28 Kasım 2015 Cumartesi

SA2106/KY27-ŞT30: Ateş Hattı'ndaki Gönüllü Teşhirci: Pier Paolo Pasolini

"Onun görüntü imlerle yaratılmış bir dil olarak anlatmaya çalıştığı bu dil hali hazır durumdan seçilip alınmış, varsayıma dayalı ve konuşulmasa da kendini gösterip duyurabilen bir görsel kaynağın ürünüdür."


Birinci Büyük Savaş'ın sonunda Bütün Avrupa’yı kuşatan ve farklı tonlarda olsa da hemen hemen  Avrupa’nın bütününde hissedilen büyük kaos bekleneceği üzere ilk etkisini kültürel ve sanatsal alanlarda gösteriyordu.

Başta Almanya ve İngiltere olmak üzere klasik Avrupa düşüncesi sürdürülmekle beraber hızla ilerleyen Amerikan tarzı karşı karşısında yoğun bir alternatif oluşturma çabası gözleniyor, İngiltere’deki kısa vadeli gelişmeler bir yana Almanya’da ortaya çıkan ‘Dışavurumcu’ akıma benzer biçimde Fransa’da da ‘Avangard’ın doğuşu selamlanıyordu.

Her iki akımda ortaya çıktıkları sosyal ortamın kültürel, siyasal ve sanatsal eğilimlerinden izler barındırıyor, örneğin dışavurumculuğun ortaya çıktığı Almanya'da geçmişin savaş yanlısı ve totaliter anlayışları birer birer masaya yatırılıyor, bireyin gizlerine inilerek daha güzel bir dünyanın keşfine çıkılıyor, varlığın dokularına işlemiş iğrenç ve bıktırıcı gerçeklikten hızla uzaklaşılarak soyut ve metafizik dokunuşlarla şekillenen bir yönelim belirginleşiyordu.

Edebiyat ve sanat alanında hemen hemen bütün akımların doğum yeri olan Fransa’da ise, az çok buna benzeyen, ama ilgi alanı sanatçıyla başlayıp sanatçıyla biten ‘Öncü’ ve ‘Özgün’ bir başka gelişim yaşanıyordu...

Hızı, üretkenliği ve uygulama kolaylığı nedeniyle ilk önce sinema da dikkati çeken Avangard’ın ayrıştırıcı özelliği ise temelde sanatçıyla toplum arasında ortaya çıkan uyuşmazlık ve hoşnutsuzluğu  bir gerilimin eşliğinde imgesel bir cesaretle ve özgürce ifade edişinde yatıyordu.

İlk ortaya çıktığında uçlara iteklenen bir  tavırla bilinçli vahşet, kısmi sadizm ve kısmi entelektüalizm’ olarak tanımlanan Avangard’ın bir diğer yeniliği de daha önce denenmemiş biçem ve konulara eğilmesi ile, her türden geleneği öteleyerek varoluşun katmanlarını oluşturan el değmemiş güdülerin keşfine olan yakınlığıydı.

L.Bunuel’in ‘Endülüslü Köpek’te çıplak gözü usturayla yararak ortaya koyduğu bu saldırgan içerik giderek bir alt kategori olan ‘Underground’ sinemasını ortaya çıkarıyor, alabildiğine savurgan, alabildiğine hesapsız, sonuna kadar gerçekçi ve bir o kadar da ‘kazançsız’ bir ‘Ateş Hattı’ gibi gelen bu anlayışla da bütünüyle her şeye karşı duran bir sinemasal savaşım başlatılıyordu...

İçi şiirle dolu bir sinema anlayışıydı bu. Öncesini Hollywood sineması karşısında bir çıkış olarak düşünülmesi gereken M.L.Herbier’nin ‘L’Argent-1929’, Clair’in ‘Sous Les Toits de Paris-1930’, Renoir’in ‘Boudu Sauve des Eaux-1932’ ve ‘Toni-1934’, J. Duvivier’nin ‘Au Bonheur des Dames-1930’, Vigo’nun ‘Zero de Conduite-1933’ ve ‘L’Atalante-1934’,  J. Gremillon’nun ‘La Petite Lise-1930’ , M. Allegre’nin ‘Lac Au Dames-1934’, R. Bernard’ın ‘Les Miserables-1933’, C.A. Lara’nın ‘Ciboulette-1933’. Epstein’ın ‘L’ordes Mers-1932’,  J. de Baroncelli’nin ‘Crainquebille-1934’ ve Cocteau gerçeküstücülüğünün başyapıtlarından ‘Le Sang d’un Poete-1930’ ile daha sonra M. Carne ile aynı döneme rastlayan yine J. Renoir’nın ‘Le Grande Illusion-1937’ ve ‘La Regle du Jeu-1939’ , J.Feyder’nin ‘La Kermesse Heroigue-1936’ ve yine aynı dönemde Duvivier’nin ‘Pepe le Moko-1936’ adlı yapıtları ile ile bildiğimiz (1)  ve şiirsel öncülüğünü M. Carne’nin yönetmiş olduğu ‘Le Quai Des Brumes / Sisler Rıhtımı-1938  ile başlayan ve ‘Hotel Du Nord / Kuzey Oteli-1938’, ‘Le Jour Se Leve-Gün Ağarıyor-1939’, ‘Les Visiteurs Du Soir / Akşam Ziyaretçileri-1942’, ‘Les Enfants du Paradise Cennetin Çocukları-1945’ ve ‘Les Partes De La Nuit / Gecenin Kapıları-1946’ ile sürdürülerek Visconti,Rosselini ve De Sica ile devam eden bu akımın şiiri yeraltına çekerek sinemaya uyarlayan en önemli temsilcisi, de İtalyan asıllı yönetmen, şair, yazar, komünist ve eşcinsel Pier Paolo Pasolini’ydi...

Sanatını gösterişli bir kendini yaralama edimi’ olarak tanımlayan ve gündelik  ve bilinen bir yaşam yerine, trajik ve bilinmeyen bir şeyleri' aramaya çıkan Pasolini’ye göre bu türden bir Underground sinema  ‘Bir teşhir olarak anlamlı bir ölüm arayan her gönüllü  için ateş hattına girmeyi açıkça göze almayı zorunlu kılacaktır... Dilsel ihlaller cephesinde şehit düşen yönetmenler ise kendi seçimleri sonucunda, stil açısından sürekli olarak böylesi bir ateş hattında bulunmayı zaten baştan göze almışlar.’ demektir.

Tıpkı sanatını anlatırken vurguladığı gibi alışılmışın dışında ve  her şeye karşı meydan okuyan bir yaşam sürdürdü Pasolini. 1950’lerde Roma’da yoksulluk içinde geçen günlerinden esinlendiği ‘Acımasız Hayat‘ adlı romanıyla  bir yandan sürekli karşısında durduğu öz yaşamını bir yandan da bütün insanlığın yapışıp kaldığına inandığı yaşama içgüdüsünü eleştirel bir dille anlatmaya çalıştı.

Sanatın hemen her dalında ürünler veren ve kendi parası ile bastırdığı ilk şiir kitabında anayurdu Venedik’in Friulano ağzını kullanan Pasolini’nin şiir ve roman’la  kurduğu bu çeşitlemeye dönük ilişki  hemen hemen bütün İtalyan ağızlarını kullanarak sinemayla kurduğu ilişkiye de yansımış, peşine düştüğü şiirsel sinemayla popülizmin uzağında, kolayca ilişkiye  geçilen, ama bir o kadar da rahatsız edici bir dile ulaşmasını sağlamıştır.

İster şiirle ister romanla isterse sinemayla olsun, sanki hiç tanınmayan ama mutlaka tanınması gereken bir ‘şey’i yaratmaya ve göstermeye uğraşan Pasolini’ye göre kendinde bir yaratma edimi vehmeden ve yaratma tehlikesini göze alan  her yaratıcı başından sonuna kadar bir ‘Ateş Hattı’ gibi duran bu alan girdiği andan itibaren bütün yönetici ve dikte edici kodlara karşı sürekli bir meydan okuma içerisindedir.

Ona göre yaratıcıya yaşam karşısındaki gerçek konumunu kazandıracak olan bu meydan okumanın bir diğer anlamı da, silahları daha baştan düşmanın eline teslim ederek yaşama içgüdüsünün doğal çekiminden kurtulabilmektir. Çünkü bile isteye girilen bu cephede verilecek savaşın hedefi durumundaki özgürlüğün ‘İnsanın kendi ölümünü seçme özgürlüğü olmasının dışında başkaca bir anlamı yoktur.’

Karşısında tepeden tırnağa silahlanmış bir düşman istemektedir Pasolini; kendine dair isteği ise gücün şiddeti karşısında, savunmasız bir biçimde tamamen çıplak kalmak, gülünçlükten ayıplanmaya, skandaldan hayranlığa kadar pek çok şeyi göze alarak anlatabildiği bütün dillerde ‘göstermek’ ve ‘teşhir’ etmektir.

Teşhir olmayınca özgürlükte olmaz der Pasolini. 

'Hoşgörü ve işbirliği ile karşılanan kişi yaratıcı olamaz, yaratıcının toprağı, toplumun güvenli kolları değil, düşmanın tehlikeli yurdudur. Yaratıcı yaşamla değil ölümle iç içedir, iç içe olmalıdır. Yaşamı sonsuz bir kötümserlikle sever. Onun yaşamı sevmesi, hiçbir şeye inanmamasından kaynaklanır, çıkardan, yararcılıktan büyük bir aşkla kaçar yaratıcı. Bu nedenle çalışmaları, ırk düşmanlığı türünden tepkiler bile çekebilir. Oysa tepki çekmekten değil, çekmemekten korkmalıdır yaratıcı. Tepki çekmemesi, sesinin cılızlığının, sözlerinin anlamsızlığının göstergesidir ve yaratıcılığına gölge düşürür...’ (2)

Gerek dinsel gerek cinsel, gerekse siyasal açıdan birbirine ters düşen ve kendine özgü yaratıcı çatışmasını şekillendiren tercihleriyle de tanımlamaya çalıştığı yaratıcıya benzer bir ayrıcalığa sahiptir Pasolini.

Eşcinsel oluşu nedeniyle Komünist Parti'den ihraç edilmiş, komünizme inanmış olsa da, kutsal olanın tek gerçek olduğunu öne sürmüş bir şairdir Pasolini. Bu anlamda sanatını –yaratısını- belirleyen dört temel olgunun böylesine birbirine zıt  şekillerde iç içe geçmiş olması ise hayli ilginçtir.

Öncelikle bir komünist olsa da, bütün kodların karşısında duran bir ideoloji adamı olarak Komünist Kod’unda karşısında olan bir sanatçı duruşu aranmalıdır Pasolini’de. Ve bu duruşun tipik Hıristiyan inancının dışında kalan  bir kutsal ile, egemen Heteroseksüel Hedonizm'in dışında kalan Eşcinsel Seçim'le yakından ilişkili olduğu kadar, Şiir’in o kendinden başka hiçbir şeye benzemeyen ve kendisinden başka hiçbir şeyle ifade edilemeyen başka(laştırıcı)lığı ile de yakından ilişkisi vardır.

‘Teorema-1968’, ‘Aziz Matyas’a Göre İncil-1964’ ve ‘Domuz Ahırı-1969’ bu dört temel olgunun iç içe geçtiği ve ayrıştığı yapıtlar olarak Pasolini’nin ne kadar komünist, ne kadar eşcinsel, ne kadar Hıristiyan ve ne kadar Şair olduğunu açığa vuran birçok ipucu içermektedir.

Yaşamından sanatına yansıyan bu temel olgulardan kutsal olanla (din) siyasal olan (komünizm)  sanat yoluyla yaratılması, gösterilmesi, teşhir edilmesi gereken yaratıya ulaşmak için oldukça kullanılışlı bir alan açar Pasolini’ye. ‘Teorema’da görüleceği gibi, yoğun bir burjuvazi eleştirisine girişirken, masumiyetin ancak burjuva ahlakıyla kirlenmemiş alt tabakalarda (örneğin çözülmeden değişebilen Hizmetçi’de) olanaklı olabileceği anlatılarak bütünüyle Marksist bir ifade tarzını kullanır...

Yine ‘Teorema’da olduğu gibi ‘Aziz Matyas’a göre İncil’ de de Ateist bir sanatçı olarak ‘İsa’yı anlatır ve kendi deyimiyle ‘discours libre indirect-dolaylı özgür (bir) söz’ arayışına girerek sanki de gerçekten inanmış bir insanı içinde hissedercesine Din’i kullanır...

Bu anlamda her ikisi de birer kullanım aracı olarak belirginleşen Din ve İdeoloji dışında geriye kalan ve Pasolini’yi  bütün aykırılığı ile tanımlayan iki temel olgudan söz edilebilir ki; bunlar da  Onu Eşcinsel bir Şair (Ozan) olarak tanımlayabileceğimiz cinsel tercihi ve şiiriyle ayrışan gerçek yaratıcılığını şekillendirir.

Yer altına indirdiği ‘Avangart’tan insanlığın alt katmanlarında edinilmiş bir şiirsellik çıkaran Pasolini, şiir dili ile düz yazı dili arasında bir yerlerde duran ve hem alıcının hem de yaratıcının kolayca fark edip fark edilebileceği yeni ve özgün bir dil arayışıyla ‘kendi dilini, kendi ‘söz’ünü yani kendi şiirini yaratan’ bir ayrıcalık koyar ortaya.

Onun görüntü imlerle yaratılmış bir dil olarak anlatmaya çalıştığı bu dil hali hazır durumdan seçilip alınmış, varsayıma dayalı ve konuşulmasa da kendini gösterip duyurabilen bir görsel kaynağın ürünüdür.

Sadece bir sinema yapıtı olmanın ötesinde kolay kolay tüketilemeyecek bir şiirsel sinemayı besleyen bu ‘imgesel görüntü diliyle’ bile başlı başına bir karşı duruşu şekillendiren Pasolini böylece bir yandan aykırı ve üst bir dil edinirken, diğer yandan da kitlenin yüzeysel birleştiriminden ve sözde eşitliğinden farklı bir alan yaratır.

Belki de aradığı ‘Gerçek İnsan Sesi’ni  böylece bulmaya çalışır Pasolini. Ve bu sesi de çoğunlukla bütün düzgünlüklerin, hizalandırmaların, sınırlandırmaların ve bilinenlerin dışında söylenmeden duyulan bir tersine şiirle göstermeye/duyurmaya çalışır...


Şahin Torun, 28.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu





KAYNAKLAR:

1- G. ERKILIÇ:  Yüzyılın sanatı ve Hayatımın Filmleri. DERGİ- NET - Sinema Bölümü
2- M. A. ÇAKIR: Pasolini ’de Avangartlık, Popülizm ve Şiirsellik. Kuram Kitap14.Mayıs.1997

OKUMA LİSTESİ:

1- P. P. PASOLİNİ:  Korsan Yazılar. Çev. A. Cemal. Argos. Mart. 89
2- A. DORSAY: Pasolini: Geçmişin Birikimiyle... İKSAV 1992 Sinema Fest.Pasolini  Öz.s.
3- H.SAVAŞ:   Sinema ve Varoluşçuluk. Altıkırkbeş. Lull sinema Kit.

* 1922’ de italya’da doğan P. P. Pasolini Bologna Üniversitesinde Sanat Tarihi ve Edebiyat öğrenimi gördü.

* Başrolünü M.Callas’ ın oynadığı Medea’ nın çekimleri için 1970’ te Türkiye’ye geldi.

* 1975’te tıpkı söylediği gibi bütün silahları düşmanın eline verdiği bir seks cinayetinde öldü. Cinayetin sorumlusu olarak bir erkek fahişe yakalandıysa da gerçek katil hiçbir zaman bulunamadı.

* Sonuncusunu 1969’ da çektiği ve Sadizm ile Faşizm arasındaki bağı sorgulayan yasaklı filminin de içinde yer aldığı ‘ Triologie de la Vie / Yaşam Üçlemesi adlı filmleri 2002’ de İtalyan Carlotta Film Şirketi tarafından DVD olarak piyasaya sürüldü.

* Başlıca Yapıtları: Dilenci, Mateo , Teorama , Salo veya Sodom’un 120 Günü , Azaz Matyas’ a Göre İncil, Decameron, Canterbury Hikayeleri, 1001 Gece Masalları, Domuz Ahırı.


* Bu yazım aynı zamanda Le Poete travaille / Nisan 2004 de yayınlanmıştır.

Seçkin Deniz Twitter Akışı