13 Nisan 2018 Cuma

SA5946/KY57-AHCZD99: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 62: A'raf (65-79)

"Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


A’RAF SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (65-79. Ayetler)[1]

وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُوداًۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ

Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız? (A’râf Suresi,7/65.)

‘Ad, peygamberleri yalanladı. Hani kardeşleri Hud onlara dedi ki, ‘Siz hiç Allah’tan korkmaz mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Öyleyse Allah’tan korkunuz ve bana itaat ediniz. Ben bu tebliğime mukabil sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan alemlerin Rabbi’dir.’ (Şuarâ, 26/123-127)

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı” (Fussilet,41/15)

"Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Ad ve Semûd kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Halbuki onlar gözü açık kimselerdi" (Ankebut, 29/37-38).

Tıpkı Nûh toplumu gibi Âd toplumu da Allah’ı bilen bir toplumdu. Onun içindir ki Hûd (a.s) da kendi toplumunu Allah’a imana çağırmıyor da sadece O’nu dinlemeye, sadece O’na kulluğa çağırıyor. Ondan sonra da diyor ki Allah’ın peygamberi: hâlâ Rabbinize yönelmeyecek misiniz? hâlâ Rabbinizle yol bulmayacak mısınız? hâlâ Rabbinizin koruması altına girmeyecek misiniz? hâlâ Rabbinizin istediği hayatı yaşamaya yanaşmayacak mısınız? Allah’ın razı olduğu hayatı yaşayıp Allah’ın cennetine gitmeye razı olmayacak mısınız?[2]

قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ

Kavminden ileri gelen kâfirler, "Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz" dediler. (A’râf Suresi,7/66.)

Allah’ın Peygamberine karşı çıkan ve direnen bu adamlar kesin biliyorlardı ki Hûd (a.s)’ın mesajı toplumda maya tuttuğu zaman kendilerine hayat hakkı kalmayacaktı. Toplumun kanını ememeyecekler, gayri meşru kazançlarına imkân kalmayacaktı. İnsanların sırtlarına binerek, mazlumların mallarını yiyemeyeceklerdi. Bunun için peygambere ve onun getirdiği mesaja geçit vermemeye çalışıyorlardı. Bu durum tarih boyunca değişmeyecekti.

Sefih (beyinsiz) olanların Allah’ın Peygamberini sefâhetle suçlamaları:

قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

"Ey kavmim!" dedi, "Ben akılsız değilim, ama âlemlerin rabbinin gönderdiği bir elçiyim." (A’râf Suresi,7/67.)

اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ

 "Size rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben size iyi niyetle öğüt veren güvenilir biriyim." (A’râf Suresi,7/68.)

اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۜ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْۣـطَةًۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 "Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." (A’râf Suresi,7/69.)

Muhtemelen Âd, Yemen’in Uman ile Hadramut arasındaki Ahkâf denilen geniş çöl bölgesinde yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur (Kur’an’ın 46. sûresi Ahkåf ismini taşır; ayrıca bk. Fecr 89/6-9). İsmini, Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın üçüncü kuşaktan torunu Âd’dan aldığı söylenir. Bu kavim, İslâm’ın zuhurundan asırlarca önce ortadan kalkmakla birlikte Araplar arasında bazı hatıraları anlatılmaktaydı. Hûd aleyhisselâm ise bir görüşe göre Âd’ın soyundan, başka bir görüşe göre Âd’ın dedesi Sâm’ın diğer bir oğlunun soyundandır. İslâm kaynaklarında çoğunlukla şeceresi Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Avs (Us) oğlu Âd oğlu Halud (veya Hâris) oğlu Rebâh (Reyâh) oğlu Abdullah oğlu Hûd şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır.[3]

69. ayet, "Allah'ın nimetlerini, ikramlarını hatırla ve O'nun bunları senden geriye alacak güce sahip olduğunu da unutma" demektir aynı zamanda.

Rabbimizin değişmez yasası gereği yeryüzünde gerçekleştirdiği helâklerin her biri bir sonraki toplum için birer ibret, birer âyet özelliği taşımaktadır. Tüm bu âyetler gösteriyordu ki Allah tek Raptır, Allah tek İlahtır, Allah’tan başka kendisine kulluk edilecek, Allah’tan başka yasaları uygulanacak Rab ve İlah yoktur ve kesinlikle Allah’a karşı gelinmez. Allah’la savaşa tutuşanların tümü helâkten kurtulamamıştır.

Evet zorba, kibirli Âd kavmi, cenneti dünyada arama, cenneti dünyada kurmaya da dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış bir kavimdi. Yahut dünyayı cennetleştirme sevdalısı bir topluluktu. Dünyayı kıble edinmiş tüm plan ve programlarını dünya adına yapan bir toplum, bir karakter. Bu karakterin bu kıblenin tezahürü olarak da İrem’i görüyoruz. Bağlar, bahçeler, eğlenceler, kasırlar, köşkler, kafesler, kanaryalar, kaşaneler. İstiyorlardı ki dünya cennet olsun. İstiyorlardı ki cenneti dünyada yaşasınlar. Cennetliklerini dünya da istiyorlardı. (Şuarâ, 26/ 128, 136)[4]

-----

قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

Dediler ki: "Sen bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) getir bize!" (A’râf Suresi,7/70.)

Fakat onlar bu uyarıyı dikkate alarak Allah’a şükran borçlarını eda etmeleri gerekirken, aksine davranarak kendilerini yalnız Allah’a kulluk etmeye, atalarının taptığı uydurma tanrıları bırakmaya çağırdığı için Hûd’u eleştirip kınadılar; üstelik, nasıl olsa imkânsız olduğunu düşünerek ondan, doğruluğunu kanıtlaması için kendilerini tehdit ettiği azabı veya felâketi başlarına getirmesini isteyip akıllarınca kendisini güç durumda bırakmaya kalkıştılar. (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/546-547.)

70. ayet, Hud kavminin ne Allah'ın varlığından habersiz olduğunu, ne O'nu inkâr ettiğini, ne de O'na ibadet etmeyi reddettiğini gösterir. Onların kabule yanaşmadıkları husus, Hz. Hud'un (a.s.) hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnız tek Allah'a ibadet etmeye olan çağrısıdır. (Tefhîm, II/53.)

Yâni Hud kavmi Allah’ı biliyorlardı, tanıyorlardı, hattâ zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı ama hayatlarında yetkili gördükleri başka Rableri, başka İlahları da vardı. Onları da dinlemek zorunda olduklarını söyleyerek sadece Allah’a kulluğa yanaşmıyorlardı. Tamam İlahlardan bir İlah olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim, hayatımızın ibadet bölümünde Onu da dinleyelim ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi olan öteki İlahlarımızı da dinlemek zorundayız diyorlardı.

Tüm peygamberler insanlığı La ilahe illallah temel esasına çağırmışlardır. Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak hayata hâkim olan İlah yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul edecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır.

Zaten tarih boyunca en büyük problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a kulluk etmek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hâkim olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni İlahlardan bir İlah olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki İlahlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan yaşatan bir İlah olarak herkes Onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka ilah olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır, ama bu Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, ama bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yâni bu Allah kendisinden başka Rab, Melik, İlah olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır. [5] Bu kavga sürmektedir.

قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۜ اَتُجَادِلُونَن۪ي ف۪ٓي اَسْمَٓاءٍ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ

“Hûd şöyle cevap verdi: "Üzerinize rabbinizden bir öfke ve bir azap inmektedir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" (A’râf Suresi,7/71.)

Sözlükte “kir, pislik” anlamına gelen rics kelimesine mecazi olarak “azap” mânası verilmiştir; gazab ise –Allah’a isnat edildiğinde– O’nun “inkârcı ve isyancıları rahmetinden uzaklaştırıp alçaltması ve cezalandırması” anlamına gelir. Ricsi Allah’ın inkârcılara öfkesi, gazabı ise onlara vereceği azap şeklinde yorumlayanlar da vardır (bk. İbn Âşûr, VIII/2, s. 210). (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/546-547.)

Kim haklıymış kim haksızmış onu yakında birlikte göreceğiz. Allah yasaları mı hakmış haklıymış, sizin kendi kafalarınızdan ürettiğiniz sistemleriniz mi haklıymış çok yakında göreceğiz onu. Hangisi kokuşmuş, hangisi insanlığa gerçek mutluluğu sunuyormuş göreceğiz. Bakın Allah’ın elçisi ne kadar kendisinden emin ve ne kadar huzur içinde bir tavır sergiliyor kâfirler karşısında.

فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ۟

“Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalan sayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (A’râf Suresi,7/72.)

Rabbimiz diyor ki biz Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri, onu ve getirdiği mesajını destekleyenleri, peygamber safında yer alanları rahmetimizle kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları, âyetlerimizi işlemez hale getirenleri, âyetlerimizi boşa çıkarıp onlarla ilgilenmeyenleri kendi sistemlerine, kendi putlarına, kendi hayat tarzlarına tutunarak Allah sistemiyle savaşa tutuşanların da kökünü kestik. Yani "Biz Âd kavmini, kökünden öyle yerle bir ettik ki, arkalarında onlardan hiçbir eser kalmadı" demektir.

-------

Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kıssalarının Anlatılma Sebepleri

Kur’an’ın kıssaları aynı zamanda ‘Tevhid akidesinin ve mücadelesinin tarihi’dir. Kurân, geçmişe ait tarihî haber örnekleri ve sahneleri, Kurân’ın temel gayesi olan insanları irşad ve tebliğ doğrultusunda muhataplarının ibretlerine sunmuştur. Vahyin karsısında, iman ve küfür taraftarlarının ortaya koydukları tepkiler en yoğun şekilde Kur’ân kıssalarında ele alınmıştır. Bu kıssalarda aynı zamanda İslam’ın ana ilkeleri olan Allah’ı, peygamberi ve ahireti tanıtarak yeryüzünde adaleti tahakkuk ettirmek, değişik vesilelerle hep gündeme getirilen temel konular olmuştur. Kur’ân kıssalarının hedefi peygamberi ve inananları tesbît (sebatlandırma); inkar edenleri uyarmadır. Kıssaların asıl gayesi, ahlâkî ve terbiyevîdir.  [6]

Kıssaların anlatılma sebepleri arasında zikredilen semavî dinlerin esasta bir olduğu, peygamberlerin metodu ve kavimlerin akıbetindeki ortak noktalar, iman ve ahlak sahiplerinin daima kurtarıldığı, buna karşın inkar etmekte inat eden toplumların helâk edildiği konumuz açısından özellikle dikkat çeken hususlardır. Bu kıssaların anlatılmasındaki asıl amaç, insanların ders ve ibret alması, peygamber ve iman edenleri teselli ve kafirleri korkutmaktır. Bir çok kıssada da ahlaka çokça vurgu yapılmaktadır.[7]

Kur’ân’daki helâk kıssalarının amacı, helâk olan kavimlerin güç ve ihtişamına dikkat çekmek, onların azıp barbarlaştıklarında, Allah’a engel olamadıkları, Allah’ın onları üzerine azabını boşalttığı ve onları cezalandırdığını anlatmak, kendisine karsı barbar, azgın ve şımarıkça bir yol tutan herkese Allah’ın gücünün yettiğini ispatlamaktır. Ayetler uyarma, hatırlatma ve Allah’a karsı azgınlık, fesad ve şımarıklıktan sakındırma gayelerini gütmektedir.[8]

"Bu Kur'ân; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir” (İbrahim ,14/52).

“Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık" (Bakara,2/66)

“Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır. Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.” (Hicr,15/4-5).

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” (Araf,7/34).

“Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Münafıkun, 63/11).

“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler”(Yunus10/44)

“Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız” (Yunus,10/13)

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik. (Araf,7/96)

“Biz zulmetmekte olan nice memleket halkını kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka toplumlar meydana getirdik.” (Enbiya,21/11).

“Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar” (Enam 6/44 )9

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur” (Ra’d 13/11)

Kıssaları anlamak aynı zamanda helâk konusunu da kavramak anlamına gelecektir:

Helâk kıssalarının Kur’ân gündeminde bu kadar fazla yer almasıyla ilgili söylenebilecek en güzel sözlerden biri sudur. ‘Yüce Allah, eski milletlerin hayat hikayeleri hakkında Kur’ân’da anlatılanlardan az çok haberdar olan müşrikleri, Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi helâk olacaklarını hatırlatıp uyarmaktadır. Kur’ân’ın ilk muhatabı olan müşriklere verilen bu mesaj, daha sonraki ve kıyamete kadar ki Kur’ân muhataplarına da aynı şekilde verilmeye devam edecektir. Helâk olan toplum ve bireylerlerle ilgili kıssaların Kur’ân’da yer almasının esas nedeni, her asırdaki muhataplarına iste bu Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi helâk olacakları mesajını vermektir.”[9]

“Helâk olan kavimlerin kıssalarının, Kur’ân’da anlatılmasındaki ortak özellik, Onların acı akıbetlerinden ders ve ibret almak, sonraki nesillerin aynı yanlışlara düşmesine engel olmaktır. Ancak bu kıssalardan ders aldığımızı söylemek bugün için imkansızdır. Dünya sanki hiç peygamber gelmemiş ve kitap inmemiş gibi helâk olan kavimlerin ortak olarak isledikleri suçları irtikap etmektedir.

Bu konuda uyarılara da aldırmamakta, hatta kendilerini uyaranlara da düşmanlık etmektedirler. Bu konuda duyarlı Müslümanlara, müfsid toplumları ıslah etmek görevi düşmektedir. Günümüzün Müslümanları da tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi bıkmadan, usanmadan fesad eylemleri ile mücadele etmeli, insanların günahlardan pişmanlık duymalarını sağlayıp, onların tevbe ve istiğfar etmeleri için gayret sarf etmelidir.

Başkasını düzeltmek isteyen bir kişinin önce kendini düzeltmesi gerektiği açıktır. Allah’a isyanın sürüp, nefsini terbiye etmedikleri müddetçe ve haramlardan sakınmadıkları sürece bir toplum helâke, azaba ve ilahi cezaya aday bir toplumdur. Müslüman, bu kıssalardan hisse alarak, hayattaki olumsuzluklara bakarak, asla yılgınlığa düşmemeli ve iman edenlerin eninde sonunda zafere ulaşacağından asla şüphe duymamalıdır.” [10]

Allah'ı, peygamberlerini ve âyetleri inkâr, Allah'a ortaklar koşma, isyan ve zulüm helak edilen kavimlerin ortak özellikleridir. (Araf,7/5, Yunus,10/13, Hud,11/101,102,116, İbrahim,14/13, Kehf, 18/59, Enbiya,21/11,14,97, Hac,22/48, Muminun,23/41, Rum,30/9)

HELÂK YASALARI[11]


A) Bir Toplum Uyarılmadan Helâk Edilmez

B) Allah, Her Topluma Mühlet Vermiştir

C) Allah, Helâk Etmekle Kullarına Zulmetmemiştir

D) Toplumları Helâke Götüren Kendi Suçlarıdır

E) İdarecileri Fâsıklık Yapan Mütref Ülkeler Helâk Edilir

F) Allahu Teala Hazretleri Sadece Zalim ve  Fâsık Toplumları Helâk Eder

G) H) Hiçbir Güç Helâki Engelleyemez

J) Helâkten Kurtulmak İçin Peygamber Yakını Olmak Bile Yetmez

K) Allah, Takva sahiplerinden Yanadır

L) Bir Toplum Yanlışlarla Mücadele Ettiği Sürece Helâk Olmaz

I) Bir Toplum Günahlardan İstiğfar Ettiği Sürece Helâk Olmaz

M) Bir Toplum içlerinde Peygamber Bulunduğu Sürece Helâk Olmaz.

-------

وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَـالِـحاًۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Onlara, "Ey kavmim" dedi, "Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir işaret olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar." (A’râf Suresi,7/73.)

“Semûd peygamberleri yalanladı. Hani kardeşleri Salih onlara dedi ki, ‘Siz hiç Allah’tan korkmaz mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Öyleyse Allah’tan korkunuz ve bana itaat ediniz. Ben bu tebliğime mukabil sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan alemlerin Rabbi’dir.” (Şuarâ, 26/141-145)

“Andolsun biz, “Allah’a kulluk edin” diye (uyarması için) Semûd kavmine, kardeşleri Salih’i peygamber olarak göndermiştik. Bir de ne görsün, onlar birbiriyle çekişen iki grup olmuşlar.” (Neml, 27/45).

“Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı. Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun. Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları” helak etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems, 91/13-14).

Rabbimiz Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Demek ki her kavme, her topluma kendi kardeşlerinden birisi gönderiliyor. O toplumu iyi bilen, onların dertlerini, âdetlerini, dillerini, problemlerini iyi bilen onları tanıyan bir elçi gönderiliyor. Onları hakka dâvette inandırıcı olsun ve de onların problemlerini çözmede başarılı olsun diye.

Zira arz da Allah’ındı deve de Allah’ındı. Ve Allah’ın âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi davranmak zorundaydılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar. Allah’ın arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın dinine, Allah’ın hayat programına hayat hakkı tanıyacaklardı. Kendilerinin, kâinatın, devenin ve tüm varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın hayata karışmasına karşı gelmeyeceklerdi. Bu hayat Allah’tansa, bu varlıkların sahibi Oysa, elbette onlar konusunda söz sahibi de O’dur diyeceklerdi. İlişmeyeceklerdi Allah âyetine. Dışlamayacaklardı Allah’ı. Yok etmeden yana olmayacaklardı Allah âyetlerini.[12]

“Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılır. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da Ashâbü’l-Hicr diye de anılırlar (Hicr 15/80). Sâlih’in davetinin özünü de Allah’a kulluk edip O’ndan başkasını tanrı tanımama ilkesi oluşturuyordu. Zamanla tevhid inancından sapmış olan Semûd kavmi, kendilerini yeniden hidayete kavuşturması için gönderilen Sâlih’i yalancılıkla suçlayarak aksini kanıtlaması için mûcize göstermesini istediler (bk. Şuarâ 26/154). Sâlih de “Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesidir” dedi.” [13]

وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّاَكُمْ فِي الْاَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُوراً وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتاًۚ فَاذْكُـرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ

 "Düşünün ki Allah Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler kuruyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın." (A’râf Suresi,7/74.)

Semûd kavmi dağ başlarında kayaları yontarak, kayaları, dağları yararak çok muhkem evler yapıyorlar, hiç ölmeyeceklermiş gibi köşkler içinde yaşıyorlardı ve zannediyorlardı ki bu sağlam yapılar kendilerini her türlü tehlikelere karşı koruyacaktı. Bu sağlam yapılarına, muhkem evlerine, mülklerine, servetlerine makamlarına ve medeniyetlerine güvenerek Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle sa-vaşa tutuşuyorlardı.

-----

Müstekbirler, kibirlenenler, Allah’a ve elçisine kafa tutanlar, mallarına makamlarına, servetlerine, konumlarına, evlerine, köşklerine güvenerek Allah’a da Allah’ın âyetlerine de Allah’ın elçilerine de değer vermeyenler, devletin nimetlerinden en fazla istifade eden, kan emen, toplumda peygamber mesajının hâkim olmasıyla tüm menfaat hortumlarının kesileceğinden ve mevcut düzenin yaşamasından yana olanlar, müstekbirler mus’taz’aflara, ezilenlere, horlananlara, ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görülenlere şöyle diyorlardı[14]:

قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ اَتَعْلَمُونَ اَنَّ صَالِحاً مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ

Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf gördükleri kesimden inananlara dediler ki: "Siz Sâlih’in, rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Onlar da, "Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inanırız" dediler. (A’râf Suresi,7/75.)

“Mele” yani zorbalar, varlıklılar, yöneticiler, topluma egemen olanlar iman etmezler. Ve bunlar, bu kâfirler o toplumda kendilerine ters olan bu insanları ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görerek, müs’taz’af görerek imanlarından dolayı onları sorgulamaya çalışıyorlar. Şu andaki müstekbirlerin imanlarından dolayı aşağı gördükleri müslümanları sorgulamaya çalıştıkları gibi.

قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا بِالَّـذ۪ٓي اٰمَنْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ

Büyüklük taslayanlar ise, "Biz de sizin inandığınızı inkâr ediyoruz" diye karşılık verdiler. (A’râf Suresi,7/76.)

Hakikati inkar eden bu zorba müstekbirler de biliyorlar Sâlih (a.s)’ın hak peygamber olduğunu ve bu devenin mûcize bir deve olduğunu. Biliyorlar ama hayatlarının değişmesinden korktukları için, menfaatlerinin kesileceğini bildikleri için iman etmiyorlardı. Peygamberin mesajına iman ettikleri zaman hayatları değişecekti, kan emmeye devam edemeyeceklerdi, zulümlerini sürdüremeyeceklerdi de onun için iman etmiyorlardı.

فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ

Derken, o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler, böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve "Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" dediler. (A’râf Suresi,7/77.)

فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ

Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler. (A’râf Suresi,7/78.)

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ

Sâlih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun ki ben size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." (A’râf Suresi,7/79.)

Kur’an’da yeri geldikçe eski toplumların, gurur ve kibre kapılarak hak dini kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan zorbaları hakkında müstekbir; bunların zayıf ve âciz gördüğü, baskı altına alıp yönlendirmek istedikleri kitle hakkında da müsted‘af deyimleri kullanılır. İşte zorbalar kesimi, Sâlih’e inananlar arasındaki yoksul ve kimsesiz müminleri inançları dolayısıyla kınamış; onların inandığı şeyleri kendilerinin reddettiklerini açıkça bildirmişlerdir. Sonunda kibir ve inatları yüzünden basîreti bağlananlar, verdikleri sözü çiğneyerek deveyi kestiler. Bu, onların asla yola gelmeyeceklerinin açık bir ifadesiydi. Bu sebeple şiddetli bir depremle eski inkârcı kavimlerin âkıbetine mâruz kaldılar. Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasında askerleriyle birlikte Semûd kalıntılarının bulunduğu Hicr’e gelmiş, askerler Semûd halkının içtiği kuyulardan su içmişler, ardından hamur yoğurup ekmek yapmışlar, yemek hazırlamışlar; fakat Resûlullah yemeği dökmelerini, ekmekleri develere yedirmelerini emretmiş, sonra onları konakladıkları yerden kaldırarak devenin su içtiği kuyunun başına götürmüş; önceki davranışının sebebini açıklarken de, “Onların yaşadığı felâketin sizin de başınıza gelmesinden kaygılandım” buyurmuştur (Müsned, II, 117). Başka bir rivayette Resûlullah’ın yine Hicr’de bulunduğu bir sırada Hicr halkının başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü dile getiren ve yanındakileri, bu olaydan ibret alıp ders çıkarmaya teşvik eden sözler söylediği belirtilmektedir (Buhârî, “Megåzî”, 80; Müslim, “Zühd”, 38; Müsned, II, 58, 72). (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/549-550.)


    <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 13.04.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları


[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an. http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html
[3] https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/A'r%C3%A2f-suresi/1019/65-69-ayet-tefsiri
[4] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an. http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html
[5] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an. http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html
[6] Geniş Bilgi İçin Bkz. Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, Yüksek Lisans, Ankara, s.3. http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1284/1883.pdf?show
[7] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.7.  
[8] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.8.  
[9] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.9.  
[10] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.13.  
[11] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.236-248.  
[12] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an. http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html
[13] https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/A'r%C3%A2f-suresi/1027/73-74-ayet-tefsiri
[14] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an. http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı