki Yüzler”in daha ilk sayfalarında o “Kötü edebiyatın”,  benzetme alışkanlığının en pespayelerine rastlamaktan beni kim kurtarabilirdi ki? Kendim kaşınıyorum biliyorum. “Okuma!” Diyeceksiniz evet de sonra nasıl satacağım? Kiramı nasıl ödeyeceğim? Tıpkı sizler gibi geçinmek zorundayım. Öteki kitapçıların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Ben hiç değilse tezgahımdaki kitaba şöyle bir göz gezdirmeliyim. Reklam panosunda neler var bakmalıyım. Yani arka kapakta.

“Bir yorgun akasya dalı.. kırık dökük bir rüzgar..”

Buyurun! Neresinden alayım, neresinden tutayım?

Yorgun akasya dalı! Niye yorgun ki?

Kırık dökük rüzgar!

Kırıklığı, döküklüğü neyse bir de sayılabilir bir nesneymiş rüzgar. Bunu bilmiyordum. Akasya dallarının yorgunluğunu düşleyebilirim de, rüzgara aklım yatmıyor. Bu kadar zorlama niye? Eğri-büğrü akasya dalına ne olur ki? Öyle dense atmosfer istendik biçemde kurulamaz mı? Ama ille de benzetme. En bayağısından.

“Ah hanımefendi, satmaya gönlüm el vermiyor! Evden getirdim. Kütüphaneme ait. Okumak için getirdim. Çocuk yanlışlıkla rafa koymuş. İnanın kaç kez okudum, yine de ilk kez okuyormuşçasına heyecanlanıyorum! Lütfen! Ah öyle mi? Ne yapalım. Baskısı da yok sanırım! İstanbul’daki arkadaştan rica minnet bulmasını isteyeceğiz. Beş lira! Evet. Değil! Baskısı olmadığından. Beş lira nedir ki? Peki üç buçuk olsun. Sizi kıramam. Rica ederim. Bay!”

Kırık dökük rüzgardan kurtulduk. Ben bu işi biliyorum abi.

“Yakalanan kayan yıldız..” benzetisiyle ne düşler kurar liselim, kim bilir! Ve oda öylesi tümceler kurmak için ne sözlük çalışmaları yapar değil mi?

“Özlü Deyimler” başlığını attığı çizgisiz defterine nasıl da özene bezene yazar, kim bilebilir ki?

Yoruldum. Sıkıldım. Bıktım. Eleştirmenliğe hevesim olmadığını söylemiştim. Gelin görün ki, eleştirmekten öte bir şey yaptığım yok. Benzetmelerin neresi kötü? Nesi kötü? Acı, acı haykıran rüzgar neden olmasın? Yavan olmaz mıydı? Yavan ne demek? Pilav mı bu? Denebilir, kardeşim kalk git evine. Al eline tv. kumandasını, zapingle dur kanalları. Bak bakalım hangi manken kiminle hangi klüpte görülmüş. Bilmem hangi ünlü şovmen kimi nerde madara etmiş. Sonra mükemmel yerli dizilerden birine takıl. O ne kurgu, o ne konu, o ne oyunculuk..peh peh! Hırsımdan kafamı duvarlara vurasım geliyor. Elden ne gelir.

Diziler canını mı sıktı? Aç haber kanallarını ekonomi eksperlerinin yorumlarını dinle, cüzdanına yön ver. Varsın yanılmış olsunlar. Bir gün tutturursun. At yarışı mı bu? Demeyin. Böyle demeyin. Ne olur? Siyasal eksperlerin yorumlarını iyice bir dinle! Sabah esnaf arkadaşlarına satacak bir şeylerin olsun. Çık şu kitapların dünyasından! Çevreni gözlemle! Ülkene bak! Dünyada olup bitenleri izle. Varsın “ olup bitenlerin-olup bitmemesi için” salt bir izleyici olmuş olasın. Ne çıkar? Savaşa hayır mitinglerine katıl bayrak yak! Rahatlarsın. Öğrencilik günlerindeki gibi. Varsın akıllı bombalar düşsün Bağdat’a. Sen gönül rahatlığıyla gösterini izlersin akşam haberlerinde.

Üçüncü sınıf yazarmış, birinci sınıf yazarmış? Sana ne? Sen satmaya bak. Okumak zorunda değilsin. Tava tencereden beyaz eşyaya yükselen kitle iletişim araçları yeterince reklamlarını yapıyor: “ Bayağı ilginçmiş feşmekan gazete de çıkmış.” dersin. İnanırlar. Ve sen de rahat rahat kupon biriktirir masraflarını öder, birikim bile yaparsın. Var mı ötesi?

Varsın aparılmış olsun “Tutunamayanlar”. İsterse olduğu gibi.

Yazmak için bahane aramana gerek yok. Benzetileri senden başka bire bir alan da yoktur şu dünyada. Bir tren yolcusunun “Tek katlı uzun istasyon binası bize doğru ilerledi.” Sanısı hiç de olmayacak şey değil. Ya da trenin “Vahşi, gaddar, serkeş naralarla” uçması. Bunlar hiçbir okuyucu için tuhaf gelecek şeyler değil. Sana tuhaf geliyor olması senin tuhaflığından.

Ne yazın dünyasında olup biten şeylerin olup bitmemesi için elinden bir şey gelir, ne gerçek dünyadakilerin. Sen kimsin? Sıradan bir kitapçı. Sıradan biri. Kitap satabilmek için yalanlar söyleyen, dolandırıcı.. ve bu halinle bu kimliğinle kafa tutuyorsun. Sıkıysa kendine tut. Sıkıysa kendini kontrol et.

İnsanları aldatmak için dükkânın duvarlarına yazdığın “ KORSAN KİTABA HAYIR!” sloganını benliğine kazı. Bir kez kendine dürüst ol. Dolandırıcılığın için bulduğun gerekçeleri bir kez olsun çöp kutusuna at.

- Kar (*) var mı?
- Evet!
- Orijinal mi?
- Elbette! Bizde asla KORSAN bulamazsınız.


Cemal Çalık, 21.07.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Öykü





(*) Kar: Orhan Pamuk'un romanı

Seçkin Deniz Twitter Akışı