14 Ağustos 2012 Salı

SA32/MB2: İnsanın Kırım Tarihi ve Çözümleyici Eşsiz/Tek Teklif


İnsan türünü, 'Önyargılı Türcülük' periferisinde dolaşan ve bu periferiden ayrılamayan hümanistik yargıların ve kriterlerin sunduğu kurtuluş reçetelerine muhtaç kılan itici etkilerin yetersizliğinden bahsedebilmek için, insan türünün özgeçmişine dair çoğunlukçu ya da çoğulcu bir perspektif oluşturmak gerekmiyor; insan, kendisine ait hayat alanında, diğer türlerle de ilişkisini belirleyen her türlü dönüşüm paradigmalarını oluşturan tek dünyalı varlık olarak, iradesini etkileyen bütün olumlu/olumsuz iç ve dış etkenleri nesnel olarak incelemek zorundadır. Bunun için baş kaldırması gereken ilk ve tek şey Tanrısal bir güç değil, içinde biriktirilen çoğunlukçu ya da çoğulcu önyargılardır.

İnsanın öldürme duygusu, öğrenilmiş duygular grubundandır ve bu duygu geleneksel çoğunlukçu ya da çoğulcu önyargıların kurduğu sistematik baskı ile oluşur. Öldürme eylemini mümkün kılan da bu baskıya karşı duramayan insan iradesinin diyalektik çıkarımlar sonucu verdiği kararlardır. Öldürme duygusu ve sonrasında oluşan eylem, iradenin yenilgisini tarif eder ve gerçek yerine oturtur. Bu klasörde öldürme duygusunu terkip eden karşı durulmaz güç Tanrısal Güç değildir; aksine Tanrısal Güce sahip olduğunu düşünen ve bu gücü gerçekleşebilir olgularda birer olaya dönüştüren insan hırsıdır.

 Hümanizm, ateizm ve agnostisizm ile bütünleşerek, 'nasyonalizmin tam tersi olan ve sadece bir ırkın insanını sevmek değil, tüm insanları ayrım gözetmeksizin sevmektir' iddiasına sahip, doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüş olarak, seküler bir hayat duruşu ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabasına sığınır. Bilimsel şüphecilik ve bilimsel yöntemlerle gerçeğin renklerine ulaşmayı hedefler ve paganist ya da dayatmacı her türlü dogmatik kalıplarla nakledilegelen kaderci yaklaşımları reddeder; doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve çoğulcu bir ortak bilinçle, çoğunlukçuluğa karşıt olarak en doğru biçimde ulaşmak gerektiğini savunur. Bunu yaparken de birlikte yaşadığı diğer canlı türlerine karşı doğru bir tutum geliştirdiğini zanneder; yaşamak için öldürmeyecektir. Bu durumda besin zincirinin doğal formuna karşı çıkarak âmir bir Tanrısal Güce ya da idârî komplekse başkaldırır.

Ne var ki; Hümanizm, iyimserliğini geçmiş kötümser duygulardan ve kötücül sonuçlardan beslenerek üretmiştir ve onlardan bağımsız olması beklenemez.. Güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaştığında, ürettiği kavramların hepsini her bir kavramın mevcut kapsamı ve sınırları ile kabul ederek ilerler. Bu da Hümanizm'i sınırlı ve mevcut bilgiye zorunluluktan dolayı bağımlı hâle getirir. 'Güzel şey', 'iyi yaşamak', 'iyi bir dünya' tanım aralıkları Tanrısal bir güce dayalı olmasa da insan iradesinin ürettiği hırsa bağlıdır; bağımlıdır ve bu anlamda görelilikler zincirinden bağımsız değildir.. İnsan hırsı çoğulcu bir kanı sonucu üretilmiş değildir çünkü ve her bir kişisel hırs bu çerçevede çoğulcu hırsa dönüşme imkanına sahip değildir... Uzlaşmazlık Tanrısal olsun ya da olmasın her bir güce karşı insan hırsının öne çıkan en belirgin özelliğidir...

Hümanizm bir yerde, insan müdahalesi ile binlerce yıl yeniden ve farklı formlarda teşekkül ettirilen kurgusalcı modernizme karşı ürettiği reflekslerle hatalı olarak sorumlu atlayarak Tanrısal Gücü suçlayan dışavurumcu postmodernizmin bir başka türüdür. Dışavurumcu postmodernizm'den ayrılan tek yönü, bilimsel çerçeveye duyduğu ihtiyaçtır... Hümanizm bu kulvarda en çok kurgusalcı modernizmin araçlarını kullanır ve insan temelli bir kurgu düşü ile ilerler.

Ancak Hümanistlerin bilginin kaynağına dair temel sorunsalı göz ardı ederek ilerlemiş olmaları, onları şüpheciliklerini görmezden gelmeye sürüklemiş ve böylece içtenliklerini yitirmelerine neden olmuştur. Bilimsel Bilgi'nin teoremlere ve onların öncülleri olan aksiyomlara olan bağımlılıkları, aksiyomların kanıtlanmadan kabul edilen önermeler olmaları dolayısıyla ilk darbe, kümülatif bilginin çözümlenmesinde uygulanan epistomolojik ve ontolojik analizlerde de başlangıç bilgisine doğru gidildikçe bilginin hacimsel olarak sıfıra inmesi gerekliliği, ikinci ve ölümcül darbe olarak indiğinde hümanistlerin insan ve evren merkezli bütün tezleri kuşkusuz olarak tarihe gömülmüş ve ilk hümanistler insanlar için iyimser olmalarının salt insanî nedenlerini yitirmişlerdi. Doğal olarak hümanistler çıkış yolu bulmak için mistisizmin kapısında isteksiz ve örtülü görünse de bir iyilik dilenmek zorunda kaldıklarında, evrilen düşüncelerindeki zaafları ilkelerine aykırı olarak saklamışlardı.


Antik Yunan'dan (MÖ 6. yy)Miletus’lu Thales 'kendini bil'meyi' yol olarak seçmiş ve Colophon’lu Xenophanes döneminin tanrılarına inanmayı reddederek, kutluluğu evrene ve evrendeki şeylere yüklemeyi tercih etmişti. Her iki düşünür Tanrısal Güce ve bu gücü insanî hırsla üstlenen zorbalara başkaldırıcı itirazlar silsilesi ile düşüncelerini 21.yy hümanistlerine miras bırakmışlarsa da bilginin insanı merkez alan ilk yaklaşım, ve tam tersine bir tezle evreni ve evrendeki diğer şeyleri merkez alan ikinci yaklaşım , insan ve evren arasındaki etkileşime aracı olan mistisizme mahkum olmaktan kurtulamamıştı.

Kendini bilmeyi en temel yol olarak ortaya koyan Thalesçi ilk yaklaşımda reddedilen Tanrısal güç, benliğin içindeki/derinindeki döngüsel alanlarda hırsa bürünmüş insansı bir tanrısal güç üreterek tıkanmış, Xenophanesçi ikinci yaklaşım evrenin sınırlarına ve içeriğine dair yetersiz verilerle boşluğa düşerek belirsizliği, kaosu/kosmosu ihtiyaç duyduğu tanrısal güç olarak kabullenmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz her iki düşünürü bu arayışa/başkaldırıya iten etken yaşadıkları dönemde insanların maruz kaldıkları baskıcı, gücünü yönetici tanrılardan alan kralların ve tiranların insanı kırıma uğratıcı tutumları olmuştur.

İlk serbest düşünür olarak görülen Anaksagoras evreni anlamanın başka bir yolunun olduğunu düşünmüş ve bu günkü Hümanizm'in en çekici özelliğini, bilimsel bakışı savunmuş, öğrencisi Perikles de demokrasinin oluşumunu, özgür düşünceyi etkilemiş ve palazlandırmıştır. Protagoras ve Demokritos da bilinmezciliği benimsemiş ve ruhani varoluşlarının doğaüstü bir varlıktan bağımsız olduğunu iddia etmiştir. 21. yüzyıla taşınan hümanizma düşüncesinin kökleri, içerdiği itirazlar nedeniyle birleşik gibi görünmekte iseler de birleştiklerinde aslında çok ayrık, çelişkili ve irregüler bir yapıdadırlar ve bu nitelikleriyle Hümanizm insanlık için kesin çözümleyici bir teklife sahip görünmemektedir.

Günümüz düşüncesinde Rönesans'a, İslamiyetin Altın Çağı/Meşşâî Çağı'na ve Antik Yunan kalıntılarına dayandırılan hümanist düşünce Buddha ve Konfüçyüs’te de görülebilir. Fakat hümanizm, insanlık tarihine en büyük soykırımlarını, ırkına bakmaksızın bütün insan kırımlarını armağan eden batı felsefesiyle bağlaşıktır.

İnsan'a, Tanrısal Güce ya da o gücü kullandıklarını iddia edenlere karşı çıkarak kendisini ve bilimi önemseten Hümanizm, tarihin kayıtlarına bakarak elde edeceğimiz onurlu itirazları içeriyor gibi görünse de vaadettiği toplam kurguyu gerçekleştirmekte yetersiz kalmıştır; belki de hümanizm kurgusalcı modernizmle uzlaşmanın, dışavurumcu postmodern itirazları absorbe etmenin başka türüdür.

Genel çerçevede Hümanizm, başkaldırısı ile postmodernizme değil, bilimsel yöntemleri tercihiyle kurgusalcı modernizme hizmet ederek, asıl itiraz ettiklerine, başkaldırdıklarına hizmet etmiştir. Bunun en iyi kanıtı, ürettiği sistemlerle insanın kırımına verdiği teknik destektir. Atomik, nükleer, kimyasal, biyolojik bütün bombalar hümanistlerin eseridir.

Hümanizmin, başlangıcı bir yaratıcıya bağlamaması, bunun yerine kendiliğinden evrilmeye bırakması çelişkilerinin ve tıkanıklığının tescilinden sonra esas başarısızlık nedeni olarak ortaya konabilir. Bilimsel yöntemlerin önyargılı a-teist bir haksızlıkla dizinlenmesi yanlış bir diyalektik zincir üreterek insanın kırımına aracı olmaktan kurtulamamıştır. Oysa aynı bilimsel yöntemler önyargısız, seçici ve çözümleyici bir vaat alanı sunabilir ve bu alanı reel düzlemlerde gururla resmedebilirlerdi.

Dışarlak bir önbilgiyi reddetmek, insanın hayatını iyiyi- kötüyü, güzeli-çirkini, doğruyu-yanlışı dilediği şekilde tanımlayan insanın hırslarına teslim etmek demekti. Tanrı'nın yerine kendilerini koyan kralların ya da sultanların ve onların saltanatlarına hizmet edenlerin tanımladığı bu türden kavramların karşısına, daha net, çözümleyici, çelişkisiz tanımlarla çıkabilmek mümkündü. Tarihte her bir topluluğa gönderilen Elçilerin insanlara ilettikleri mesajlar kusursuz tanımlar içeriyorlardı; düşünürler içleri boşaltılmış kavramların başlangıç değerleri ile yeniden yüklenmesine hizmet edebilselerdi, kendileri için ve insanlık için insan kırımına karşı duran kalıcı bir perspektif oluşturabilirlerdi.

Meşşâilerin ve sûfîlerin en son çözümleyici eşsiz ve tek ilahî teklif olan Kur'an'ı, Antik Yunanla ve Mistik Kültle perdelemiş olmaları, insan için gerekli olan iyiliği ve bununla ilgili kavramları insanlık gündeminden uzaklaştırmıştır. Rönesans'a ve reformlara muhtaç olan batı, direncini bu bozunma üzerine kurmuştur. Teknik olarak, Allah'ı sorgulayan ve geçmiş insanlık kültürüne ait düşünme biçemleriyle tanımlamaya, bunu yaparken de Allah'ı ve onun gücünü sınırlamaya ve kendilerine taşımaya çalışan meşşâîler ve sûfîler insanlığa, hakikatin kaynağını Kur'an dışında arayarak Antik Çağ hümanistlerinin ya da uzak doğu mistisizminin sunduğu karmaşayı tekrarlamaktan başka bir şey yapmadılar; insanın kırımına hizmet ettiler.

'İnsan neden öldürür?' sorusu doğru bir soru değildir; asıl soru 'İnsan neden öldürmemelidir?' sorusudur. Bu soruya verilecek cevap, şüphelerin insanî nedenlerini ortadan kaldırır ve eşsiz/tek çözümleyici bir sonuca ulaşmasını sağlar. Cevabı da insanı tüm özellikleriyle tanıyan ve onun tasarılarının ve nedenlerinin sınırlarını bilen Allah verebilir. Kur'an sadece bu nedenle de olsa, insanın kırımını engelleyebilecek tek bilgi kaynağıdır. İnsanlık geldiği vahşet çıkmazında başka çıkış bulmaktan âcizdir.

Adem'in çocukları arasındaki fikir kırımının insan kırımına dönüşme süreci yok etmek üzerine kuruludur (Kur'an'-ı Kerim/Mâide 27-30). Bu süreç sonrasında kesintili olarak sürse de içerik olarak aynıdır. İnsan, ilâhi postulatların hilâfına, yok etmek istediği fikri, fikrin sahiplerini yok ederek, kırıma uğratarak sürdürmüştür. Çünkü; İnsanın kendisini merkez alarak üreteceği başka bir çözüm yoktur.

Amerikalıların ilk Avrupalı atalarının federalistler ve antifederalistler -günümüzde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler- olarak ayrılmalarının temelinde de ortak şey kentlilerin ve taşralıların, modernlerin ve postmodernlerin hırs yatmaktadır. Bunu dengeleyici, çözümleyici herhangi bir saf dinî neden-gerekçe yoktur. Antik çağ, öncesi ve sonrasında da bu bağlam hiç değişmeden varlığını korumuştur.

İslam ülkelerinde 7. yüzyılda başlayan ve 11. yüzyıla kadar yoğunluklu olarak devam eden ve 16. yüzyıla kadar aralıklı olarak süren savaş tam olarak meşşâî ve sûfî geleneklerin beslediği Kur'an dışı zihinsel kodlara entegre edilerek analiz edilebilir. Bu savaşlar dünyanın diğer tarihlerinde ve yerlerinde yaşanmış olan savaşlardan hiç de farklı nedenlere sahip değillerdir. 21 yüzyıla taşınan ve binlerce insanın kırımına neden olan tahrik edici ana unsur İslam'ın Kur'an'dan (öz olarak Bakara 177) edindiği kavramların içlerinin boşaltılması ve içeriğin insanı merkez alan çatışmacı bir niteliğe büründürülmesidir.

Avrupa'daki Mezhep Savaşları, Haçlı Savaşları, 20. yy savaşları, Antik Mısır'da, Roma'da, Yunan'da,(Troya) Amerika'da yaşanan ve Saraybosna'da, Myanmar'da, Tayland'da, Filipinlerde , Filistin'de, Afrika'da, Hindistan'da, Çin'de hâlen süren soykırımlar, Hristiyanların, Yahudilerin, Budistlerin, Hinduların, Atesitlerin insanın kırım tarihine karşı çıkacak çözümleyici, eşsiz/tek teklife sahip olmadıklarını ısrarla kanıtlamaktadır. Terörle ilişkilendirmekte çokça çaba sarf ettikleri İslam ve ona tabi olan müslümanlar bu anlamda bu dört dinin mensupları ve ateistler tarafından kırıma uğramaktadırlar.

Müslümanların uğradığı kırım, ilk kırım nedenine bağlıdır. Kur'an'ın mahfuz önerilerine sahip olan müslümanların fikirlerini kırmak için, müslümanları kırmak gerektiğini düşünen bir karşı dünya, her şeyden önce kendisine en iyi teklifi sunabilecek insanları yok ettiğinin farkında değil...

'İnsan neden öldürmemelidir?' sorusuna Kur'an'ın verdiği kuşkusuz cevaplar şunlardır:

"Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da (kısas yoluyla) öldürmede meşru ölçüleri aşmasın. Çünkü kendisine yardım edilmiştir. "
(Kur'an'-ı Kerim/ İsrâ 33)

"Bundan dolayı İsrailoğullarına şunu yazdık: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır. Andolsun ki, onlara resûllerimiz apaçık deliller getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir."
(Kur'an'-ı Kerim/ Mâide 32)

"Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."
(Kur'an'-ı Kerim/ Nisâ 93)

"Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele."
(Kur'an'-ı Kerim/ Âl-i İmrân 21)

Yeni binyıl, üçüncü bin yıl, bize, fikrin yeniden kurulmasının ve buna bağlı olarak insan için tanımlanan iyiliği yeni kitaplarla, düşüncelerle, sanatla idealar dünyasından gerçekler dünyasına indirmemizin sorumluluğunu yüklüyor.


Mümtaz Bahri, Sonsuz Ark, 13.08.2012
Mümtaz Bahri Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı