22 Eylül 2016 Perşembe

SA3458/KY1-CÇ308: Düşlerin İsyanı/ Roman-Bölüm 8-V

"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"

"
"Ayıbımı yüzüme karşı söyleyen bana zulüm etmemiş,
 aksine bana bir armağan getirmiş demektir."
Ferideddin-i Attar

Bölüm Sekiz
-V-

Şehrinaz, tülleşen hüznün çizgileri yüzünde, saçları rüzgarda savrulan bir kadın kılığında bana akşam gördüğü rüyadan çok korktuğunu anlatırken, olacağı buydu, dedim, sonunda Çinli’nin senaryoda görünmesi kadar olağan bir şeyin olmayacağı resmiyet kazandı.. gayet soğuk kanlı onu dinler gibi görünsem de aklım hep o kadındaydı. 

Hem sonra Cemşid Ulu’nun adına 'Çinli Formasyonu’ dolduran insandım.. adımı yazdım, işimin çok acele olduğunu ima ederek Mahi Azadecuy'e bakmayı da unutmadım, Kiyanüs yüzüme bakıyordu, savaş oyunlarında nerede kaldığımızı benden çok o merak ediyordu.. 

"İşim çok acele!”, dedi Cemşid Ulu, "Müjgan, işimi acele bitirseler!" 

Küçük Prensim çok huzursuzdu, çok sevimli oluşu onları da ilgilendirirdi, onun sayesinde onlara ruhlar üflerdim, küçük prensimi gördüklerinde kiminin ağzının suyu bile akardı, yalanırlardı, yalantılı bir yanımla ona baktım, Mahi Azadecuy daha dönmemişti, Kiyanüs’ün heyecanı daha da artmıştı, Bilgi İşlem Merkezi'nde bizden başka kimse yoktu, Feridun Bey tatil için bir haftalığına Dimeşk’e gitmişti. 

"Hem iş gezisi hem tatil!”, demiştim, "Mahi Azadecuy, ne güzel!” 

Toplama kampının üzerinden geçiyorduk, üç yanı denizlerle çevrili bir yarım adaydı, Toplama Kampı'nın üzerinde oyalanacak bir iki şey daha düşündük. Çöplük bizim için en güzeliydi, kaybolmamak için uzun otların arasında Küçük Prens’e sarıldım.. vicdanımın elleri sızlıyordu. 

"Martin Eden Trajedisi nedir bilir misiniz?”, diye sordum.

"Hayır!”, dedi, "Hayır bilmiyordum Finamek Bey!” 

"Martin Eden!”, dedim ben de, "Kendi kendisini geliştirmek yerine kendi kendisini değiştirmek kaygısına düşmüş bir insandı. Onun trajedisini de bu son hazırlayacaktı işte! Hazırladı da!” 

"Nasıl?”, dedi, "Nasıl oldu bu iş?”

"Ne tuhaf değil mi?”, dedim, "Olağanüstü bir bilgilenmeyle donatılmış bir insan olup çıkınca her şey hallolacak sanmıştı. Ama aksi oldu işte! Kazandıkça mutlu olacak yerde, acı çeken bir insan oldu! Kaybeden, ya da tutunamayan Turgut Özben gibi, Selim Işık gibi?"

"Ama Süleyman Kargı çağrıldığı halde gelmemişti!”, dedi, "Kapıyı çalan Cemşid Ulu’ya kapıyı açmamakta kararlı olan kadını da hiç affetmeyecekti." 

"Kim o?”, demişti Kadın da,

"Benim!” demişti Cemşid Ulu, "Süleyman Kargı'nın ikinci kuşaktan akrabası!”

"Demek sen de okudun?”, dedim, "Demek her şeyi sen de biliyordun?” 

Gülümsedi ve devam etti aynı vakur haliyle:

"Onun için bir kurtuluştu!”, dedi, "Dalgalar onun için bir kurtuluş senfonisi gibi gelmişti? İçinde açılan uçurumu sarmak için bir merhem, bir sembol!”

"Onun ölümü sembolikti!”, dedim, "Belki bu yüzden anlaşılamadı tam olarak!”

"Evet!”, dedi, "Ben olsam Jack London'un yerinde böyle yapardım!” 

Durup bir bana, bir Kiyanüs’a, bir Müjgan’a baktı, dalgınlığı ve uzaklara bakan gözleriyle bir şeytanı andırıyordu.. yüzündeki alaycı ifade sönüp gitmemişken..

"Ölümün asıl benle ilişkisini başka türlü nasıl aktarabilirdi ki o insan!”, dedi, "Kendini dalgalara bırakarak, yavaş yavaş sulara gömülen bir düşünsenize? Yavaş yavaş benliğe gidişini, bu soylu serüveni böyle bir sembolik anlatımla dile getirmek o zaman aklına gelmemişti herhalde!”

"Belki!”, dedim.

"Belki değil!”, dedi, "Çünkü Jack Landonda kopuktu!” 

Sustu ve gitmeye hazırlandı, Bilgi İşlemin Kapısı’ndan çıkarken..

"Sana benimle ilgili bir sır daha vereyim!”, dedi, "Senin hayal edemeyeceğin kadar sayısız kadınla birlikte oldum!” 

Sonra kapı örtüldü ve reyonların arasına dalarak gözden yitip gitti.

"Sen bir alçaksın!”, diye bağırdım, "Bunların hepsi bir yalandı! Evet, evet! Sırf beni kızdırmak için böyle konuştun öyle değil mi? Budala!” 

Kiyanüs koşup yanıma geldi, ağzımı kapamaya çalıştı.. 

"Kendine gel!”, dedi, "Finamek Bey, kendinize gelin!” 

Her şey bitti, söndü, karanlığa savruldu.. susup yüzüne baktım, Şekerci’nin sözlerinden etkilenmiş kadına daha başka şeyleri de anlatmak ihtiyacıyla yanıp tutuştuğum o anda kayboldu, oysa aklım hala Şehrinaz’daydı, o akşam arabamda farkında olmadan düşürdüğü kolyeyi avucumun içinde evirip çevirdim, Sesim yansıyordu duvarlardan, kulaklarıma çarpıyordu ünlenişi, daha sonra kulaklarım parçalanıyordu, nasıl da kan sızıyordu kulaklarımdan anlatamam!

Oysa Anetta oturduğu kanepenin üzerinde ne kadar rahattı, balık etli kadın..  portrelerini aratmayacak tonlarda bir vücutta buluşmuştu, bu kılığa bürünerek o düşsel kadınlardan ne kadar uzaklaştırmıştı kendini, sonra kızının da rahat oluşu çok göze batıyordu, Norveçli Anettalar ve kızları çok rahattı, diyordum.. Bu göl kenarını sevmeleri ve Beyaz Otel'de kalmaları başka türlü açıklanamazdı, o sıra da Otel Katibi bize kulak olmuştu, sanki bir şeyler biliyordu da gizliyormuş gibi pis pis sırıtıyordu sonradan..

Oysa düşkün Meryem ağlıyordu, düşkün Müjgan ağlıyordu, ağlıyordu düşkünler ve oğulları kan kusuyorlardı. Ayak sesleri kesilmek nedir bilmiyordu, aklımda diyordum, anlamıyordu, aklımda değil diyordum anlamıyordu, cep telefonum yoktu, diyordu yine aynı, yoktu cebimin telefonu yine Beyaz Otel.. vicdanımın sivrilen ucunda seyri seferlerinde kaldım, İnsanlar niçin ANLAMAZ'lık zırhıyla çıkıyorlardı karşıma, artık "YAZGIM BU BENİM!” diyordum kendi kendime... sonra bunu neden durup dururken sözlerimin arasına sıkıştırdığımın açıklamasını yapmak istermiş gibi araştırıcı bakışlarla etrafıma bakınıyordum ilkin, daha henüz her şeyin başındayken o masalı da anlatmayı düşünüyordum, yüzüme acılı bir biçim veren çizgiler ve renkler yerleşiyordu, bir gül hıçkırdı elimde diyordum, bülbüllerden bir bülbülün kendini parçalayarak yarattığı o gülün ben olduğumu anladım diyordum, çünkü kıpkırmızıydı gözyaşları bülbülün, diyordum, öykü değil olgu dedikten sonra anlamlı anlamlı gözlerini bana dikiyordu. Bir yere kaçamayacağını, kıskıvrak yakalandığını ve eski evin odasında kala kalmışlıklarını, belki tavan arasına çıkmasalar unutulmuş fotoğrafları ve üzerlerinde gezinen o hayalleri de bulamayacaklarını kavratmaya çalışırken öykümün nasıl kılık değiştirdiğini görüyordum, ama öyle bir son bulmalıydım ki, diye düşünüyordum; Şehrinaz bir daha gitmesin, yüzüstü kalmayayım insanların arasında, kendimi bulayım, acıyan yanlarımı örtsün. Gülün düşten öte bir varlığı olamazdı evrende, diyordum, hele dillere destan, gönüllere taht kurmuş kırmızı gülün varlığı. Kurulan düşlerde bile olmadığı zamanlardan söz ediyorum, diyordum, yüzüme bakıyor ve elimi sımsıkı kavrıyordu, mumların -sanırım iki taneydi- aydınlattığı ısısız odamda acılarla kıvranırken sanki bir el pencereye bakmam için omuzlarımdan sarsalamış, ellerimi çekiştirmişti.. ister istemez gözlerim pencereye kaymış, onu görmüştüm. 

