8 Kasım 2014 Cumartesi

SA978/KY5-PT32: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ Tasavvuf ve İslâm

 بسم الله الرحمن الرحيم

Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

Şimdi de tasavvuf ile İslâm inançlarını mukayese edelim. Bu konuda uslüp ve ifadeleri çok sert olsa da Abdurrahman el-Vekil’in, “Tasavvuf ve İslam” adlı eserinden uzunca iktibas etmeyi faydalı buluyorum.

Tasavvuf ve İslâm

İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı Kerim bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfü ve yardımı budur.

İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi.


Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hâkimiyet ve rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini, Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Ulûhiyet sıfatında ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yeryüzünde Allah'ın temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. "Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz", diyorlardı.

İnançta meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile cahili bir toplum meydana gelmişti. İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmayan saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu.

Bu ışık, o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve Bizans cahiliyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek, onların tahakkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalplerini ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için kemalini bulmuştu.

Bu mutlu hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da içeriden ve dışarıdan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi. Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pek çok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz. 

Bu sapma, yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın tevhit anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır.

İşin tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarayan kısmı kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve cevheri gözü ile bakmasıdır.

Tövbe, istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması, ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok Müslüman tasavvufu katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım Müslümanların tebliğ, emri bil maruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî hayattan uzak yaşayan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.

Hâlbuki bu insanlar iyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın her Müslüman üzerine farz olduğunu, sadece mutasavvıf olarak bilinen insanların görevi olmadığını sanki bilmiyorlar. Yukarıda saydığımız unsurların İslâm'ın birer prensibi, esası, hükmü, rüknü ve parçası olduğunu sanki hiç duymamış gibidirler. Yukarıda bazılarını belirttiğimiz ve burada sayamayacağımız İslâmî unsurları veya motifleri İslâm'ın bütününden ayrı saydığımız veya herhangi birini inkâr ettiğimiz takdirde sırat-ı müstakim olan İslâm'ın İslâm olmaktan çıkacağını ve Hıristiyanlıkla Yahudiliğin tahrif edildiği gibi tahrif edilmiş olacağını sanki düşünmüyorlar.

Namaz, oruç, hac, zekât, cihad, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, haramlardan sakınmak ve emirleri yerine getirmek gibi ibadetleri yerine getirdiği halde bir müslümanın tövbesiz, istiğfarsız, Allah korkusundan yoksun, samimiyetsiz, duasız ve zikirsiz, ihsan ve infaktan mahrum, nafile ibadetlerden nasipsiz, Allah'ın haklarını ve insanlara karşı sorumluluklarını gözetmekten habersiz, cennet ümidi ve cehennem korkusundan gafil nasıl olabileceğini sanki hiç düşünmüyorlar. İslâm'ın emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınan bir müslümanın aynı zamanla bunları da gözetmiş ve gereğini yapmış bir Müslüman demek olduğunu akıllarına getirmiyorlar.

Kaldı ki kitaplarında olsun, kültür yapısında olsun insanların tasavvuf olarak inandıkları ve savundukları birtakım inanç ve düşüncelerin bu gibi İslâmî unsurlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu konuda kimi insanların aldandığı veya karıştırdığı meselelerden biri de tasavvuf akımının fıkhî yahut kelâmî mezheplere benzetilmesidir. Güya zamanla İslâm'ın fıkıh ve inanç esasları tasnif ve tertip edildiği gibi tasavvuf da İslâm'ın batın fıkhı dedikleri meselelerin tasnif ve tertibinden ibaret bir yol olmuştur. Hâlbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü fıkıh ve inanç mezhepleri hiçbir zaman İslâm'ın bir kısım unsurlarını almış ve İslâmlığı başka unsurlara karıştırarak bu karışımı İslâm'ın özü ve ruhu olarak sunmamıştır.

Şüphesiz böyle yapanlar merdud ve konumuzun dışında kalan sapık fırkalar veya batıl akımlardır. Bizim sözünü ettiğimiz, Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah'ın sahih sünneti çerçevesinde kalan mezheplerdir. Bu mezheplerin hiçbiri kendini ne İslâm'ın özü ve ruhu olarak takdim edip başkalarını kabuk diye nitelemiş, ne de İslâm'a kendisinden olmayan hükümler ve inançlar eklemiştir. Böyle yapanları varsa, İslâm ve bütün Müslümanlar tarafından merduttur. İslâm çerçevesinde kalan mezheplerin hiçbiri İslâm'ı öz ve kabuk yahut şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nitelememiştir.

Hiçbiri İslâm'ın en ufak bir hükmü için "Bu şeriat, şu hakikat, şu marifet" gibi yakıştırma yapmamış ve Allah'ın dinini bölmemiştir. Hiçbiri kendini İslâm'ın yerine koymamış ve "Beni izlemediğiniz takdirde hakikattan ve marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de İslâm'ın naslarına aykırı bir şey bulunduğu takdirde terk edilmesi gerektiğini ve yaptıklarının sadece birer içtihat olduğunu belirtmişlerdir.

Tekrar ederek söylüyoruz ki, fıkhi ve itikadi, İslâm çerçevesinde kalan hiçbir mezhep, kendini İslâm'ın yerine koymamış, alınması farz ve terk edilmesi haram Allah'ın dini gibi kendini takdim etmemiştir. Nasların, yani dinin çerçevesini kimi noktalarda aştığı için mesela Mutezile, Hariciler, Mürcie ve hem kelâmî hem de fıkhî birtakım fırka ve akımlar Müslümanlar tarafından tasvip görmemiştir.

Durum böyle iken İslâm'dan aldığı unsurlardan çok yabancı unsurlar ihtiva eden ve felsefe olarak İslâm'la ilgisi bulunmayan tasavvuf akımı Müslümanlardan nasıl tasvip görebilir? Görüldüğü gibi tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-kelâmî mezhepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü olarak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için tarikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değildir. Tasavvufun İslâm'la ilgisi, şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum herhalde daha iyi anlaşılacaktır:


Fıkıh ve kelam mezheplerinin dinde esasları ve ölçüleri belirlidir. Doğru veya yanlış oldukları Kur'ân-ı Kerim’in nasları ve Rasûlullah'ın sahih sünneti ile tespit edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları terk edilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhî veya kelâmî herhangi bir içtihadın, İslâm'a uygun olup olmadığı tartışılabilir ve naslarla karşılaştırılıp kabul veya reddedilebilir.

Zaten içtihat, kabul veya ret konusu olan, sahih ve sarih naslar dışında kalan tali meselelerdir. Yoksa din dediğimiz sahih ve sarih naslar üzerinde içtihadın yapılması söz konusu değildir. Dolayısıyla fıkhî ve kelâmî içtihatların dinin esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik getirmeleri mümkün değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesin ve açıktır. Bütün âlimler tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce olması halinde hemen ret edilir. Yani fıkhî ve kelâmî mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve herkes tarafından görülüp kullanılabilen temellerdir.

Acaba ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim eden tasavvuf böyle midir? Her şeyden önce tasavvufçular da tasavvufun kal (söz) ilmi değil, hâl (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylüyorlar. Yani haksız olarak ilim diye adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa dayalı sarih ve kesin bir temeli yoktur.

Çünkü hallerin ölçüye vurulması, derecesinin, miktarının tespit edilebilmesi mümkün değildir. Mesela, ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu, bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia sahibinin doğru veya yalan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tespit edilebilir? Bunun, kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine riayet etmemesiyle bilindiği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi, ihsan ve ihlâs dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın kendisidir.

Böyle bir kimse için ancak şeriata uyup uymadığı söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide ihsan ve ihlâsın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslâm'da hak batıldan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir. "Doğruluk eğrilikten ayrılmıştır..." (Bakara, 256) Tasavvufta ise durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve ihlâsın bulunup bulunmadığı araştırılabilir? Hangi insanın iman derecesinin dozajı ölçülebilir? İnsanlarda ihsan ve iman derecelerinin ölçülebileceği insanların elinde herhangi bir derece aleti mi vardır? İnsanların iddialarında ve sözlerinde doğru olup olmadıklarını göstermek için kalplerini açıp bakabilecek ve inanç yahut ihlâs derecelerini ölçebilecek elimizde bir ölçü aleti mi vardır? Hararet derecelerini ölçtüğümüz gibi elimizde bir ihsan derece kontrol aleti mi vardır?

Bunu bildikleri için tasavvufçular "Tatmayan bilmez, yaşamayan bilmez" gibi savunma mekanizmaları geliştirmemişler miydi? Erdim, hamdım, yandım, piştim, keşf ve ğaybe muttali olacak dereceye yükseldim, kalpleri okuyacak ve melekût âlemini seyredecek, hatta levhi mahfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar öncesini yahut sonrasını okuyacak makamlara ve hallere eriştim, şu kadar defa miraca çıktım, diye iddia eden insanların kalplerindeki iman, ihlâs ve ihsan derecesini ne ile ölçelim ki doğru olup olmadıklarını anlayalım?

Yoksa mürit ve dervişlerin evliya ilan edip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını bütün insanların körü körüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyleyeceğiz? Tekrar ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla ölçüleceği söylenirse, hemen belirtelim ki tasavvufta böyle bir şey yoktur ve bu, şeriat, kışır (kabuk) ve zahir dedikleri İslâm'ın ölçüsüdür. Bunlar tasavvufun ne konusudur, ne de ölçüsüdür.

Bu durum yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhî ve kelâmî mezheplerin özelliği olup tasavvufun özelliği değildir. Hem tasavvuf kal (söz) değil, hâl değil miydi? İlim değil, irfan değil miydi? İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar kadar İslâm dışı unsurlar ihtiva ettiği görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları kabul etmiyoruz ve İslâm saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki geriye sadece İslâm kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır.

Allah'ın, dinini isimlendirdiği gibi, İslâm'a İslâm değil de tasavvuf demek kimi insanlara ağır geliyorsa, onlara da Allah'tan hidayet dilemekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Yine belirtelim ki, tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurları İslâm'ın diğer unsurlarıyla beraber yerine getiren insanlara Müslüman denir ve bu unsurları her Müslüman yerine getirmek zorundadır. Aksi halde Müslümanlık olmaz.

Durum böyle iken tasavvufun da İslâm olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Hatta İslâm'ın ruhu, özü, cevheri, işe yarıyanı ve kurtarıcı olanı diye nasıl niteleyebiliriz? İnsanların kurtuluşunu sadece tasavvufa bağlanmakta nasıl görebiliriz? Tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslâm'ın kendisi olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim söyleyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve sapıklıklarıyla bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği İslâm saymamız ve insanları onlara davet etmemiz mümkün müdür?

Bu dinler ve inançlar, her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Tasavvuf da aynı şekildedir. Yapısındaki bütün yabancı unsurları tasfiye edip İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Bunları tasfiye ettiği takdirde tasavvuf denilen şey de kalmaz ve Allah'ın dini olarak İslâm kalır. Bu İslâm'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif etmeye yeltenmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile hiçbir kimse ve düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir.

Tasavvufun bir nazari, bir de ameli olanları bulunmaktadır. Rabıta, istiğase, tevessül, ruhlardan istimdat, kabirlerden yardım isteme v.b. ameli alandaki bozukluklar ve bid'atların çoğunun sebebi felsefi tasavvuftur. Çünkü önce bu işin felsefesi yapılmakta, sonra pratiği buna uydurulmaktadır. Tasavvufun doğuşunda da durum aynı olmuştur.

Önce yabancı felsefeler ve inançlar iktibas edilmiş, daha sonra bunların temellendirilmesi için İslâmî unsurlara ve Müslüman şahsiyetlere dayandırılmıştır. Mesela İslâm'da nefis tezkiyesinin; tasavvuftaki çile, helal şeylerden mahrumiyet, uzlet, el etek çekme, evlenmeme, açlık, şeyhin elinde her türlü zillete katlanma, nefsi öldürmek için tiksindirici işlerde çalışma, tevessül, istiğase, rabıta, ölülerle oturup kalkma, kendini horlama ve kâfirlerden, müşriklerden, hayvanlardan daha aşağı sayma yollarıyla yapıldığı vaki değildir. Aksine böyle bir girişimi sezilen kişiler şiddetle önlenmiş ve İslâm'ın yoluna gelmeleri istenmiştir. Kitapta buna dair örnekler bulunmaktadır.

Tasavvuftaki yolla nefsi tezkiye anlayışı Brahmanizm, Hinduizm, Budizm ve Manihaizm gibi Hind ve İran dinlerinden, sonra Hıristiyanlıktaki rahiplik sisteminden iktibas edilmiş ve İslâm'dan birtakım motiflerle temellendirilmek istenmiştir. Yabancı inanç ve felsefelerden iktibasın da elbette bir takım sebepleri ve etkenleri olabilir.

Bunların başında İslâm toplumunda meydana gelen sapmaların ve insanın yapısındaki başkalarına özenme, taklit etme meyillerinin geldiği söylenebilir. Sapmaların sebeplerinden birinin de dinin bütüncü bakış açısının yanlış veya eksik anlaşılması olduğunda şüphe yoktur. Hâlbuki İslâm; nefsi, getirdiği emir ve yasaklarla (teşrilerle), gerçekleştirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel şekilde eğitmektedir.

Kişinin, haramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendirmesi yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini, kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve onun küllî iradesi altında çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması, insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya çalışması, muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal ödevlerinin bilincinde olması, dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, fedakârlık ve diğerkâmlık ruhuna sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman kalbi ile onlara buğz etmeye çalışması, Allah'a, Rasulullah’a, İslâm devleti yöneticisine ve bütün müminlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapması, ilim okuması ve okutması, en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesitlerinde Allah'ın hükümlerini gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabını gözönünde tutması, geçmiş milletlerin tutum ve akıbetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan bu âlemde yüce Allah'ın ayetlerini düşünüp taşınması, O'nun rahmetini, büyüklüğünü, yüceliğini ve sonsuz lütfünü düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve nasıl birer ayeti olduğunu anlamaya çalışması, insanlarla, hatta diğer yaratıklarla ilişkilerinde tevazu ve şefkat sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlendirici, eğitici, nasihat edici olması, Allah'a çokça tövbe ve istiğfarda bulunması, kâfirlere karşı yeri geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, helal yemek ve helal kazanmak, kanaat, tevekkül, kadere razı olmak, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek, doğruluk, iyi niyet, hayâ, istikamet, yakîn sahibi olmak, zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik, sihir, yetim malını yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve tartıda hile yapmak, Allah'ın azabından emin olmak, deyyusluk, yol kesmek, sövmek, israf, başkasını alaya almak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü isimle anmak, gıybet, ihanet, bidat, harama şehvetle bakmak, lanet etmek, müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru bir ibadeti iptal etmek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk, yağcılık ve jurnalcilik, nimete nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık, taklit, kin ve nefret, gaddarlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevesine uymak, günaha izin vermek, emanete hiyanet, zulmü ve haksızlığı önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, hayızlı karısına yaklaşmak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya geciktirmek, Müslümanları zarara sokmak, süslü kabir yapmak, haram elbise giymek, yalan şahitlik yapmak, zalim ve kötü kimselerle arkadaşlık yapmak, şahadeti gizlemek, yalan yere yemin etmek, Rasulullah’a ve Kur'ân-ı Kerîm'e karşı saygısızlık göstermek, Rasulullah’a iftira etmek, haksız yere insan öldürmek, hayvan yakmak, küçük günah işlemeye devam etmek, söz ve fiille müstehcenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak, kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tasdik etmek, kaderi yalanlamak, haksız yere mücadele etmek, riyakârca davranmak, köleyi hadımlaştırmak, hem kendisinin hem de aile fertlerinin haklarına riayet etmemek, tecessüs, adaletten uzaklaşmak gibi; İslâm'ın yasakladığı fiillerden mümkün olduğu kadar kaçınması, müminlere karşı şefkatli ve merhametli olması, gününe, yemeğine, işine, tuvaletten çıkışına, bineğine binişine, kabir ziyaretine, eşi ile yatmasına, sıkıntıdan çıkmasına ve rahata kavuşmasına, adımını atmasına, ibadete başlamasına, ezanı dinlemesine, oruca başlaması ve iftar etmesine, nikahına ve dünyaya gelen çocuğunu karşılamasına kadar hayatının belirgin bütün işlerinde Rasûlullah'ın yaptığı ve öğrettiği dualarla başlaması, bismillah ile hamd ve şükür ile dua ve niyaz ile durup kalkması... gibi Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz. Peygamber'in insana verdiği eğitim ve terbiye ile, talim ve tezkiye ile eğittiğini biliyoruz.

Bunun dışında kalan ve İslâm'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis tezkiyesini savunmak, hele bunun İslâm'ın ruhu ve özü olduğunu söylemek şüphesiz İslâm değildir. İnsanın Allah'tan başka bütün yaratıkların kulluğundan kurtulup sadece ve sadece Allah'a kul olmasını isteyen ve kurtuluşun yegâne yolu olarak bunu kabul eden İslâm'ın tevhit ve hürriyet anlayışı ile tasavvufun, şeyhin elinde müridin bir cenaze olması ve kendisi ile Allah arasında şeyhi bilmesi gerektiği anlayışı nasıl bağdaştırılabilir?

Hürriyet, bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık dini olan İslâm'ın insana bakışı ile insanı miskinleştiren, ezen, şahsiyetini öldüren, hayvanlardan ve hatta kâfirlerden daha aşağı derecelere düşüren, şeyh ve mürşit denilen kişilerin oyuncağı ve kulu yapan tasavvufun anlayışı nasıl aynı görülebilir?

Vahyin rehberliği ve Risaletin önderliği neticesinde, daha önce tam anlamıyla barbar bir cahiliyye hayatı yaşayan o insanlar, tarihin alnında şeref madalyonu olarak saadet asrının birer sahabesi durumuna gelirken, onların uzlet, zillet, meskenet, helallerden mahrumiyet ve şahsiyeti öldürme gibi rahiplik yolu ile bu duruma geldiklerini nasıl söyleyebiliriz?

Kur'ân'da övülen ve asrısaadet insanı olan ashabın tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini, tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyleyebilir? Hayatını Kur'ân-ı Kerim’in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün şeyleri ret eden ashap neslinin; sonu gelmeyen uzun tespihleri çekerek, kudüm ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri düzenleyerek, kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleri danslar yaparak, gazel ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberleyerek, posta oturup el öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları söndürüp gözleri yumarak ve başları örtüp binlerce virtler çekerek, Allah'ın dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücutlarına şişler batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cambazların yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldiğini kim iddia edebilir?

Bütün bu yapılanların İslâm'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu insan nasıl söyleyebilir? Felsefesi, pratiği ve yöntemleriyle tasavvufun İslâm'ın nefis tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini sıralayabildiğimiz İslâm'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır.

Tasavvufun nefislerini güya tezkiye ettiği insanların kimi ulûhiyet ve rububiyet iddialarında bulunmakta, kimi Allah'ın zatını müşahede ettiği ve arşının üstüne çıktığını söylemekte, kimi İslâm'la hiçbir ilişkisi bulunmayan ve tamamen esrarengiz muammalar olan makam, rütbe, sıfat ve unvanlar iddia etmekte, kimi öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi daha bu dünyadan melekût âlemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslâm'dan ayrı bir vadide gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça görülür.

Tasavvufla nefislerini tezkiye ettiklerini söyleyenlerin kimi eşyanın hakikatlerini inkâr ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve kalbin hatırladığı her şeyin bir tarafa atılarak bu organlarla sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağını ifade etmekte, kimi velilerin peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, kimi Firavun ve cahiliyye müşrikleri gibi kâfirlerin gerçekte arif billâh olduğunu iddia etmekte, kimi keramet göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini söylemekte, kimi oturduğu yerden kâinatı parmağında oynattığını ve dünyanın öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirtmekte, kimi pir ve şeyhinin kalpleri okuduğu, ğaybe geldiği ve melekût âlemiyle irtibat halinde olduğunu anlatmaktadır.

Diğer tarafta Kur'ân ve Sünnet'in tezkiyesiyle tezkiye olan o mübarek nesillerden herhangi bir kişinin İslâm'la bağdaşmayan ve akılla uyuşmayan bu nevi şeylerden herhangi birini iddia ettiğini kim söyleyebilir? Bütün çabası Kur'ân ve Sünnet'i daha iyi anlamak ve yaşamak olan o insanlardan herhangi birinin İslâm dışı bu gibi şeyleri söylediğini kim iddia  edebilir?

O mübarek insanlardan hangisi Allah'ta, Rasûlullah'ta fena olmak, melekût âlemini okumak, levhi mahfuzu mütalaa edip karıştırmak, Allah'ın kader ve kazası üzerinde tasarruf etmek, ölülerle irtibat kurmak ve onlardan yardım dilemek, kendisi ile Allah arasında ibadet ve dualarda vasıta koymak, bütün varlıkların Allah olduğunu iddia etmek, insanın ve özellikle kadının Allah'ın yeryüzündeki sureti olduğunu söylemek gibi burada sayamayacağımız din dışı iddialarda bulunmuş veya inançlar taşımıştır?

Tasavvufun tezkiye ettiği insanlar ile İslâm'ın, yani Kur'ân ve Sünnet'in tezkiye ettiği insanlar arasındaki fark, ikisinin birbirinden ne kadar uzak ve ayrı olduğunu göstermiyor mu? Durum böyle iken tasavvufun İslâm ve tasavvuf erbabının Allah'ın sevgilileri olduğu nasıl söylenebilir?

Şüphe yok ki toplumda insanlar, Kur'ân-ı Kerim’in eğitiminden uzak kaldıkları ve Rasûlullah'ın sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlardan başka alanlarda aramış ve İslâm'a yabancı batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslâm'a yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'ân ile Sünnet eğitimi artık çok garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'ân'ın arası açılmış, mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslâm'a yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır.

Gündemlerinde Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah'ın örnek yaşayışı olacağı yerde, başka insanların menkıbeleri, bid'atları, keramet  iddiaları, din anlayışları, kimi yerde İslâm'la uyuşan kimi yerlerde de onunla çelişen yaşayışları olmuş, bunlar örnek alınmış ve gittikçe kutsallaştırılarak dinin yerine geçirilmiştir.

Bu insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bir araya geldiklerinde Kur'ân-ı Kerim’i ve Rasûlullah'ın sünnetini okuyup anlama, öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım kişilerin âdâb ve menkıbe kitaplarını okumakta veya anlatmaktadır. Kur'ân-ı Kerim’de hidayetlerine uymamız emredilen peygamberlerin tevhit mücadeleleri ve dine davetleri araştırılıp anlatılacağı, silsile olarak onların ezber okunacağı ve ahlakları örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile okunup teberrük edilmekte, onların çoğu yerde İslâm'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek alınmaktadır.

Bunların yerini Kur'ân'ın ve Sünnet'in alması gerekir, insanlara öncelikle Kur'ân ve Sünnet eğitiminin verilmesi gerekir, deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış anlaşılıp anlatılmakta, hatta hıyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve aktüalitesini kaybetmiyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte, insanlar üzerinde olabilecek yönlendirmelerinin önüne bu şekilde setler çekilmektedir.

Şüphesiz işlerin bu kadar çığırından çıkması ve hak ile batılın bir nevi yer değiştirmesi bir anda olmuş bir şey değildir. Aksine uzun zamandır, hatta asırlardır İslâm toplumunda izlenen eğri yollar ve Kur'ân hidayetinden uzak eğitim sistemleri ve yolları zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesine yol açmıştır.

Bütün bunlar müslümanların tekrar Kur'ân-ı Kerîm'e yönelmeleri, inanç, düşünce, anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan beslenip ruhi dünyalarını onunla şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları, gündemlerinde onu tutmaları, bütün işlerinde onu ölçü ve hakem yapmaları, önünde çekilen perdeleri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar gerekli olduğunu açıkça göstermektedir.

Bütün bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel tefsiri ve canlı bir örneği olan sünnetin, saydığımız bütün alanlarda aynı şekilde izlenmesi ve öğrenilmesinin zaruretini ortaya koymaktadır. Bütün kesimleriyle müslümanların eksiklikleri ve yanlışları ancak bununla düzelebilir ve yeniden İslâm'ın safiyetine dönülebilir. Bu  durum gerçekleşmeden toplumda düzelme beklemek ve insanların Allah'ın dinine sarılmalarını ummak hayalden öteye geçmez. Çünkü bu ümmetin başlangıcı ne ile düzelmişse, sonu ve her zamanki durumu da ancak onunla düzelir. "Şüphesiz bir toplum kendisinde bulunan şeyleri değiştirmedikçe, Allah onların bu şeylerini (durumlarını) değiştirmez." (Ra'd, 11)

Tarikat olayı da aynı şekildedir. Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh, mürid, âdâb, hücrelerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere raslamadığımız gibi tasavvuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye de raslamıyoruz. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk, fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammediyye, hatemü'l-evliya, aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh, mürid, kuddise sırruhu, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hiçbirine rastlamıyoruz.

İslâm'ın bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat, teslimiyet, istiğfar, tesbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama gibi birtakım terimlerin ancak İslâm'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını taşıyabileceği ve bu anlamların tasavvuf dininde giydirilen anlamlarla ilgisinin bulunmadığı bir gerçektir. Bunlara İslâmî terimler veya anlamlar yerine tasavvufi terimler veya anlamlar olarak bakmak da hem İslâm'a haksızlık, hem de büyük bir yanlışlık olur.

Böyle olunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra İslâm'a giren birtakım milletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı unsurlarını getirdiler ve yaşattılar. Türkler'in Şamanizm, İranlılar'ın Mani ve Zerdüşt inançları, Hintliler'in Budizm ve Brahmanizm dinleri, Ortadoğu'daki Hrıstiyan ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini anlayış ve yaşayışları, Eski Yunan inanç ve felsefeleri İslâm'a giren insanlarla beraber değişik şekil ve oranlarda İslâmî hayata sızarak sindi.

Cahiliyye devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar çok sayıda cahilî inanç unsurlarının zamanla toplumda hortlaması da buna dâhildir. Mesela birtakım gün ve gecelerin uğursuzluğu, ocak anlayışı, nazarboncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu gibi inançların eski dini inançların devamı olduğu bilinmektedir.

Hatta şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden birtakım ailelerin kendilerine "Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmaktadır. Kabirlerle tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edinme, onlar için mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi inançların da İslâm öncesi dinlerden ve ehli kitap inançlarından geldiği bir vakıadır.

Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama inançları da bu eski inançların kalıntılarındandır. Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri olduğu inancı da bu anlayışın bir devamıdır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena, makam, vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, ğavs, kutup, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar da eski Yunan kültür ve felsefesinden gelmektedir.

Nitekim vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam etmesi de bunun bir ifadesidir. Bütün bunlar ve burada sayamayacağımız daha pek çok şeyin İslâm toplumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat sisteminin İslâmî bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi.

Kimi tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebu Bekir'e ve oradan Rasûlullah'a dayandırılırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasûlullah'a dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarası'nda gizlilik içinde olduğunu söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında olduğunu söyledi.

Böylece bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlâsı ve takvası, kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarayanı Hz. Peygamber'in hayatında bütün ashap arasından sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bütün ashap neslinin bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide, 67) buyurmasına rağmen!

Veda haccında yüz bini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ ettiğini Rasûlullah'ın ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi, dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen! Hâlbuki tarikat sistemini İslâmî temele oturtacağız diye Hz. Peygamber'e ve onun pak ashabına bu kadar korkunç iftira edileceği yerde İslâmî çerçeve içinde kalan ve çağın gereklerine en iyi cevap veren bir eğitim sistemi yahut yolu ile din insanlara anlatılsaydı ve İslâm'ın öngördüğü şekilde nefis tezkiyesi cihetine gidilseydi çok daha iyi olurdu.

Dine ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber'e iftira etmeden insanların ilim öğrenmesi, bunun için bir âlime gidip kendisinden okuması, öğretim görmesi, âlimlerin sohbetlerinde bulunması, vaaz ve nasihatlerini dinlemesi, örnek yaşayışlarını ve ahlakını alması, Rasûlullah'ın ve ashabın sünnetine uyarak bütün şekilleriyle nafile ibadetlerde bulunması, dini insanlara tebliğ ve hayra teşvik etmesi gibi bir yol benimsenseydi İslâm ümmeti için çok daha hayırlı olurdu. İnsanlara batıl, hak olarak gösterilmeyip, ashabın, tabiin ve etbauttabiin yolu izlenseydi elbette çok daha yerinde olurdu.

Böylece dinde bidat çıkarılmamış ve insanlar Allah'ın dininden başka yönlere çekilmemiş olurdu. 

Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmenin ve üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı yoktur.


Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek durumu tashih etmektir. Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'ân-ı Kerim’e ve Rasûlullah'ın sünnetine yönelmektir. İslâm'ın tabiatına uymayan kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dinine yöneltmektir. Bu da, İslâm'a girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor gelmiyorsa tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını kazanmak ve Resulü’nün yolunu izlemek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terk etmek insanlara zor gelmemelidir.


<<Önceki                Sonraki>>


 Puran Tilmiz, 08.11.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü

Seçkin Deniz Twitter Akışı