18 Kasım 2013 Pazartesi

SA479/KY7-NY4: Çeçen Fatıma’ya…

“Sahi iki nefeste aynı yakınlıktayken öte âleme, birine bu denli uzak kalmak niye?”


Hayatın bütün sahnelerinde her birimizin ayrı hikâyeleri vardır.

Bu hikâyelerimiz içinde de ayrı duruşlarımız, ayrı tavırlarımız, ayrı mesajlarımız iz bırakırlar geriye.
Zamanın izafiliği içinde salınan sınırlarda kendini bulmuş bu izlerde, hep bir parça kalmıştır yüreklerde, bizden geriye.

Kimimiz hüznün derin sarmalında kalplerde yer edinmiştir; tıpkı her mevsim açan nazenin bir çiçek gibi, kimimiz şen kahkahaların boşluğunda almıştır hiçliklerde yerini.

Anlatmaya çalıştığım karamsar bir ruh halinin her dem ürettiği hüzünler değil. Farkındalık bilincinin, hamlıktan olgunluğa evrildiği duygu yoğunlaşmasında, insana kattıklarıdır söylemeye çalıştığım aslında.

Keza, böylesi bilincin getirisi ile beraber yaşama tutunuşlarımızın duygu yoğunluğunda hüzünlü bir anımdan bahsedeceğim.

Bu ân içinde de olsa, zamanın kısa diliminde izinlerini bırakan anı, kısa bir hayat öyküsü…

Hüznün o derin sarmalında bir kadın hikâyesi.

Farkında olmadan yaşadığımız geçip giden zamanın akıcılığında, dört sene öncesi ve tam da bugünler idi. Bu dünyadaki ömrünün sonuna şahit olduğum arkadaşımın, gözlerimin önünden gitmeyen, o son demlerindeki günlerden biri bugün.

Belki bilmeden son kez ziyaretine gitmekle arkadaşlık hakkını ödeyebildim, görevimi ifâ edebildim mi, bilmiyorum?

Müslümanca olması gereken sorumluluk bilinci ile ülkemde misafir olmuş bu kardeşimle ne kadar gönül köprüsü kurabildim, o da meçhul…

Yine de böyle bir sorunun sorumluluğunun aynı can yakıcı bilinmezliğindeki tedirginliğimden olsa gerek, hüznün farkındalıklara kapı araladığı son anlarında kendisiyle helalleşmiş olmamız bir nebze de olsa su serpiyor yüreğime…

Çeçendi kendisi… yanında bir oğluyla ülkesinin başkenti Grozni’den düşmüştü hicreti İstanbul’a. Eşi, Rus işgalinde canını bedel olarak ödemiş bir şehit.

Onu son görüşümden sekiz sene önce başlayan İstanbul’daki hayat mücadelesi, kim bilir ona bu seneler zarfında neler katmıştı?

Yaşadığı derin acıların, sessiz çığlıklarını yüreğinde sakladığından olsa gerek, kalbinin naifliği öyle güzel yansımıştı ki yüzüne, nurdan bir hayat enerjisi akıyordu her halinden…

Rusya’da aldığı fizyoterapistlik eğitimini bu enerji ile bütünleştirip huzur da yayıyordu, bedensel ızdırap çekenlere.

Sahi...

Kendi ruhunda neler kaynıyordu?

Acaba ruhunun sızıları nasıl teskin oluyordu, görünen o derin sessizliğin içinde?

Yabancı bir ülkede tek başınaydı, ama mağrurdu ve dimdik ayaktaydı.

Güç denen şey, tam da onun bu yaşama tutunma azmi olarak özetlenebilirdi pekala…

Titreyen parmaklarımı klavyenin harflerinde gezdirdiğim şu anda, yaşamın, zamanın izafiliğinin içinde başımızın döndüğü sair vakitlere binaen onunla yaptığım son görüşmenin olduğu o ana  takıldığım sahne düştü gözlerimin önüne...

Olduğum yerde kalakalışıma sebep olan şeyler, şahit olduğum, gözlerimle gördüğüm, gördüğüme inanamadığım, insan bedeninin ölüme yaklaşmasının an be an yüzüne düşürdüğü izlerdi aslında.

Etkilenmişliğimden ve saklamaya çalıştığım hüznümden beni kurtarmak için, can havliyle aldığı nefesinden zorlukla çıkardığı kelimeleriyle, “Dua et arkadaşım!” dedi bana.

Rabbimin onu yanına almak için vesile kıldığı kanser hastalığıyla, o pırıl pırıl nur damlası yüzü öylesine solmuştu ki, tıpkı bir kor parçasının geride bıraktığı kül gibiydi rengi.

Gözlerinin altındaki morluklar en az otuz yıl öteye atmıştı yaşını.

Sahi, neydi?…

İnsanoğlu neyine güveniyordu?

Alt tarafı bir kanser hücresi işte…

Nasıl da insan, yaratıcısına karşı zavallıca bir kendini beğenmişlik ve acizlik içinde, kibrinin ipine tutunabiliyordu ki?

Ve hangi yetisinden aldığı cahil cesaretiyle, korkusuz olup nefsinin bencilliklerine esir edebiliyordu kendini?

Neyi vardı insanın bu denli kendine güvenecek, sahi, neyi?…

Yüreklerimizle son kez buluştuğumuz o anda, o demde, “İyi ki geldin arkadaşım” derken onunla son görüşmemiz olacağını hissetmişçesine, “Bana hakkını helal et!” dedi…

Eve dönerken düşündüğümde onu… aldığı o zor nefesleri ile öteki aleme bir nefes kadar yakın oluşumuzun şahitliğini bıraktığını fark ettim zihnimde.

Yüreğimde ondan bana kalan şu soru vardı: “Sahi iki nefeste aynı yakınlıktayken öte âleme, birine bu denli uzak kalmak niye?”

Yoksa bana bu yanılsamayı veren tatminsiz duyguların esiri olan, henüz lezzetlere kapanmamış nefsim mi idi?

Yine kendi acılarımız haricinde, şahitliğini yaptığımız acılardan neden çarpılarak uyanmıyorduk ki, bu denli aymazlaştığımız rüyalarımızdan?

Üstelik bu dünyanın mümine zindan ve sonsuzluğun içinde bir ağaç gölgesi altında dinlenmek kadar payının olduğunu söyleyen peygamberimin sözü düşmüşken aklıma …

Sahi, neydi bizi uzak kılan, ölümün bu çarpıcı gerçeğine?...


Neşe Yıldız, 18.11.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark


Seçkin Deniz Twitter Akışı