Pencerenin önünde gecenin karanlığına aldırış etmeden bir Bülbül durmaktaydı, insan gözlerine bakmaya korkardı. Çünkü; yaşama sevincinin en soylusu konuktu, diyordum, seninkiler kadar derin gözlerinde. Sonra kenara çekildi diyordum Siyah Pelerinli Kadın, gözlerinin içi yanar gibiydi, yüzü bembeyazdı, bir heykelin donukluğu vardı yüzünde, dudaklarının kenarında o çarpık gülüşle pencerenin kenarına kadar yürüyordu diyordum, Bülbül’e bakarken içine girdiği dünyanın bayağılığından, ucuzluğundan oldukça bunalmışa benziyordu diyordum, şimdi nereden çıktı bu kadın diye soruyordu Şehrinaz, bungun gözlerimde dans eden mumun alevlerinden sıyrılıp da içine konuk olduğum o saat takvimlerin hangi günü gösterdiği o kadar önemli miydi ki, diyordum, umutsuzluk yüreğimi kemirmeye daha yeni başlamışken, çevremde dolaşan gölgeleri kovmaya çalışıyordum. 

Gelecek olanı muştulayan bir yakarıştaydı sanki o gözler. Bir şey anlamamış gibi dikiz aynasından dikkatle yüzüme bakıyordu Şehrinaz, Gül istemişti, diyordum, kırmızı Gül. Sonra elim teybe doğru gidip öyküye uygun parçayı aranıyordum, Şehrinaz pencereden dışarıya bakıyordu, eski şehrin çıkışında olduğumuzu, artık kendimize gelmemiz gerektiğinden dem vuruyordu, anason kokan ağzını daha kapamadan iri etli dudaklarından öpmek istiyordum, şehir yine kana ve irine bulanıyordu, yazar bozuntusu herif  "Körlük” teki gibi bir öyküyü tasarlayıp yazmaya başladığında düşkün Meryem, patronu Neriman'dan haftalık iznini zor bela kurtarmış onu Destigayp götürüyordu.. 

Canı sıkılmış gibi, “Nerede kalmıştık?”, diye sorduğunda Şehrinaz, Gül Öyküsü’ne yeniden dönüyordum.. düşkün Meryem'in iri siyah gözlerine bakmayı yine unutmuyordum. Fakat Gül yeryüzünde yoktu daha, diyordum, kırmızı gül düşlerden bile uzaktı. Şehrinaz anlamlı anlamlı yüzüme bakıyordu. Uyandıklarında belki de bu kabustan da uyanacaklar, -oh!- derin bir soluk alacaklardı diyordum, oysa bülbül iyilikle eğilmişti yüreğine diyordum, sonra kulağına aynen şunları fısıldıyordu diyordum, bu işin onun için çok kolay olduğunu...

"Ne düşünüyordun yine?”, diyordu Şehrinaz.

"Hiç!", diyordum, "Bir şey düşünmüyordum."

"Hadi inkar etme!", diyordu.

"İnan ki!”, diyordum, "Seni dinliyordum meleğim!"

Baktığım aynaya yöneldiğinde Şehrinaz’ın, her şeyden kuşkulanmaya başlayan insanla göz göze gelmesinden korkmuştum. Her şeyi ele vermekten çekiniyordum. Mahi Azadecuy çekil oradan, şimdi sırası değil, demek istedim, ona bakan bir çift gözün karşısında kıpırdaması olanaksızdı. Şehrinaz bir an Mahi Azadecuy’i fark etmiş gibi aynanın arkasına baktığında soluğum kısıldı, kalbim gümbür gümbür atmaya başladı, artık her şeyin sonuna geldiğini düşündüm. 

Oysa rüyalara inanan karşımdaki insana, "Hadi bakalım, bu gün ne gördün rüyanda? Anlat bakalım!", diyerek, rüyasını anlatmaya zorlayan bendim. Şehrinaz aynanın arkasında bir şey bulamadığına üzülmemiş, yine yanıma döndüğünde, "Ne tuhaf değil mi?”, diyordu, "Yine aynı rüyayı gördüm."

Pencerenin önündeki çekyatta hiç istifimi bozmadım, merakla karımın yüzüne bakıyordum. 

"Gözlerim buğulu buğulu!", diyordu, "Nedense o akşam beyaz tül geceliğimin içinde -saçlarım savrulurken- Sen de yanımda yokuş yukarı çıkıyorduk. Sonra Sevgili Kocacığım, senin yüzünde aynı parıltı dolaşıp durmadayken.. -"Fazla kalmadı!", diyordun, "Az bir yolumuz kaldı, neredeyse geldik!"- korkmuş olduğumu düşünüyor olmalıydın ki - "Kaygılanacak bir şey yok!", diyordun, sonra dönüp boynuma daha çok sarılıyordun, o kadar çok sarılıyordun ki sana karşı koyamayacağımı anlıyordum. Antik Tiyatro'yu da arkamızda bırakıp, neredeyse sırta varmıştık ki soluklanmak için durduğumuzu sanmıştım, ama sen bu sefer Titreyen Göl’e gitmediğimizi açıklama gereği duymuştun. Beni götürmek istediğin yer bir uçurumun kenarıydı, burada ne işimizin olduğunu sormadım, sanki biliyordum, öyle olacağını biliyor, ama nedense ses etmeden peşin sıra yürüyor da yürüyordum. Sert bir rüzgar esmekteydi.  Daha önce buradan da Kral'ın aynı heybet ve vakurla yürüdüğünü, Kızı Mihri Mah için yaptırdığı antik tiyatronun buradan görülebildiğini anlatırken, her şeyi yolunda gitmekteydi. Ama bak, -burada biraz soluklanmıştı karısı Şehrinaz- her şey... Evet, her şey işte burada başlıyordu benim Sevgili Kocacığım -Nasıl söyleyeceğini bilemiyordu sanki, bunun çelişkisini yaşamaktaydı, yüzü asıklaşmıştı, kocasına burayı nasıl söyleyeceğini gerçekten de bilemiyordu Şehrinaz - Sen uçurumdan aşağı yuvarlanmadan önce bir kadın beliriyordu yanımızda, daha doğrusu o kadın senin yanındaydı benim sevgili kocacığım, bir hayal silueti gibiydi, sonra yüzü çok soğuktu, öyle çok soğuktu ki bizim Şehrazat gibiydi ya da Ernüvaz.. daha çok Ernüvaz’ı andırıyordu. Ne yazık ki; ikimiz de bir şey yapamıyorduk.. sen uçurumdan aşağı yuvarlanıyordun, ama bir şey olmuyordu. Bak sen şu işe, değil mi? Bir iki sıyrık o kadar, ölmüyordun, ölmüyordun benim Sevgili Kocacığım.... Rüzgar beyaz tülümü savururken, saçlarım savrulurken ama o kadın uçurumun kenarında belirdiği gibi kayboluyordu!”

İmalı bakışlarla karımı süzdükten sonra, "Son günlerde!" dedim, "Amma ilginç rüyalar görmeye başladın Şehrinaz!" 

Sonra Şehrinaz bana dönüp artık bu oyuna bir son vermemizi istiyordu, "Hangi oyuna!”, diyordum, anlamamış gibi, "Hangi oyun mu dedin?”, diyordu, "Hangi oyun olacak, evcilik oyununa budala!” 

Ama onu yeniden senaryoya ısındırmak için ben bazen kendini unutan adam oluyordum diyordum, sonra çiçekler sulanmıştı, bir an geldi diyordum, tapınağınızda olduğum için saygısızlık etmek istemem diyordum, durup aynada silikleşen yüzüne bakarken ne kadar güzelsiniz diyordum, ne kadar kirlenmemiştiniz, hayatı yaşıyordunuz, yani mutluydunuz, yani.

"Benim adım ne Şehrinaz!”, diyordu, "Ne de ben senin karın oluyorum!”




<<Önceki                             Sonraki>>



Cemal Çalık, 22.09.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman 





Seçkin Deniz Twitter Akışı