13 Haziran 2018 Çarşamba

SA6309/KY71-ATANTİK15: Anaların Hür Doğurduğu Bir Kişiyi Sen Nasıl Köleleştirebilirsin?

"İnsan özgür yaratılmıştır. Çünkü insan sorumlu olmayı ve eylemlerinin karşılığını üstleneceğini peşinen kabullenmiştir."


Düşünceler, sistemler, felsefeler ve dinler insanlığa bir vaatte bulunurlar. Her vaat muhakkak ki doğruluk, ahlak, hakikat, güzellik, adalet ve özgürlüğü içermektedir. İnsanlığın hayrını istemeyen bir davet, davet olma özelliği kazanamaz zaten! Benzer ve ortak arzular taşıyan bu davetleri farklı kılan ise o davetin gerçekleştirilmesini sağlayacak vasatın inşası ve bunu besleyecek gücün varlığı ve meşruiyetini sağlayacak düşünsel zeminidir. Yani davet, davetçi ve davetin dünya görüşü bir tamlık oluşturduğu zaman farklılığını izhar eder.

Batı düşüncesi insanlığı eşitlik, özgürlük ve kardeşliğe davet etti ve bunun sözünü verdi. Ama Batı’nın oluşturduğu fikri akımlar bu ilkeleri temel ilke kabullendikleri halde insanlığa yıkım getirmekten başka bir iş yapmadılar. 

Görece verdikleri özgürlük kısıntılı ve sınırlı oldu. Kardeşlik ise zaten mümkün olmadı; gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ayrımları kardeşliğe aykırı bir şekilde inşa edildi. Sol, sosyalizm ve komünizm ise ütopyada kardeşliği ortak paylaşım olarak ortaya koydu ama iktidara geldiği yerde halk adına halkın soyulmasını engelleyemedi. Tarihin göremeyeceği bir despotizmi inşa etti. 

Kapitalizm, ilerleme dedi. Ama genel itibarı ile geriliği bir kader olarak dayattı. Liberalizm ise insanlığın felsefi olarak yıkımını sağlayan bir vasatı inşadan başka bir seçenek dahi bırakmadı. Çünkü mevcut bütün kültürleri asimile ederek yokluğa karışmasına zemin hazırladı. Tarihin sonu tezlerini bu çerçeve içinde yorumlayabiliriz. Demek ki mesele salt davet etmek değil, bu davetin hangi ilkeler ve güvencelerle yapıldığıdır. Özellikle de ilkelere sahip çıkacak samimi müntesiplerin varlığı çok önemlidir.

İlahi dinlerin de aynı özelliğe sahip olduklarını söyleyebiliriz. Her büyük dinde, peygamberinin vefatı ile birlikte bir yozlaşma ve çürümenin başladığını ve yeni bir peygamberin gönderilişine kadar bu sürecin ara ara azalsa da devam ettiğini gözlemleyebiliriz. Fakat bir istisna olarak son din; ed-Din olan İslam’ı bundan istisna tutabiliriz. Çünkü İslam aynı zamanda bütün ilahi dinlerin ortak ismi olarak betimlenir. Elhak doğrudur da…

İslam’ı diğer din, düşünce ve felsefi akımlardan ayırt edici özellikler nelerdir ki onu farklı kılıyor ve davet ettiği şeyi bir mükellefiyet olarak tanımlıyor? İki temel özellik bunu izhar eder: Sahih kaynak; vahiy; Kur’an ve Sünnet ile tarihsel süreklileşmiş uygulama; İçtihat ve İcma… İlahi dinleri diğer düşünce ve felsefi akımlardan ayırt eden özellik ise ahiret olgusu ve bunun güvencesi olan ilahi adalettir. İslam, “dünya ve ahiret hayatı” şeklinde hayatın tamlığına bir vurgu yaparak insanlığa en büyük güvenceyi vermektedir. Hayatın kendisi zaten bu güvencenin algılanabilmesinde en büyük beyyinedir.

İslam’da vaadin güvencesi âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Bu dünyadaki adaletin tam tecelli edemeyişi ahiret hayatı ile dengelenerek adil bir Allah’ın varlığı ile adaleti güvence eder. Kişinin yapıp ettiklerinin karşılığını mutlaka alacağına yönelik güveni temellendirir. Ama bu güveni hiçbir ilahi olmayan düşünce ve felsefe veremez. Hadi ahiretteki eşitlik adalet ve özgürlük arayışını bir tarafa bırakalım, bu dünyada da bu ilkelerin eşit bir şekilde uygulandığını gözlemleyemiyoruz…

Batı kültürel doku olarak kişiye birey olma imkânı verdiğini; şahsiyet kazandırarak onun özgürlük alanını genişlettiğini söylemekte ve ona din, iktidar ve olağanüstü güçler karşısında hürriyetini vermekte olduğu savını dillendirmektedir. Batı bu vaadini gerçekten yerine getirebilmekte midir? Hayır! Bunu çok kısmi bir şekilde bile yerine getirmekten acizdir… Çok azınlıkta olan ve zenginleşmiş birkaç aile dışında bu vaat boş bir vaat olmaktan öte bir anlam taşımıyor. 

O yüzden Batı içinde yeni arayışlar yükselmektedir. Ama Batılı olmanın bizzat kendisinden kaynaklanan bir hastalık yüzünden bu vaat bir türlü karşılık bulamıyor.  İşte tam olarak İslam bu Batılı argümanlara sahip kavram üzerine neler söyler ve gerçek anlamda bir şahsiyetin varlığını tazammun etmekte midir? Bu soru bize aynı zamanda Batı ile İslam arasındaki temel ayrım noktalarını da gösterecektir.

Batı’nın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini birey kavramı üzerinden tanımlayarak İslam dininin bu ilkelerle bağını ve daha sahici bir şekilde bu ilkelere davet ettiğini temellendirelim: Anlam arayışı ve bunun uygulaması, ilişkilerin mantığını oluşturan temel yaklaşım ve bunu besleyen ilkeler düşünüldüğünde İslam, daha ilk adımda zayıfı, eksiği ve mahrumu korumayı, paylaşımı öne alır. Daha ileri bir adımda iman ile vermeyi; yani paylaşmayı eşitlemiş ve buna uygun davranmanın kolaylaştırıcı bir unsur olduğu gözler önüne serilmiştir.[1] 

Namaz emrinden daha fazla infak emrinin bulunması da bu meselenin İslam söz konusu olduğunda ne kadar ehemmiyet arz ettiğini göstermektedir. Ayrıca hem peygamberin şahsi hayatında hem de sahabenin yaşamında vermenin ve paylaşmanın binlerle ifade edilecek öykülere konu olduğunu bilmekteyiz.

Paylaşmanın kardeşliğin temeli olduğu görüşü yadsınamaz! Ayrıca Müslümanlar ilkelerini yaşayacağı bir toprak parçasına yerleştikleri andan itibaren Medine’de birbirleri ile kardeş ilan edilmişlerdir. Bunu vurgulayan onlarca söz aktarılmaktadır. Nebevi sözün en kutluları bu konuyu işaret etmektedir. Kuran ise bütün müminleri kardeş ilan ederek meselenin ehemmiyetini vurgular. Ve hala Müslümanlar, bir vücudun uzvu hükmünde oldukları şuuru ile hiç tanımadıkları ve belki de hayatlarında hiç görme imkânlarının olmayacağı Müslümanlara yardım elini uzatmaktan geri durmamaktadırlar, onlar için gözyaşı dökebilmektedirler.

Eşitlik meselesi ise hayatın bütün katmanlarında kendisine yer bulmuş bir temel ilkedir. Hukuk karşısında eşitlik, ibadetler karşısında eşitlik, bilgi karşısında eşitlik, seçme ve seçilme karşısında eşitlik, yükselme karşısında eşitlik sağlayan; klan, sınıf ve aile farkının kabul edilmediği ve bunun uygulamada da görüldüğü yegâne sosyolojik zemini inşa eden Müslümanlığın kendisidir.  Elbette ki yer yer bazı yanlışlıklar yapılmış olabilir. Ama bu durum hiçbir zaman başatlık ve ilke düzeyine çıkmayı başaramamıştır. Çünkü dinin bizzat temeli bu ilkeyi öncelemiştir. Öyle ki bir metafizik ilke olarak eşitlik yaratılmışlığın bizzat kendisinde mündemiçtir. Yani yaratılan her varlık yaratılmışlık üzerinden eşitlenmiştir zaten! 

İnsanı insan olmaklığın dışından başka bir seçime zorlamak dinin tabiatına yönelik bir tahribat olarak kabul edilmiştir. Ahlaki düzeydeki hiyerarşi ontolojik zeminde kabul edilmemiş ve kardeşliğin özünü değişime uğratmamıştır. Ayrıca her yola çıkan kişi gerekli çabayı gösterirse hedefine ulaşacak düzeye kavuşma zeminini muhafaza eder. Sufi düşüncesi bu durumu çok güzel bir şekilde izah etmektedir. Yani İslam düşüncesinin herhangi bir akımında da bu eşitliği bozacak bir durum söz konusu edilemez.

Hazreti Ömer’e atfen söylenen “Anaların hür doğurduğu bir kişiyi sen nasıl köleleştirebilirsin?” sözü bize insanlığın eşitliğinin ontolojik temelini göstermektedir. Gerisi kişinin kendi çabası, gayreti ve özelliklerinin kullanımına bağlıdır. O yüzden renk, dil, ırk, sınıf ayrımı ve bunun siyasi, sosyolojik zemini reddedilmiştir. Buna yönelik uygulamalar da yine Müslümanların çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Yani salt bir ilke olarak varlık kazanmış değil, tüm zamanlarda uygulana gelmiş ve varlık sahasını belirlemiş ilkedir.

Özgürlük meselesi ise hangi açıdan yaklaştığınızla ilişkili değerlendirilmeye açık bir konu olarak öne çıkmaktadır. Batı’nın özgürlük bağırtısı bir “yüksek volüm” olmaktan öteye geçememektedir. Tam da bu noktada özgürlük alanını bir tanıma kavuşturmak elzemdir.

Özgürlük; kişinin elde ettiği hazzın kullanımı ile mi sınırlı olmalıdır? Bu hazzı salt kendisi yaşadığı için mi önemlidir? Bunun özgürlükle ne kadar ilişkili olduğunu tartışmalı değil miyiz? Eğer özgürlük salt kendi nefsi arzularını tatmine yönelik bir yaklaşım olarak öne çıkacaksa ki Batı bunu böyle algılıyor; yeme, içme, harcama ve sahip olma üzerinden özgürlüğü tanımlıyor, o zaman insanlığın büyük çoğunluğu bu anlamda özgür olamıyor. Çünkü maddi somut bir dünya üzerinden tanımlanan özgürlüğe herkes sahip olamıyor. Yani parası olmayanın hayat hakkı kalmıyor. Ya da dilediği şeyi yapabilmesi için önce sahip olması gerekiyor. 

İşte bu sahiplik duygusu aslında hem kardeşliği, hem eşitliği hem de özgürlüğü ortadan kaldırdığı gibi, çatışmanın ve ayrışmanın temelini oluşturmaktadır. Bu noktada sahip olma duygusu Batı’da bizzat kişinin kendisine hamledilirken dilediği şekilde davranmayı da peşinen içinde taşımaktadır. Ama İslam söz konusu olduğunda bu sahiplik duygusu yerini bir vekâlete bırakmakta ve böylece başkasına ait olan bir durum üzerinden çatışmanın ve ayrışmanın gereği kalmamaktadır. Çünkü İslam söz konusu olduğunda mülkün sahibi mutlak anlamda âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Dolayısı ile insan kendisi de Allah’ın mülkünde yer alıyorsa, onun sahip olduğu da evvel emirde Allah’a aittir.

O zaman maddi ve somut bir durum üzerinden ayrışmaya ya da kavga etmeye gerek olmayacaktır. Buna yeltenenler de ayrıca kınanmayı peşinen kabullenmektedirler. Dolayısı ile özgürlüğü bu çerçeve içinde yeniden tanımlamaya çalıştığımızda artık özgürlük sahip olma duygusu değil, kendisine lütfedilmiş özellikleri gereği gibi kullanma çabası olarak betimlenir. Özgürlüğü tam da bu sahip olma duygusunun oluşturduğu zemine yönelik bir kurtuluş olarak tanımlamak elzem hale gelir. Yani özgürlük tam da mal, mülk, zevk ve benzeri duyguları yerli yerinde kullanma adına onlara bağımlılıktan kurtulmaya dönüşmektedir ve ahlaki ilkelere ne kadar bağlılık gösterebilirse insan, özgürlüğünü de o kadar elde edecektir. Yani özgürlük karakter sahibi kişi olmak ve bu karakterini gerçekleştirecek zemini inşa edecek kulluğu gereği gibi yerine getirme çabasına sahip olmakta yatmaktadır.

Özgürlük ve şahsiyet arasındaki ilişkiyi derinden kavramak bize özgürlüğün aslında şahsiyeti oluşturan fıtrat üzere olmayı başarabilme ve fıtratının gereği olan şeyleri yapacak gücü, istidadı, iradeyi ve arzuyu göstermekte bulunduğunu anlamaktır. İnsan özgür yaratılmıştır. Çünkü insan sorumlu olmayı ve eylemlerinin karşılığını üstleneceğini peşinen kabullenmiştir. 

İlahi sözleşme olarak kabul edilen olgunun bu çerçeve içinde anlaşılması bize dinin özünün özgürlük olduğunu ve bu ilke üzerinden Müslümanlık tanımının yapılması gerektiğini ilzam eder. Ama hem özgürlük hem eşitlik hem de kardeşlik kavramları yeni bir konseptte anlama kavuşmaktadır. İslam bu kavramları kendi epistemolojik yapısı içinde yeniden tanımlamakta ve Müslüman kişi bu yeni konumu hesaba katmak zorundadır. Bu kavramlar hiçbir şekilde Batılı tandansı içinde bir tanıma kavuşturulamaz! Öyle olduğunda da bunun İslam ile bağı kalmamaktadır.

Bu ilkelerin dışında İslam daha temel bir ilkeyi öne çıkarmaktadır. Varlığa katılma ve varoluşu biçimlendirme gücü; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik bu yeni durum üzerinden yepyeni bir anlama kavuşmaktadır. Yaratılışın temeli olarak kabul edilen ve her an bir oluş üzere olan; yani sürekli bir yaratma faaliyetinde bulunan Allah insana en büyük imkânı bahşetmiştir. Özgürlük tam da bu bahşedilmiş metafizik ilke üzerine kurulmalıdır. Her an yeniden başlama imkânının kendisinden daha büyük bir özgürlük alanı oluşturulabilir mi? 

İnsan hata eder ve hemen dönüş yaparak hatasını tamir edeceği gibi hiç olmamış bir hale de dönüştürebilir. Yaratıcı insanı öyle bir imkânla donatmıştır ki ona irade, güç, arzu ve bunu eyleme dönüştürecek akıl hassasını vererek büyük bir lütufta bulunmuştur. Yani mikro düzeyde siyasi, sosyal ve toplumsal olayları sil baştan yeniden düzenleme imkânı ve istidadı kazanan insan yaptıklarının bedelini ödemeyi de peşinen kabullenmiştir.

Batı bu imkânı negatif düzeyde inşa etmekte ve yıkıcı bir psikoloji oluşturmaktadır. Yani Batılı insan Tanrıyı negatif (tekebbür/istiğna)düzeyde taklit etmekte ve bu taklidi bir adım öteye taşıyarak o bağlama oturma arzusunu gerçekleştirmekten imtina etmemektedir. Hâlbuki İslam “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın” ilkesi gereği mü’mini, Tanrı’yı pozitif anlamda taklide yöneltmektedir. Ve buradan adalet ve hakkaniyet ilkelerine yönelmektedir. Böylece gerçek anlamda adaletin tecelli edilebilmesi için mutlak iyilik olan Allah’ı iyilik; yani iyimserlik üzerinden taklit ettiğinizde adil olma ve hakkı hak edene verme ilkelerine bağlılığınız aynı zamanda karakteristik yapınızın gereği olur. Bu aynı zamanda şahsiyetin oluşumu ve bu şahsiyet üzerine bina edilecek bir ahlaki yapının gücünü ortaya koyar.

Adaleti ikame ederken yapılabilecek bir zulmü ortadan kaldıracak bir vasatın varlığı aşikâr olur. Böylece birey kavramının İslam açısından anlam alanını da ortaya koymuş oluruz. Çünkü birey Batılı anlamda tam bir bencillik felsefesi üzerine kuruludur. Yaklaşım biçimi de bunu somutlamaktadır. Ama İslam kişinin her alanda sorumluluk alması ve bu sorumluluğu gereği davranmasını beklemesi aynı zamanda hem mütevazı bir kişiliği hem de karşılıksızlık üzerine anlamı, algıyı ve yaşamı inşa etmesi bireyin üzerine bina edileceği düşünceyi ve bu düşünce üzerinden oluşturulacak zemini izhar eder. Böylece kişi, bir başka seçenekten çok kendi ihtiyarı ile davranarak varlık sahasına çıkacak ve ahlaki yapısını da bu alan üzerine kurarak kendi sorumluluğunu üstleneceği için kendi davranış ve düşünüşünün sahici sahibi, yani tam anlamıyla özgür bir birey olacak ve şahsiyetini bu konum üzerine bina edecektir. İşte tam özgürlüğün tam şahsiyet üzerine temelleneceği zemin budur…

Son olarak hakikat algısı bağlamında İslam çok önemli bir çağrı yapmaktadır. Mü’min hakikat arayıcısıdır. Batı’daki birey gibi hakikatin sahibi iddiasında değildir. O yüzden Batılı birey aslında kapalı bir sistemin temsilcisidir. İslam mü’mini ise açık bir sisteme sahiptir. Niye? Çünkü mü’min hakikatin sahibi değil arayıcısı konumundadır. Bu yüzden hakikati nerede bulursa alacaktır. Bunun en temel koşulu ise hakikate açık olabilmektir. O yüzden her sözü dinleyecek ve sözü olana yönelecektir ki hakikate olan arzusu gerçekleşsin. Arayan yetinmez, bulan ise yetineceği için arayışı son bulur…

Bunun için Batı, göreceliliği post modern durum üzerinden mutlaklaştırır. Bu hakikatin parçalanmasını beraberinde getirir ve nihilizme; yani anlamsızlığa kapı aralar ki Batı’nın bugünkü hali pürmelâli budur. Müslüman ise göreceliliği bilinemezlik(gayb) üzere kurar; “ben bilmiyorum ama bu bilinmeyecek anlamına gelmez” der. Zaten vahiy bu bilinemez olanı açıklamak içindir. İlham aynı şekilde ilahi bilgi ile mü’min arasındaki ilişkinin niteliğini belirler. Demek ki mü’min mütevekkil olduğunda nihilizme de düşmez, anlamsızlık girdabına da duçar olmaz.

Son söz olarak ise Müslümanların, meselelerini derinden tartışarak, kavrayarak vücut bulma derdi zayıfladığı için güçlü bir söylem inşa edilemiyor. Batı’nın İslam’ın temel değerlerinden devşirilmiş ilkeleri bugün Müslümanları da cidden etkilemektedir. Hâlbuki insanlığın karşı karşıya kaldığı yıkım, karmaşa ve anlamsızlık Batılı değerlerin bizzat kendisinden neşet etmektedir. Müslümanlar kendi ilkelerini yeniden değerlendirmeli ve çağın diline tercüme etmelidir. Bu yorumun Müslüman olmanın neye tekabül ettiğini daha açık bir şekilde ifade etmeye vesile olması dileğimiz olsun…



Abdülaziz Tantik, 13.06.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Düşlemek



Sonsuz Ark'ın Notu: Abdülaziz Tantik  Beyefendi'ye, bütün samimiyetiyle yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 31.03.2018


İlk yayınlandığı yer: Düşünce Mektebi




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı