2 Ekim 2019 Çarşamba

SA8023/KY73-PH19: Balkanlara Gitmeyin!

"Eva Hanım'ın anlattığı son hikâye de oldukça trajikomikti; eşinden dul maaşı alan bir kadın, eskiden 350 Avro alırmış, sonra 250 Avroya, en son da 57 Avroya düşürmüşler. Bunun üzerine Yunanlılar aralarında söyle espriler yapıyormuş; ‘57 avro nedir ki, bir tavernaya bile gidilmez.'"


Bu yazımda size ilginç Yunanistan seyahatimi anlatacağım. Konumuz bir gezi ve rehber nasıl olmaz? Çok güzel geçmesi gereken bir seyahati saçma sapan bir hale getirmek için neler gereklidir?

İlk olarak, emlak komisyonculuğu veya al-satçılık ile seyahat acenteliğini birbirine karıştıran bir tur firması bulmalısınız. İkincisi, firmaya layık bir rehber (bozuntusu) olmalı. Şöyle ki; rehberimiz otobüslerde muavinlik yapabilecek kapasitede olsa yeter. Üçüncüsü, mevzubahis firmayı bile isteye seçen lakayt insanlar. Dördüncüsü, bu ben ve benim gibi azınlıklar oluyor, bilmeden gelen basireti bağlanmışlar.


Bu dörtlü içinde kendime en masum rolü biçmiş gibi görünsem de olay tam olarak budur. 

Efendim, aslında ülkemizdeki tur firmalarının ekseriyeti bu şekilde çalışıyor. Pek azı kaliteli organizasyonlar yapıyor ve uzman kişiler çalıştırıyorlar. Hemen hepsi, aslında zaten gezilmesi ve görülmesi gereken yerleri, gezinin olmazsa olmazlarını ekstra kategorisine sokup müşterisini kandırma çabası içindeler. Afedersiniz ama ben buna ‘ekstradan kazıklama çakallığı’nın sektör haline gelmesi' diyorum (ki, bu da ayrı bir yazı konusudur). Butik ve özel ilgi alanlarına göre yapılan turları ayrı tutuyorum, benim hedefimdekiler; kitle ve kültür turizmine yönelen standart firmalar. 


Ancak, kitle turizmi de olsa Batı Trakya-Balkanlar gezisi yapan acentelerin de, buraları tercih eden kitlenin de, -yani, Selanik’e, Kavala’ya veya Atiana’ya (Akropolis'e) gidenlerin- biraz daha duyarlı ve bilinçli olmasını bekleriz. 


Aynı beklentiyi ülkemizden Kudüs’e veya Orta Asya’daki Türk yurtlarına gidenlere de yöneltiriz. Abartıyor muyum bilmiyorum. Ama gurubun çoğunluğu; İskeçe ve Gümülcine’ye gitmek yerine, ağzını gere gere ‘ama biz Thassos’da denize girmeye geldik!’ deyince bana sağdan sağdan geldiler. Keşke soldan gelselerdi. Yok, sağ sol ayırdığımdan değil de, başımın ağrısı koluma vurunca, sağ elimi kullanırken hayat kalitemi etkiledi. Yoksa yerel rehberimiz Eva Hanım'ın (İstanbul’dan göçmüş bir Rum) dediği gibi, hayli zamandır sağ ile sol -Başbakan Çipras’a atıf yapıyor- baya karışmış durumda. 

Efendim, işte neyse, böyle tuhaf bir program ve grupla gezi yapma gafletinde bulundum. Normalde böyle turlara itibar etmez, özel seyahatler yapardım ama oldu bir kere.


O kadar seri gezdik ki, şu hızlandırılmış İngilizce kursu esprili karikatürdeki gibi, hatta sadece ‘yes’ versiyonuydu diyebilirim. ‘No mu’ kısmı yok. Öyle bir seçenek sunacak ve cevabı bekleyecek zaman da yok, sadece ‘yes’. 

Hani eskiden Cosby Ailesi vardı, yaşı yetenler hatırlayacaktır, çocukken severek izlerdik. Bir bölümünden şöyle bir sahne hatırlıyorum. Ailenin oğlu Theo, okul gezisiyle Avrupa’ya gitmiş, döndüğünde ‘babası nasıl geçti?’ diye soruyor. Çocuğun cevabı (aklımda kaldığı kadarıyla); “Otobüsün penceresinden Pisa Kulesine bakarken boynumuzu hafif eğmiştik ki, Eiffel kulesiyle birden doğrultuverdik …”




İşin şakası bir yana ben de uzun uzun, keyifli bir Yunanistan anısı yazmak isterdim ama yazamam, çünkü bilmiyorum, görmedim! Dolayısıyla, bu bir gezi yazısı değil, gezememe yazısı olacak. Yani gezemediğim ve göremediğim kadarıyla birkaç şey söyleyeceğim.

Öncelikle Yunanistan’ın Meteora (Kalambaka) bölgesinden bahsedeyim. Müthiş, doğa harikası bu yer, üstüne insanoğlunun azminin, hırsının veya korkusunun sınırsızlığını gösteriyor. Sarp kayalıkların tepesine kondurulan manastır ve kiliselerin inşa sürecini bugünkü teknolojiyle bile tarif etmek zorken, o dönemde yapılabilmeleri imkânsız gibi geliyor. Beni Yunanistan’a getiren sebeplerin başında bu bölgeyi de görme arzusu vardı. Manastırların bahçelerindeki teraslardan vadi manzarası bir harikaydı. Tahmin ediyorum ki, aşağıdaki şehrin sokaklarında dolaşmak, kafelerde oturup sohbet eşliğinde, sakin sakin doğa ve insan eliyle şekillendirilen yalçın kayalıkları izleyerek kahve içmek de enfes olurdu. Çok sevimli rehberimiz ve firmamız sayesinde hevesim pek güzel kursağımda kaldı, o başka.




Meteora manastırlar
Fakat eskiden sakin olan bölge, ismi duyuldukça turist akınına uğramaya başlamış. Gözlemlediğim kadarıyla, Yunanlı ağırkanlılığıyla, ‘turist gelmiş neyime’ tavrı yüzünden pek yakında buralarda da (Altyapıya yatırım yapılamazsa) bir karmaşa yaşanacak gibi görünüyor.

Bu fikre Atina’yı gördükten sonra karar verdim. Meteora’dan çıkıp Atina’ya yollandıktan sonra gün batımıyla şehre girerken, ‘Atina bu mu?’ dedirten bir manzara ile karşılaştık. Az katlı (En iyi tarafı bu) kargacık burgacık evler, aşırı kirli sokaklar, metruk bırakılmış binalar, mezbelelik gibi görünen bölgeler, köşe başlarında üçerli beşerli toplaşan Afrikalı, Suriyeli, Pakistanlı ve Bangladeşli göçmenler…


Bazılarının Mısır’a, Pakistan’a benzettiği sokaklarda, ben İstanbul’un Dolapdere’sini veya Tarlabaşı’sını gördüm. Biraz sonra da, yok canım, şehrin güzel kısımları da vardır muhtemelen, harika tur şirketimiz ucuza kaçıp bizi en kötü semte getirmiş olabilir diye düşünürken meydanları ve ana caddeleri de görünce hayal kırıklığım pekişti. Tabi bunda gece karanlığının ve yabancılık psikolojisinin de etkisi var. 

Her ne ise, Omonia Meydanın’dan Monastiraki Meydanı’na çıkarken ufukta, Akropolis’in ışıklandırılmış surlarını ve tepede kral tacı gibi parlayan ihtişamlı Parthenon’u gördüm de mutsuzluğum biraz hafifledi.



Monastraki Meydanı’ndan Akropolis 

Paganizm'in Kâbesi…

Sabah olunca 1890’larda yapılan Korint kanalını görmeye giderken şehri bir gündüz gözüyle görme fırsatımız oldu. Alabildiğine grafiti ile boyanmış kapıları ve duvarları yine çirkin buldum. Bu ne idüğü belirsiz yazıları, şekilleri yapanlara da, buna sanat diyenlere içimden bir sürü söylendim (Estetik değeri olan sokak ve duvar resimlerini bunlardan ayrı tutuyorum).


Döndüğümüzde, rehbere göre panoramik şehir turu yaparak, benim anladığım, kestirmeden giderek Akropolis’e doğru yol aldık. Ben heyecanlıydım. Arkeoloji ve mitoloji kitaplarında (bilindiği kadarıyla -restütisyonunu) çizimini gördüğüm, ihtişamlı tapınakların ve heykellerin bulunduğu Akropol tepesine, yukarı şehre çıkıyor, kısaca ‘Paganizm'in Kâbesi’ne gidiyorduk… 


İnsanlık tarihinin en mühim yerleşkelerinden ve inanç merkezlerinden biri olan tepeye doğru merdivenlerden adım adım çıkarken içim burkuldu. Persepolis’te de aynısını hissetmiştim. Geçmişin bu efsane kentlerini, tapınaklarını, saraylarını dolaşırken geriye kalan kırık dökük birkaç sütuna, yıkık duvarlara, tahrip olmuş sanat eserlerine bakıp hüzünlenmemek elde mi?  


Kendi topraklarımda daha acısını hissediyor, içleniyorum. Viyana, Berlin, Londra vb. müzelerde Anadolu’dan, Mezapotamya’dan, götürülen eserleri görüp kalbine öküz oturmayan varsa beri gelsin. 






Akropolis Parthenon ve Erektion Tapınakları 

3-5 taşa, heykele bu kadar ağıt yakılır mı diyenler olacaktır. Onlar için de söyleyeceklerim var; baştan beri Balkanlara gelenlerin çeşitli hassasiyetleri olmalıdır diye dertlendiğim noktadayız şimdi. 

Pek mahir rehbere dedim ki, “yahu geldiğimizden bu yana manastırlardan tapınaklardan bahsediyoruz, Osmanlı buralarda 400 yıldan fazla kaldı, bunca zaman buralarda bir yaşam biçimi geliştirdi. Yüzlerce cami, han, hamam medrese yaptı, hemen tamamı yıkıldı, yok oldu (Geçmiş bir yazımda bahsetmiştim) ama ayakta olan bir iki tanesini anlatın da, gidip görelim…” Verdiği cevap; “Monastiraki meydanında bir tane var da, adını bilmiyorum!” (Minaresiz haliyle cami olduğunu kavrayabilmesine de şükür)


Mustafa Ağa Camisinin eski bir fotoğrafı, ufukta silik de olsa Akropolis görünüyor.

1759 yılında yapılan, bugün müze olarak kullanılan ve zamanın Atina valisinin adıyla (Dizdar’ın Yunanca söylenme şekliyle Tsisdarakis/-Sinan Çakır’ın (@selaniklisinan) notu) anılan, Kale Dizdarı Mustafa Ağa’nın yaptırdığı Mustafa Ağa Camii'nden bahsediyor. Bu minaresiz camiyi, meydandan yüz metre ileride yukarıda, yatsı vaktinde kapalı olan (Sergi salonu olarak kullanılıyormuş) Fethiye Camii’ni de tarif edilemez duygularla izledim. Bu kalp sızısını Kavala’da kapısına kalın zincirle asma kilit vurulmuş Türk evini görünce de hissettim. Bunlar belki kelimelerle anlatılamayacak, mutlaka gönülden yaşanırsa hissedilecek duygular... 


Dizdar Mustafa Ağa Cami- Kavala’daki Osmanlı Kilitli Türk Evi

Duygu selinden biraz uzaklaşıp tekrar konumuza dönecek olursak; Persler Akropolü yıkıyor, Makedonyalı İskender de Persepolis’i… Yakın dönemde ise Akropolis’in akıbeti, Edirne Eski Saray’ın (Saray-ı Cedide-i Amire), Anadolu’daki Efes’in veya Troya’nın başına gelenlerle benzeşiyor. Bugün ise bize, keşke oldukları gibi, hiç olmazsa en az tahribatla korunabilselerdi demek kalıyor. Çünkü kendi ülkem başta olmak üzere, her medeniyetin tarihi mirasına, mimarisine saygı duyuyorum ve tahrip edilmesi beni üzüyor. 


Ancak şunu da söylemeden edemeyeceğim; Akropol’den aşağı Atina şehrini kuşbakışı süzerken, sokakların ve meydanların karmaşasından ve kirinden uzaklaştığımdan mıdır, İstanbul’daki gibi gökdelenler ve beton yoğunluğu olmadığından mıdır bilmem, ruhuma bir aydınlık geldi. Evet, buradan bakınca sevilesi bir şehir Atina… Hemen önümüzdeki Ege’nin maviliğini, denizin güneş ışıklarının yansımasıyla pırıltılı kıpırdanışını, tepede esen rüzgârı, aşağıda ağaçların arasına saklanmış Dionysos Tiyatrosu’nun yalnızlığını, eteklerdeki zeytin ve çam ağaçlarını, etraftaki antik havanın verdiği uhuleti, az katlı evlerin arasına minik mink yerleşen tarihi ayrıntıları, en güzeli de, insana ufku görebilme imkânı sunmasını sevdim. Biraz temizleyip, bakımını yapsalar kendileri de severler bence. Ya da, sevseler temizlerlerdi bilemedim. 





Atina’ya tepeden Bakış 

Bütün zenginliğin ve sefahatin sahillere ve güney kıyılarına toplanmış olduğunu öğrendik. Şehrin içinde terk edilmiş apartmanlar ve evlerin çokluğu da göze batıyor. ‘Demek ki bizdeki gibi cevval müteahhitleri ve becerikli belediyecileri yokmuş, ne güzel’ dedim içimden.   


Akropol'den ayrılınca Atina Ulusal Arkeoloji Müzesini görmek istedim. Güzel tasniflenmiş, tüm Yunanistan bölgesine ait arkeolojik buluntular ve sanat eserleri burada sergileniyor (Ayrıca Mısır Bölümü de var). Müzede Kouros ve Kore (genç kız ve erkek), Athena, Afrodit ve Poseidon heykelleri, keramik koleksiyonları, takı koleksiyonları, Agamemnon maskı gibi binlerce değerli eser bulunuyor. . Gişedeki görevlinin, bana yüzde 50 öğrenci indirimi yapmasına sevinsem de, zaman kıtlığından müzeye yeterince nüfuz edememek canımı sıktı. (Bir daha ki sefere diyelim) İlgililerin mutlaka gezmesi gerekir, siz gidince ayrıntılı gezersiniz umarım.


Akropol ziyaretinde yerel rehber olarak kendisinden istifade ettiğimiz Eva Hanım, müzede bazı önemli eserlerin replikalarının sergilendiğini söyledi.  




Genç Jokey ve Afrodit

Eva Hanım demişken, ufak tefek, sevimli ve bir o kadar da kibar hanımın, birlikte olduğumuz kısa zamanda Yunanistan’ın genel siyasi ve ekonomik durumu hakkında verdiği bilgilerden birazını burada nakledeyim.  


Yerel rehberimiz; maaşların düştüğünü, mesela emekli maaşları 1900 avrodan 950 avroya düşünce kendisinin de ek iş yapmak zorunda kaldığını; devlet dairelerinin ve bankaların sabah saat 08.00’dan, öğlen 14.00’e kadar çalıştıklarını, gençlerin de bu sebeple illa memur ya da bankacı olmak istediklerini; işsizliğin çok arttığını, eğitimli gençlerin iş için gelişmiş Avrupa ülkelerine gittiklerini; iş bulmak için eğitimin, liyakatin yeterli olmadığını, illa bir tanıdığa ihtiyaç duyulduğunu; Yunanistan'ın da yoğun bir göçmen sorunuyla boğuştuğunu, hatta bunun artık dayanma noktasını aştığını; çünkü hırsızlık, cinayet gibi suçların çok arttığını bir çırpıda anlattı bize. 


Yol boyunca 20-50 km’de bir otoban gişelerinde araçlardan ha bire para alınmasını can sıkıntısıyla izleyen yolcularımız, sonunda yaygarayı koparttılar; “Aynı Türkiye gibisiniz ama hiç olmazsa bizde maaşlar düşmüyor ayol…”  


Eva Hanım'ın anlattığı son hikâye de oldukça trajikomikti; eşinden dul maaşı alan bir kadın, eskiden 350 Avro alırmış, sonra 250 Avroya, en son da 57 Avroya düşürmüşler. Bunun üzerine Yunanlılar aralarında söyle espriler yapıyormuş; ‘57 avro nedir ki, bir tavernaya bile gidilmez.’ (Rakamlar net olmayabilir, duyduğumu yazdım)


Yine çok uzattığımın farkındayım, ama Selanik ve Kavala’nın çok güzel şehirler olduğunu belirtmek isterim. Balkanlar rüyası görenlerin mutlaka gitmelerini, sindirerek gezmelerini salık veririm. Ben de tekrar tekrar gideceğim… 
(Ama hayali, Thassos’da denize girmek olanlar lütfen gitmesin). 

Hele dolunayda Kavalalı Mehmet Ali Paşanın evine sırtınızı dönünce sağdaki cıvıl cıvıl sahil ve ışıklandırılmış şehir, solda ise sakin deniz ve mehtabın seyrine doyum olmuyor.



Kavala’da gece

Kavalalı’ya konu gelmişken; Yunanlıların Türk devletine kafa tutan, yıkmaya teşebbüs edenlere ilgi ve sevgilerinin çoktandır devam ettiğinin en büyük örneği olarak; heykeli orada duruyor. Evini Mısırlılara vermişler, bahçesindeki heykeli de atının üstünde denize arkasını dönmüş evine bakıyor. ‘Ya işte sana da yar olmadı bu mülk, keşke o kadar isyankâr olmasaydın’ demişim istemsiz.

Son not; Kavala’nın giriş ve çıkışındaki kanlı Kıbrıs haritası ve bazı mahallelerde evlerin duvar ve kapılarına çizilmiş kanlı gözyaşı akıtan gözler biraz moralinizi bozabilir. Söylentidir sandığımız şeyler maalesef gerçekmiş…






Peri Han, 02.10.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı