11 Eylül 2013 Çarşamba

SA406/SD61: Eleştirel Bir Analiz; Bir Portre-Bir Kitap/ Prof. Seyyid Kutub - İslam'da Sosyal Adalet

"İhtiyaç kadar insanı zelil eden bir şey yoktur. Aç karın öyle ulvi mana falan tanımaz"
 Prof. Seyyid Kutub


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

1949 yılında Mısır'da ilk Arapça orijinal baskısı, Cağaloğlu Yayınevi tarafından İstanbul'da 6 Şubat 1962'de ilk Türkçe baskısı, 1964'de ikinci baskısı ve 26 Haziran 1968 'de üçüncü baskısı yapılan kitabın 'Nâşir' tarafından yazılan Önsöz'ünden;

"Halbuki memleket evlâtlarına asgarî islâmî kültür bakımından bazı bilgilerin doğru, kısa ve metotlu olarak verilmesi de bir zarurettir. Bu ölçülerle İslâmiyyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da İslâmın ictimâî ve ahlâkî vechesine müteallik maksadı temin edecek Türkçe eser bulunmamakta idi. Bu ihtiyâcı karşılamak gayesiyle, bu sahada yazılmış eserler içinde müstesna yeri bulunan Prof. Seyyid Kutub'un "İslâm'da İctimâî Adalet" adlı eserinin 1958 yılında Kahirede münteşir 5. baskısından metne tamamiyle sadık kalınarak tercüme edilen işbu kitabın ..."

Babaevimdeki eski kitaplığımın raflarından -Kutub'ın sık sık vurguladığı gibi- 'tesadüfen' çıkan, kapağı ve son sayfaları yırtık 41 yıllık bu kitabı incelerken çok farklı zihinsel aktivasyonlar yaşadım. Türkiye'de ve Dünya'da oluşmuş 20. yüzyıl müslüman zihninin mimarlarından biri için analiz yapmak herhalde kolay olmamalıydı. 


Seyyid Kutub'un külliyâtını incelemeden sadece 'Yoldaki İşaretler'i ve söz konusu kitabı okumuş olarak yapacağım bir analiz sağlıklı olmayabilirdi. Yoldaki işaretler ergenlik döneminde 'eleştirel' bir gözle değil; bilâkis kesin-net hükümler içeren kaynak bir kitap olarak okunmuştu. 

Dolayısıyla eleştirel bir bakışla bir müellifin, bir mütefekkirin bir kitabını incelerken haksız yere onu 'kapı altında' asabilir veya 'haketmediği bir yüceliğe' taşıyabilirdim. Bu riskleri ortadan kaldırmak gayesiyle Prof Seyyid Kutub'u sadece bu kitapla sınırlayıp algılamaya ve bu sınırlar dahilinde analiz etmeye karar verdim- bu analiz için yeterli olduğumu da iddia etmiyorum, ben sadece kitabın muhatabı olanlardan biri, bir okuyucuyum ve tenkid hakkımı kullanıyorum-. 

Kitabının sınırları içerisinde eleştirilmek herhalde hiçbir müellifin yadırgayacağı bir husus değildir. Çünkü; kitap sınırlı sayfaları içinde kalamayan anlam genişlikleriyle sınırları belli olmayan bir etki alanına sahipti ve yazarı bu etkilerin sorumluluğunu da sonsuza kadar taşımakla mükellefti. Bu mükellefiyet, Kutub'u bir insan-bir yazar düzeyinden görmeme yardımcı oldu. 

Kutub'u bir önder olarak telakki edenlerin bakmadığı açılardan Kutub'a bakmak, onun endişelerini ve telâşını, heyecanını, hayâllerini ve samimiyetini görmek, bunlarla birlikte yaptığı yanlışları tesbit etmek büyük bir iddia olsa da, bu iddianın yanına yaklaşabilecek kadar sakin bir bakışla onu anlamak ve yeniden anlatmak kuşkusuz samimiyetimizi ortaya koymamız açısından önemli olacaktı.

Prof. Seyyid Kutub hatasız değildi, çünkü; insandı. Ancak onun hatasız olmayan tesbitleri gençleri ve sonra yetişkinleri etki alanına alırken, şuursuz taklitlerle bu hatalar büyüyor ve tahmin edilemeyecek kadar büyük bir handikâp oluşturuyordu. Kuşkusuz bu duruma en çok üzülenlerden biri de İslâm Ruhu'nun yaşatılması ve her inanan insana sirayet ettirilmesi için hayatını hasreden ve bu hayatı feda eden Kutub olacaktı. 

İngiliz sömürgesi olan bir ülkede doğup büyümek, çarpık bir eğitim sisteminde okumak, o sistemde bir öğretim görevlisi olmakla devam eden kişisel bir süreci tamamen değiştirip İslâm'ı yeniden muzaffer kılabilmek için bundan sonraki hayatını bu yola adamak, gibi köşe taşları olan bir hayat öyküsü, gelebilecek tüm olumsuz eleştirilerin önünü tıkayacak ve tümünü silecek kadar büyük bir öyküdür. Fakat, bütün bunlara rağmen o mücadele insanının hayâl ettiği gelecekle ilgili muhtemel tüm tahakkuklar için, ona da eleştirel gözle bakmak, onun o kaos döneminde ürettiği fikirlerini yeni bir gözle değerlendirmek, ona saygı duymak, onu yeniden dikkat sahasına çekmek demek olabileceği gibi, aynı zamanda Kutub'a yöneltilen suçlamaların tümü için de yeni bir bakış açısı olarak değerlendirilebilecek, haksız tasnif ve saldırıları savmak açısından faydalı olacaktır.

'İslâm'da Sosyal Adalet' Nâşir'in önsözde belirttiği gibi, kaynak kitaplardan biri olarak yıllarca taze zihinleri beslemiş ve üretici zihinleri koordine etmiştir. Kutub'un bu eseri yaşadığı dönemin etkileriyle ve heyecanla telif ettiği dikkate alınırsa, 'İslâm'da Sosyal Adalet' başlıklı bu çalışmaya İslâm'a dair bir çok konunun fazladan dahil edilmesinin sebebi kolayca anlaşılacaktır. 

Özellikle diğer dinler ve sistemlerle ilgili yaptığı mukayeseler, -İslâm'ı büyük bir saldırı altında hissettiği üzere- savunma ve koruma/korunma psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Kutub, sosyal adalet gibi bir konuyu bağımsız olarak ve verimli bir canlılıkta işleyememiştir. Kutub'un yaşadığı bu sıkıntılı hâl onu farkında olmadığı hatalı sonuçlara sürüklemiş ve bazen bocalamasına da neden olmuştur.

Bütün olumsuz eleştirilere karşılık Kutub büyük bir dirâyetle, sosyal adaletin tesisi için birey-toplum ve devlet ilişkilerini analiz ederek çok değerli tesbitler yapmış ve bu tesbitlere İslâm'a özgü önermelerle ürettiği gerçekçi çözümler sunmuştur. Allah ona merhamet etsin; bizleri de onun hatırâsına hürmetsizlikten muhafaza etsin.

_______0_______

Giriş'ten

"Fakat Mısır'da ve bütün İslâm âleminde ruhî sermâyemizi teşkil eden fikrî varlığa müracaat etmeden, hatta düşünmeden bir çok sistem ve prensipler, kanun ve nizâmlar uzaktan, pek çok uzaklardan, Okyanuslar ötesinden getirilmekte, ithal edilmektedir. Sosyal durumumuzun memnuniyet verici olmadığını, ictimâî adaletin tahakkuk etmediğini görünce, gözlerimizi Avrupa'ya, Amerika'ya, Rusya'ya çevirmekte ve böylece müşküllerimizi hal yolunda istikraz ve ithalâtta bulunmaktayız." (Giriş S.9)

Batı kültürünün günbegün içine sızdığı ve Müslüman olmanın utanç verici bulunduğu bir sosyal düzlemde, kukla idareciler tarafından ithâl edilen sistemler ve kanunlara karşı Kutub çok sarih ve net bir durum tesbiti yapmaktadır. Sömürgeci tahakküm altında ezilen toplumların, bu tahakkümden kaynaklandığı âşikâr olan sorunlarının planlanmış olduğunu ve bu planlanmış sorunların çözümü için de tahakküm sahiplerine ait sistem ve kanunların, kukla siyasetçiler eliyle tedavi niyetine tercih edildiğini gören Prof Kutub, buna şiddetle karşı çıkmıştır. 

Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan, Ürdün, Irak ve Endonezya o dönemde İngiltere'nin tahakküm kurduğu ülkeler olarak kendi aydınlarını ve prenslerini İngiliz kültürünün 'asil' eğitim çarkında öğütmekle meşgullerdi ve Kutub'un aksine Batı Medeniyetine ait değerlerin tümünü kabule hazırdılar. Fakat Kutub çok gerçekçi bir bakış açısına sahipti:

"İctimâî hayatımız için bir takım sistem,nizam ve kanunları ithal ederken mevcut nizam ve fikrî değerler, köklü örf ve inançlar nazarı itibara alınmamakta, ferdî nüansların zıd kutuplar arasında alacağı perişanlık düşünülmemekte, demokrasi, sosyalizm,hatta komunizm ismi altında ithal edilen sistem ve nizamlarla sosyal davalarımızın halledileceğine inanmaktayız".(Giriş S.9-10)

Bugün özelde Mısır'da genelde Müslüman ülkelerin tümünde Kutub'un dikkat çektiği çelişkiler ve bu çelişkilerden kaynaklanan sorunlar hâlen sürmektedir. Bir dönem kapitalizme karşı Baas milliyetçiliğinin sürüklendiği sosyalizm, özellikle arap dünyasının daha çok Batı kökenli siyasi oyunlarla parçalanmasına sebep olmuş, sosyal sorunlar kat kat artarak mevcut karanlık durum ortaya çıkmıştır. Arap ülkelerininin ve diğer Müslüman ülkelerin birçoğunda süren diktatörlükler o dönemde iyice sağlamlaştırılmış ve bu ülkeler iki kutuplu dünya'da bağlantısızlar aldatmacasıyla Batılı nüfuz alanlarının esiri olmuşlardır.

Kutub'un demokrasi'yi kapitalizm ve komunizmle birlikte dış kökenli bir sistem olduğu için dışlaması bu kavramın dönemsel anlam kaymaları yaşıyor olmasından kaynaklanmaktadır, diye düşünüyorum. Bugün demokrasiyi dışlayan bazı müslümanlar herhalde Kutub'dan etkilenmişlerdir.

"Aynı zamanda kendi kendimize "Biz müslümanız diyerek" iftihâr ederken, dini, vicdânî bir uzlete terkederek günlük amelî hayatımızdan uzaklaştırdık. Onun ne günlük hayatımızda bir hakimiyyetine işlerimizde bir tasarrufu ve ne de hayatın müşküllerini halleden bir vasfı kaldı... Böylece din, sadece kul ile Allah arasında bir bağ olarak tavsif edildi."( Giriş S.10)

20. yüzyılın başlarında Fransa'da başlayan Laik devlet düzeninin hızla diğer batılı ve Müslüman ülkelere sirâyet etmesi Kutub'un İslâmî hassâlarını rahatsız etmiştir. Kutub din ve dünya işlerinin ayrılması sürecinin analizini yaparken Hıristiyanlık ve Yahudilikle ilgili önemli tesbitlerde bulunmakta ve din ile devlet işlerinin ayrılmasının kökeninde Ortaçağ Kilisesi ile Vatikan'ın haksız tutum ve davranışlarının aranması gerektiğini, İslâm'ın bu türden hastalıklarla tesis edilmediğini ısrarla vurgulamaktadır.

"..Çünki onlarca din, kul ile Allah arasında bir bağ; kanun ise fertle devlet arasında bir rabıta unsuru olarak mütalaa ediliyordu. Yahudiliğin fetret anından Roma İmparatorluğu'nun himayesinde neş'et edip gelişmeye çalışan Hıristiyanlığa göre din ve kanunun bu tarzda bir ifade şeklini bulması mantıkî idi." (Giriş S.13)

"Dinin yeri sadece kalb ve vicdanlarda, kilise duvarlarını arasında, mukaddes mahal ve itiraf kürsüsünden ibaretti" (Giriş S.14)

Papa-Kral işbirlikleri sonrası din, kilise ve bilim arasındaki düşmanlık analizini de şöyle yapıyordu:

" Öyle ki; kilise ve din adamlarından duyulan nefret her tarafa sirâyet etmiş, böylece Avrupalıların hayatında din ile ilim, kilise ile fikir arasına soğukluk girmişti. Hayat yoluna devam etti. İlim İnkişaf ederek meyvelerini vermeye başladı. Sanayideki teknik ve ileri adımlar neticesi istihsal artmış, iş sahasında zamanla iki büyük kuvvet karşı karşıya mübareze haline gelmiştir: kapitalistler ve işçiler." (Giriş S. 15-16)

Prof.Kutub kapitalizm ve işçiler arasında kapitalizm lehine tavır alan kilisenin kendi ipini çektiğini ve işçilerin Marx'ın da etkisiyle dini-Hıristiyanlığı- kendi hayatlarından uzaklaştırdıklarını söylerken de haklıydı:

"O halde fikir ve ekmeği için uğraşan işçi sınıfı menfaatlerin çarpıştığı o devirde dinden dünya hayatı ile ilgili hiçbir faide görmemişler, üstelik kilisenin insanları uyuşturmak için dini vasıta kıldığını anlayarak kiliseye ve dine karşı isyan bayrağını açmışlardır." (Giriş S.16)

İslâm'ın doğduğu dönem ve küresel durumu analizinde, Kutub, Hıristiyanlığın kurumsal yapıları ve kanunlarıyla sabit halde bulunan Roma imparatorluğu karşısında yaşadığı zayıflık ve yapısal bozunmaya benzer bir riskle karşılaşmadığını iddia ederken de aşırı iyimserdi:

"İslâmiyyet müstakil bir belde de neş'et etmiştir. Orada ne bir imparator ne bir kral ne de bir sultan vardı. İslâmiyet bedevî bir cemiyet içinde doğdu; orada ne Roma İmparatorluğunun kanunları ve ne de başka nizamlar vardı. Bu durum İslâmiyetin gelişmesi için müsait bir vasat teşkil ediyor, ciddî hiçbir engel ve mukavemetle karşılaşmadan istediği cemiyeti kurmak, dilediği kanun ve nizamları va'z ederek bu kanun ve esaslar dairesinde ferdin ruh ve vicdaniyle cemiyyetin her türlü muamelat ve inkişâfına istikamet vermeyi mümkün kılıyordu" (Giriş S.17)

Kutub elbette Hz. Peygamber'in karşılaştığı baskıdan ve yok etmeye endeksli suîkastlardan, savaşlardan, çok ciddî mukavemet ve engellerden haberdârdı. Kanaatimce, bu düşüncesinin merkezinde yerleşmiş kurumlar ve kanunların insan hayatı üzerindeki kalıcı etkileri vardır; Kutub köklü bir medeniyet değişikliğini kastetmektedir. İslâm'ın doğuş dönemlerinde kaşısında dağınık putperest-egemen bir bedevi kültürü vardı. Bu kültürün de ne kadar baskın bir kültür olduğu o kültürün savunucuları tarafından savaşlarda telef olmayı göze almalarından anlaşılabilir. Ve İslâm Kutub'un belirttiği gibi ciddî hiçbir engel ve mukavemetle karşılaşmamış değildi. 

Emeviler döneminde bu kültür yeniden baskın hâle gelmiş, cahiliyye denilen dönemin bir çok alışkanlığı tekrar hayat bulmuştur. Cahiliyye kültürüne dönüş Emevilerin yıkılmasın da neredeyse tek etkendir. Aynı cahiliyye dönemi kültürü İslâmiyet'in kurumsallaşmasını ve kanunların tahakkuk ettirmesini geciktirmiştir. Emevilerin yıkılması ile baskı altına alınan bu geriye dönüş direnci bir süre sonra Abbasiler döneminde de tekrar baskın hâle gelince, bu kez Abbasiler yıkılmaktan kurtulamamışlardır.

"Böylece İslâmiyyet tevcihat(idare) ve teşriatında (kanun yapma) din ile dünyayı yekdiğerinden ayrılmaz iki unsur hâlinde kaynaştırmış oluyordu. Şu halde İslâmiyyet arz ve sema âlemini tek bir nizam ile tevhid esasına irca eden ferdin vicdanında ve sosyal hayatın içinde yaşayan bir sistemdir... O hiçbir sistem ve nizamın veya başka bir kuvvetin tesiri altında değildir. Kendi kendisinin hâkimi, efendisidir. Bu din sosyal hayattan uzak kaldığı müddetçe cemiyete istikamet veremez. Onu sosyal hayatından uzak tutan, ictimâî nizam ve kanunlarnda onunla hükmetmeyen, yani, tedvin ettikleri kanun ve nizamları şeriate aykırı olan müslümanlar müslüman sayılmazlar. Ve o cemiyyet İslâmî bir topluluk değildir. Onlara İslâmiyyetin sadece ibadet ve gelenekleri kalmıştır."(Giriş S.17)

Kurduğu önermeler silsilesine göre Kutub, yukarıdaki analizinde İslâm'ın sistem algısına uygun bir sonuca ulaşırken gerçekten samimiydi. Fakat bu samimiyet ona Müslümanların Müslümanlıkları hakkında hüküm verici, tasnif edici ve hatta tekfir edici bir mevkii vermez, vermeyecektir de. Çünkü;"sadece ibadet ve gelenekleri" kalan insanlar kendilerini müslüman olarak tanımlıyor ve bunda ısrar ediyorlardı. Aksini ikrar etmedikleri sürece, onların müslümanlıklarına dair hüküm vermek ne Kutub'un ne de başka bir mütefekkirin hakkı olabilir. Nitekim Haricilerin Hz. Ali'yi şehit etmelerinde bu ve benzeri mantıksal çıkarımların etkili olduğunu hatırlatmamızda fayda vardır.

Hiçbir müslüman keyfi ölçülerle İslâm'ın emir ve yasaklarını uygulamamazlık yapamaz. Kutub'un bu minvalle Türkiye'de yaşayan insanları da laik sistemle yönetildikleri üzere müslüman telakki etmemesi de mümkün olabilir. Aşağıda inceleyeceğimiz üzere Türkiye'yi ve Türkiye Müslümanlarını hatırlamayan Kutub, muhtemelen bu bakış açısıyla yaptığı analizin sağlam olmadığının farkında değildir. Nitekim kendi dönemi Mısır'ı da şeriatle idare ediliyor değildi. Bu mantıkla kendisi de Müslüman sayılmamalıydı ve Mısır'ın halkı da İslâmî topluluk değildi. Oysa Kutub sistemin değişmesi için mücadele verdiğine göre kendisi Müslümandı.

Günümüz Mısır'ı, Afganistan ve Suudi Arabistan, şeriatle idare edildiğini vurgularken, o ülkelerin idarecilerinin ve halkının Müslüman olup olmadığına dair kesin bir kanaat serdetmek mümkün olmayacağı gibi, Müslüman olduklarına dair söylemlerine de itibar etmekten başka çaremiz yoktur. Şeriatle idare ediliyor olmaları onların İslâmî kıstaslara tam olarak uyduğu anlamına gelmediği gibi, başka ülkelerdeki müslümanların laik sistemde yaşıyor olmaları onları müslümanlıktan uzaklaştıramaz. 

Kutub'un bu anlamda durduğu yer ne kadar samimi olursa olsun, değerlendirmesi yanlıştır ve bu değerlendirme hataları sonraki nesillere müslümanları daha kolay 'tekfir etme' fırsatı(!) vermiştir. Bu da birleşmeye değil tefrikaya hizmet eden bir duruştur, tepkidir. Fakat herhalde Kutub, insanların dikkatine şiddet yöneltmek amacıyla onların Müslümanlık formlarını sorgulama gereği duymuştur. Onu bu meyanda taklit etmek ne kadar doğrudur, tartışılmalıdır.

"Şu muhakkaktır ki;İslâmiyyette ibadet sadece hususî bazı hareketlerden ibaret değildir. Hayatta Allah rızâsına uygun ferdî ve sosyal bütün davranışlar ibadettir..." (Giriş S.19)

İbadet mevzuunda, her söz söyleme gücüne sahip müslümanın serdedeceği fikirlerin aşamayacağı bir ibadet tanımı yapan Kutub, İslâm'ın özüne uygun tesbitleriyle de saygın yerini neden koruduğunu göstermektedir.

"İslâm'da ruhbaniyyet veya kul ile Allah arasına girmek yoktur. Her müslüman ister uçsuz bucaksız bir sahrada, ister deniz ortasında bir yerde olsun, tek başına bir ferd olarak hiçbir aracı bulunmadan Allah'a ittisal edebilir. Müslüman lider, velâyet kuvvetini hiçbir zaman Allah'ın kendisine tahsis ettiği bir pâyeden veya ruhanî aracılığından almaz. Ancak İslâmî şeriati mana ve tatbikatiyle tamamen müsavi şartlar altında âzamî bir dikkat ve adaletle idare ettiği İslâm cemaatinden alır. Hiçbir din adamının müslümanlar üzerinde hususî bir tasarrufu yoktur."(Giriş S.23)

Dilindeki belagâti cesur çıkışlarla güçlendiren Prof. Kutub, bu değerlendirmesiyle de yıllarca tasavvuf erbâbının tepkisini çekmiştir; çekmeye devam etmektedir. Kutub Kur'an'dan aldığı güçle haklı bir tesbit yaparken "Müslüman lider, velâyet kuvvetini hiçbir zaman Allah'ın kendisine tahsis ettiği bir pâyeden veya ruhanî aracılığından almaz. Ancak İslâmî şeriati mana ve tatbikatiyle tamamen müsavi şartlar altında âzamî bir dikkat ve adaletle idare ettiği İslâm cemaatinden alır." diyerek, liderlik vasının nasıl elde edileceğine dair net bir çerçeve çizmiştir. 

Bugün Müslümanlar üzerinde velayet ve elverme gibi zincirleme vesayetlerle tasarrufta bulunan kişilerin dayanaksızlıklarını ve onların bu şekilde İslâm'a aykırı davrandıklarını ortaya koymaktadır. Kabala etkisiyle şeyh-mürid ilişkisi çerçevesinde yeni bir din gibi ihdas edilen mekanizmaların İslâm'da yeri yoktur.

Kutub, kendilerinden menkul hususî mülahazâlar dışında herhangi bir değerli ayrıcalığı bulunmayan mürşidlerin/şeyhlerin önüne de set koymaktadır:"Hiçbir din adamının müslümanlar üzerinde hususî bir tasarrufu yoktur." 

Kutub'tan yıllar sonra Dünya'nın her yerinde tarikat ve cemaatlerde tesis edilen vesayet ile İran'da Humeyni'nin kurduğu velayet sisteminde hayatın tümünü kapsayan -Kur'an'da dayanağı olmayan- tasarruf yetkisinin ne şekilde kullanıldığı ve kullanılacağına dair analizler için yeterli malzeme bulunabilecektir. Kutub, Sahih İslâm kaygısıyla, geçmişi 9.,10 . ve 11. yüzyıla kadar uzanan sünnî bozunma ile yine geçmişi Kufe'ye dayanan şiî bozunmaya da bu şekilde dikkat çekmiştir.

"Hâkim kendi tedvin ettiği bir kanunla değil, ancak ilâhî şeriat ile hükmederek müslümanları suçlandırabilir" (Giriş S.23)

Otoriter sistemlerde otoritenin, demoktarik sistemlerde meclislerin sık sık değiştirdikleri kanunlarla insanları yargılamalarının sakıncalarına dikkat çekmektedir Kutub. Nihayet süregiden zamanda Türkiye örneğinde olduğu gibi Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin kanaat ve kararlarıyla meclis'in yetkilerini de sınırlandırdığına, tavsiye ve örnek kararlarla kanun koyma hakkı elde etmeye çalıştıklarına dikkat edilirse Kutub'un bir cümleye sığdırdığı büyüklüğün ne kadar yıkıcı olduğu rahatlıkla farkedilecektir. Oysa İlâhî şeriatın değişmesinden söz edilemez ve bu değişim hakkı herhangi bir kurum ve heyete bırakılmış değildir.

Sosyoloji, siyâset ve devlet idaresi gibi birbirine bağlı ancak birbirinden farklı alanlarda doğaçlama tesbitler yapmaya çalışan Kutub, din adamları ile devlet adamları mukayesesine girerken daha dikkatli olmayan bir söylem içine girdiğini yine farketmez.

"Şu hâle göre cemaat üzerindeki maddî ve manevî tasarrufları bakımından din adamları ile devlet adamları arasından en ufak bir çatışma yoktur. Çünkü İslâmiyyet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi iki zümrenin arasını açacak ruhanî ve idarî bir tasarrufa yer vermemektedir.(Giriş S.23)

Din adamlarının maddî-manevî tasarruflarına dair çekinceler koyan Kutub, bu tasarrufların varlığının çoğunlukla cemaatten güç almadığını bilmekle birlikte, tasarruf yetkisini din ve devlet adamları arasında taksim etmekte, dağıttığı bu yetkiler arasında bir karmaşa olamayacağını İslâmî hassasiyetlere bağlamaya çalışmaktadır. Acaba Kutub 'Müslüman lider'den neyi kastetmektedir? Devleti idare eden lideri mi, din adamı olan lideri mi? Eğer bu ikisini birbirinden ayırıyorsa iki ayrı hâkimiyet ve tasarruf alanından söz ettiği kesindir.

Kutub, taraflar arasında çatışmadan değil uyumdan bahsettiğine göre, İslâmî devlet kriterleri din adamlarına ayrı, devlet adamlarına ayrı hüküm alanları mı ayırmaktadır? Bu ayrım laiklikle ilgili bir çağrışım yapmakta değil midir? Bu eğer böyleyse İlâhî şeriate uymakla mükellef olan iki ayrı tasarruf yetkisi sahibi makam/kişi neden olsun? Kutub kendisi, içinde yaşadığı devlete din adamlarının veya kanaat önderlerinin birer tehdit olmadığı güvencesi vermekte değil midir? Oysa Mısır o tarihte İlâhî şeriatle idare ediliyor değildir ve çatışma kaçınılmazdır.

Kutub, Hıristiyanlıktaki ruhâni ve idârî tasarruf çatışmasını örnek verirken de aynı endişeyi taşımaktadır. Fakat yine burada daha önce ifade ettiği "Böylece İslâmiyyet tevcihat(idare) ve teşriatında (kanun yapma) din ile dünyayı yekdiğerinden ayrılmaz iki unsur hâlinde kaynaştırmış oluyordu." tesbitine aykırı bir durum ortaya çıkıyordu. İslâm'da kaynaşmış iki unsur üzerinde birden fazla tasarruf yetkisinden söz edilebilir miydi? 

Prof. Kutub asrı-saadet sonrası geleneksel İslâm toplumlarına özgü bir pencereden bakıyordu: Halife ve Halifeye karşı İmamlar. Halife, Kur'an'ın koyduğu kanunlara uyduğu sürece imamların ona karşı bir tasarruf hareketine girmeyeceğini, aksi halde İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Emevi halifeleri arasında yaşanan çatışma benzeri çatışmaların ortaya çıkacağını düşünmekteydi. 

Ne fayda ki; bu durum Hıristiyanlıktaki gibi iki zümrenin arasını açmaktan başka bir şey değildi. Sorun cemaat-topluluk üzerindeki tasarruf yetkilerinin paylaşılmasından kaynaklanıyordu ve bu paylaşımdan kaynaklanan çatışmalar idârî sistemlerin tümünde vardı. İslâmî yönetimler bundan uzak kalamamışlardı, kalmayacaklardı da. Herhangi bir tasarruf yetkisi umumîden hususîye dönme istidadında ise çatışma olmaması mümkün değildi. Bazen din adamlarının tasarrufu, bazen de devlet adamlarının tasarrufu hususîye dönüşüyor ve iki zümre sürekli çatışma hâlinde bulunuyorlardı.

Emeviler'den başlayarak Osmanlı'ya kadar Halife ile Şeyhülislam-ulemâ arasındaki tasarruf çatışması devam etmiştir. Kaynaşmış iki unsur üzerindeki tek tasarruf yetkisi dört halife'den sonra ortadan kalkmıştır. Kutub o döneme olan özlemi ile o dönemden sonra yaşanan çatışmalar arasında kalakalmıştır.

Prof. Seyyid Kutub, İslâm'ın ilime ve ulemâ'ya bakışını diğer dinlerle ve sistemlerle yaptığı mukayeseden sonra şöyle izah etmektedir:

"İslâm hiçbir zaman ilmin ve âlimin düşmanı olmamıştır. Bilâkis ilim tahsilini ibadet mertebesinde dinen farz kılmıştır..."(Giriş S.23)

İslâm'ın sosyal adaletin tahakkuku için taşıdığı sistematik yeterlilikle ilgili tesbitini ise, Hıristiyanlık ve komunizm arasındaki çatışmadan uzak tutar:

"Keza sosyal adaletin tahakkuku için Hıristiyanlıkla komunizm arasında vâki' düşmanlığın hakiki sebeplerinden hiçbirini İslâm ile ona karşı duran kuvvetler arasında bulmak mümkün değildir..."(Giriş S.26)

Kitabını telif ederken sık sık düştüğü dalgınlığa burada da düşmektedir sevgili Kutub. Bir çok yerde Hıristiyanlıkla kapitalizmi özdeşleştirirken daha sonraki bölümlerde, aslında batının hiçbir zaman Hıristiyanlığı hayatı düzenleyici bir din olarak almadığını iddia edecektir. 

Bu dalgınlığına rağmen Kutub'un yaptığı bu tesbit yerindedir ve ancak 1989'da SSCB ile komunizmin 2008'de de kapitalizm'in yıkılışından sonra, faizsiz bankacılıktan yola çıkılarak İslâm'ın özgünlüğüne yapılan batı kökenli vurgular onun haklı olduğunu gösterecektir. Kutub'un sürekli arzuladığı ve belirttiği gibi -diğer iki sistem çökerken- İslâm dimdik ayaktadır ve tek alternatif olarak varlığını korumaktadır.

Soğuk Savaş'ın henüz başladığı yıllarda taraf olmakla olmamak arasında kararsız kalan, bağımsızlığını -güyâ- henüz kazanmış bir devlette yaşamanın zorlukları vardır. Laiklikle hayatını ve kanunları dinden uzaklaştıran Avrupa'ya ve işçilere hak tahsisi yaptığını iddia eden demir perde ülkelerine özenen devlet adamı, grup ve örgütlere karşı kusursuz bir duruşla cevap vermektedir Kutub:

"Eğer Avrupa, dini, genel hayatından uzaklaştırmaya mecbur kaldı ise, biz Müslümanlar aynı yolda yürümeye mecbur değiliz. Keza Komunizm sözde işçi sınıfının haklarını korur görünmek için dine olan düşmanlığını alenen izhar ediyorsa bu şuursuz davranışa uymaya mecbur değiliz.."(Giriş S.27)

İslâm'ın korunmuş kimliğine yapılan saldırılar karşısında da aynı kararlı,vakûr duruşunu muhafaza etmiştir ve beşerî sistemlerin değişebilirliğine çektiği dikkat büyük bir maharet işidir:

"İslâm; bu kâinâtı, ondaki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihî tekâmülün, getireceği sosyal, iktisâdî ve fikrî inkılâpların neticelerini en dakik olarak hesabedib ve bunu herkesten daha iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiş bir din'dir"(Giriş S.28)

İslâm'da Sosyal adalet mantığını izah ederken de soğukkanlı bir Kutub vardır ve taklitçiliğe karşı acımasızdır. Sosyo-ekonomik sorunların çözümünde İslâm'a özgü/İslâm'n temel kıstaslarına uygun teroriler üretemeyenleri suçlar, köksüz- kopya teorilerle müslüman bir toplumda gerçekçi çözümlere ulaşılamayacağını haber verir:

"Sosyal bir dini, taabbudî(ibadete dair) bir uzlete(yalnızlığa) terk ederek İslâmî şeriatin modern hayata intibak kabiliyetini bilmeden, dini esasa dayanan devirlerden bizi ayıran sebeplerin tesbitine çalışmadan, körü körüne garb'den aldığımız bu köksüz teoriler, İslâm cemiyyetlerinin organik bünyesinde gelişmediğinden İslâm'ın tabiatiyle asla bağdaşmaz. Bu hal, dinin sosyal nizamını ihtiva eden esasları hakkındaki cehaletimizin, aynı zamanda işbu eski ve köklü kaynaklara karşı gösterdiğimiz şahsî ve fikrî tembelliğimizin neticesi olarak, hayatı dinden ayıran Avrupa'yı gelişigüzel taklitten başka birşey değildir" (Giriş S.28)

Ve Prof. Seyyid Kutub Giriş için Kapanış'ta eskimeyen bir tesbitle sorunlar yumağında boğulan insanlığın karşısına geçer ve 'kendi kurtuluşları için' insanları, müslümanları İslâm'a, İslâm'ı araştırmaya davet eder:

" İslâmiyyet enternasyonel bir dâvet ve umumî bir nizamdır. Biz bu sözlerimizle insanları,tarihî hakikatlerden ayırarak mânasız bir taklide dayanmadan evvel islâm'ın beka kudreti ve selâhiyetinin gün ışığına çıkması için bu umumi esasları bu eski ve zengin hazineleri araştırmaya dâvet ediyoruz. Bu davete icâbet etmediğimiz gün kendimizi tamamen kaybolmuş bir şahsiyetle medeniyet kafilesinin çok gerisinde buluruz".(Giriş S.29)

_______0_______

İslâm'da Sosyal Adalet Mefhumu

"İslâm'ı bir kül olarak mütalâa edersek 'sosyal adalet' İslam'ın bir cüz'ü olur. İslâm, insan hayatını tanzim ederken mes'eleleri birbirinden ayırarak onları muvakkat, acele bir takım hal çarelerine bağlamaz."( S.30)

Evet, İslâm bütünleştirici zenginliğiyle vardır ve mutlaktır. Kutub, sosyal adaleti İslâm'ın bir cüz'ü saymakla birlikte en önemli cüzlerinden biri olarak yüceltir ve sistemin tümünü neredeyse sosyal adalet mekanizmasına bağlayan bir anlatım sürecine girer. Zaten İslâm sosyal adalet vaadiyle öncelikle daha çok yoksullardan taraftar bularak gelişmiştir. 

Ki; sosyopsikolojik sorunlara karşı İslâm'ın alternatifsiz oluşu da bundan dolayıdır. İsyanların, fikrî ve bedenî çatışmaların beşerî mazisinde, hâlde ve istikbâlde genel etken-ilk muharrik sosyal adalettir. Batı medeniyetinin muharref Hıristiyanlığı terkederek ve Kilise egemenliğine karşı durarak yükselmesinde, vaadettiği ve kısmî olarak gerçekleştirdiği sosyal adalet vardır.

"İslâm'ın insan, hayat, kâinat hakkında mütekâmil ve umumî bir görüşü vardır. Ele aldığı ahkâm, ibâdete ve muamelâta müteallik büyük küçük bütün mes'eleleri bu umumî ve mütekâmil zaviyeden tetkik ederek onlara istikamet verir."

21. yüzyıl İslâm algısındaki farklılıklar, Kutub'un dikkat çektiği genel ve tamamlanmış islâm bakışının parçalanmasından kaynaklanmaktadır. Bu bakış parçalanmıştır; çünkü, kendi zâviyesinden bakmayanları 'tekfir' eden parçacık analizcileri vardır. Bütünü ihmal eden bu bakış, farkında olsun veya olmasın müslümanları dayatmalarla tahrik etmeye ve ayrıştırmaya yönelik sonuçların çıkmasına çalışmaktadır. 

İslâmcılık temelli faaliyetlerin mikroanalizci ve fakat bütünleştirici olmayan bakışlarına Kutub'dan destek bulmaları yanlıştır, Kutub'u yukarıdaki söylemi dışında alıp bir teorisyen olarak kullanmaları da büyük bir haksızlıktır. Kutub sonradan üreme 'İslâmcı' değildir; İslâm Ruhu'ndan bahseden bir mütefekkirdir.

"Hakikî İslâm felsefesini İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi ve emsâli kimselerin İslâm Felsefesi diye ortaya attıkları felsefede aramamak lâzımdır. Zira bu zevâtın ortaya attıkları felsefe İslâm'ın ruhuna tamamen yabancı Grek Felsefesinin gölgesi mahiyetindedir" (S.30)

İslâm Felsefesi analizleri Kutub'un saydığı isimlerle zikredilerek yapılmaktadır. Oysa samimi bir yaklaşımla ve Kur'an eşliğinde 'İslâm Felsefesi' diye dayatılan alana baktığımızda Kutub'un ne kadar haklı olduğunu teslim ederiz. Gazali'nin felsefe'nin tutarsızlığına dair çalışmaları genellikle Farabî ve İbn-i Sina'nın antik yunan felsefesine yaptığı şerhlere ve onaylama süreçlerine karşıdır. İbn-i Rüşd ilk iki ismin tarafında ve geleneksel grek felsefesinin savunuculuğunda Gazali'nin tutarsızlığını kanıtlamaya çalışır. 

Akaid'in temel alanlarında İslâm'a aykırı sonuçlara ulaşan bu üç düşünürün ürettiği felsefenin İslam'la ilgisi olmadığını Kutub büyük bir dirençle anlatmakta ve İslâm Felsefesi'nin temel iki kaynağı dışında kaynağı bulunmadığını ifade ederek grek felsefesinden beslenen felsefeyi İslâmî saymamaktadır:

"İslâmın felsefe olarak asil ve mütekâmil fikrini nazarî esaslarda aramak lâzımdır. Bu da ikidir;Kur'an-ı Kerim ve Hadîs-i Şerif"(S.31)

İslâm Felsefesi'nin ne olmadığını izah ettikten sonra nefis bir tanımlılık ve sınırlılık kompozisyonu çizerek İslâm'ın fikir sistematiğini yeni bir isimle isimlendirerek çelişkilerden arındırır ve şöyle cevap verir:

"İslâm, yaratılan ile yaratan; kâinat, hayat ve insan; insan ile nefsi; fertle cemiyet;fertle devlet; bütün insan toplulukları ve nesiller arasındaki rabıta ve al3akaları ele alarak bunları toplu ve kullî bir fikir bütünlüğüne irca eder. İşte bu bu fikrî bütünlük İslâm Felsefesi'nin kendisidir. Ben bunu kendime göre şöyle isimlendirdim: İslâm Fikriyâtı."(S.31)

Ve Kutub, İbn- i Sina, Farabî ve İbn-i Rüşd'ün yaratılışla ilgili antik yunan felsefesini temel kabul eden önermelerinin ve teorilerinin - zamanın başlangıcı ile evrenin yaratışı ve Allah'ın cüzleri bilip bilmeme tartışmaları- kökünü kurutan bir önerme ile Kur'an'ı kaynak ve otorite kabul ederek son noktayı koyar:

"Yaratan ile yaratılan arasında madde ve kuvvetten ibaret hiçbir vasıta yoktur. Mutlak irade ile herşey direkt olarak vücut bulur. Ve bu mutlak irade ile muntazam seyreder, hayatı muhafaza edilir." (S.31)

İnsan'ın Allah'ın emirlerine karşı durarak kendilerine ait beşer kökenli sistem kurmaya çalışmalarına dair örnekler aktaran Prof. Kutub, Batı medeniyetinin kuruluşunda kilise ile olan çatışmalardan sonra psikoloji-parapsikoloji, fizik-metafizik gibi alanlar üretildiğini ve bu alanların birbirinden bağımsız bir şekilde ayrıklaştırıldığını ve hâkimiyet bölgeleri oluşturulduğunu yeni türlerde çelişkiler üretildiğini şöyle anlatır:

"İnsaniyet asırlar boyunca tabiat ve insan kuvvetleri hakkında şümullü bir fikre varamamış, ruhî ve maddî kuvvetleri birbirinden ayırmaya devam etmiş, birini isbât için diğerini inkâr etmiş, aralarında bir zıddiyet belirdiği zaman ise her ikisininde varlığını kabul etmiştir. Bu iki kuvvet arasında bir ihtilâf varmış gibi bir takım nizamlar vaz' ederek birinin hâkimiyetini diğerinin zaafiyle izah etmeye çalışmıştır." (S.36)

Onlara karşı İslâm'ın bütünleştirici keyfiyetini de bir antitez olarak ortaya koyar:

"İslâmiyyet; arz ve zemayı tabiat kanunlarında, dünya ve ahireti dini nizamda, ruh ve cesedi insan nizamında, ibâdet ve ameli hayat nizamında birleştirerek hepsini tek yola irca etmek için gelmiştir."(S.37)

"İslâm, bu kâinatın bütün kuvvetlerini birleştiren bir dindir. Şüphe yok ki; o birlik İlah Birliği dinidir"(S.39)

Kutub yine bazen Hıristiyanlıkla kapitalizmi karıştırsa da- ki karıştırmasında da haklı olduğu yönler vardır; Hıristiyan misyonerler daima kapitalizmin yayılma aracı olarak kullanılmışlardır- Kapitalizm'in ve Komunizm'in insanın ruhsal ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini söyler, buna karşılık İslâm'ın bir bütün olarak hem maddi hamde manevî ihtiyaçlara karşı kusursuz bir sistem olduğuna dikkat çeker. Kapitalizm ve Komunizm bugün görüldüğü üzere sosyal adaleti sağlayamamıştır; yolsuzluklar ve yoksulluklarla mücadele edemeyen SSCB çökmüş, dağılmış, 2008'de finansal yapısı çöken Amerika nüfusunun altıda birine sosyal haklarını verememiş ve onlara sağlık hizmetlerini ulaştırmak için 2009 yılı Temmuz ayında kongresine sağlık reformu tasarısı sunmak zorunda kalmıştır. Çin'de vatandaşlarına karın tokluğuna kapitalizme uşaklık ettirerek ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Altmış yıl önceki Kutub'u dinleyelim:

"Fakat İslâm, insanı, ruhî arzularını cismânî meyillerinden ayırmadan tam bir birlik hâlinde mütalâa eder. Onun maddî ve manevî ihtiyaçlarını hiçbir zaman birbirinden ayırmaz. Kâinat ve hayata içinde en ufak bir ayrışma ve çatışma olmayan şümullü bir görüşle bakar. Bu yol İslâmı, Hıristiyanlıktan ve Komunizm'den ayıran yoldur."(S.41)

Bencillik ve cimrilik gibi sosyal adaletin tesisini engelleyen iki büyük ruhsal hastalığın farkında olan ve bu hastalıkların tedavi reçetelerini içinde barındıran İslâm'ı tefsire gerek duyulmayacak bir açıklıkla anlatır Kutub. Haklıdır da; kapitalizm fırtî bencilliği ve cimriliği kökünden tepesine kadar beslerken Komunizm bu türden vasıfları ezer ve fıtrata aykırı bir bütünlükte yoketmeye veya belirli bir alt seviyeye indirmeye çalışır. Fakat İslâm:

"İslâm, nizam ve şer'î hükümlerini vaz' ederken ve insana talimat ve emirlerle istikâmet verirken insandaki fıtrî bencillikten ve köklü bir cimriliğin varlığından gafil değildir. Lâkin o fıtrî bencilliği ve cimriliği şer'î ahkâm ve talimat ile tedavi ve islah eder" (S.42)

İnsanlığın büyük acılarını anlatan efsanelere,öykülere, şiirlere ve tarihe baktığımızda ve özellikle hürriyet-hak davalarına dikkat ettiğimizde adaletsiz kanun ve tutumların ürettiği psikolojik ve sosyolojik sorunların ulaştığı boyutları teşhis edebiliriz. Bireyin toplum üzerinde ve toplumun birey üzerindeki zulmüne şöyle bakıyor Kutub:

"Ferdin cemiyyet üzerindeki adalete aykırı emel ve arzuları ictimâî zulüm sayılıyorsa; keza cemiyyetin fert üzerinde onun fıtratı ve gücü hilafına davranışlarını da icrimâı zulüm saymak icâbeder. Bıu sadece fert için bir zulüm değil, aynı zamanda cemiyyet için de bir zulümdür"(S.42)

İslâm'ın temel yardımlaşma felsefesini ortaya koyarken de 11 Eylül 2001'i görür 1949'da Kutub ve ta o zamandan cevap verir İslamofobi ve terör pompalarına:

"İslâm nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harb ve düşmanlık değildir" (S.42)

Maalesef, yüksek ahlâk sahibi İhvân- ı Müslimin, Mısır'da Kutub'un asılarak şehit edilmesinden sonra, binbir entirika ile bulaştırıldığı silahlı mücadeleden uzakta kalamamıştır. Aslında Kutub'un asılmasına karar verilmesi de bunu sağlamak içindir.İnsanların ruhuna ve zihnine hitâbeden bir cemaat insanların eline silah verecek hâle getirilmiştir. Bu süreç 70'li yıllarda yeni bir oyunla dönüştürülmüş, Mısır Anayasası'na İhvan'ın hedef olarak belirlediği 'Şeriat'ın Egemen Kılınması' davasına ket vurmak için Şeriat vurgusu konmuştur. Sonuç değişmemiş; İhvânı-ı Müslimin bir asra dayanan mâzisiyle Mısır'da yeni bir nesil dönüştürememiş, aksine marjinal bir silahlı örgüte benzetilmeye çalışılmıştır.

Komunizm'in insanların eşitliğini sağlamaya yönelik hedeflerine karşılık, dönemin en güçlü ve sağlam sesi, kendisinden çok sonrasına ışık tutmaktadır:

"İslâm nazarında değerler, çok ve birbirlerine bağlı durumda olduğundan hepsinde adalet kolaydır. Bu sebeple fıtrat ve istidat farklarının tabiatına zıd bir iktisadî eşitliğe yer vermez. Çünkü; bu yolda eşitlik, yüksek ve hârika istidatların gelişmesine mâni' olur. Zayıf bir istidatla hârika istidatın musavi muamele görmesinden, hârika zekâ sahiplerinin hem kendilerine hem cemiyyete hizmeti noksanlaşır" (S.43)

Müslüman ülkelerde sömürgeci güçlerin oluşturduğu travmatik eğitim süreçleri -demokratik olsun olmasın- insanları fırsat eşitliğinden uzaklaştırılmış, mevcut sistemlerin yürütülebilmesi için gerekli olan tek tip insan yetiştirme gayretleri devam etmiştir. Kutub buna da karşı çıkar ve der ki:

"Bünyevî, fikrî ve ruhî kabiliyetleri inkâr etmek münakaşa götürmez bir hatadır. Millet ve insanlığın zararına olarak onlaır kabiliyetsizlerle bir tutmak suretiyle istidatlarının önünü keserek, çalışmalarına mâni' olmak değil, son anına kadar işbu kabiliyetlerin semerelerini vermelerine imkân tanıyarak en faidelisini alıp, bil'akis cemiyetin istifadesine sunmak lâzımdır."(S. 44)

Tarafgir ve partizan tutumlarla baskı altına alınan düşünür ve kâşiflerin önlerinin tıkanması, üniversitelerde zeki gençlerin engellenerek torpil mekanizmasıyla yeteneksizlerin önünün açılması gibi bize çok da yabancı olmayan bir dayatmayı anlatırken de gerçekçidir. Kazançta/malda eşitliğe bakışı da ütopik değildir:

"Çalışılarak kazanılan mal ve servetin -haram yolla kazanılmaması şartı ile- İslâm, malda tıpatıp bir eşitliği farz etmez.Zira malın kazanılması istidata tâbiidir ki; bu da eşit değildir. Mutlak adalet rızıkların değişik olmasını muktezi kılar."(S.44-45)

Diyen Kutub, büyük bir sukûnet ve güven duygusuyla, modern hukuk'un ve modern siyâsetin yerleştirmek istediğini söylediği en büyük adalet mekanizmasını da İslâm'ın kapsayıcı tümel bünyesinde izah eder.
_______0_______

İslâm'da Sosyal Adaletin Esasları

"İslâm nazarlarını insan hayatına çevirince sosyal adalet, insanî adalet hâline gelmiştir. Haddizatında, hayatî değerlerin maddî ve manevî olduğunu kabul etmiş, yalnız maddî değerler üzerinde durmamış, insanlığı ayrışan ve çatışan bir kitle olarak değil anlaşan ve sevişen bir bütün olarak mütalâa etmiştir...(.)...İslâm'ın gerçekleşmesi için çalıştığı bu gaye ne fert ne millet ne de bir nesil içindir; bütün insanlık içindir."(S.46-47)

Kutub'un İslâm'ın Evrensel Vizyonu'nu ortaya koyarken takındığı tümevarımcı tutum onun kavramlar üzerindeki akıl zamanlarına dikkatimizi çekmektedir. Kendi zamanı ve aklının zamanına:

"İslam adaletinin dayandığı esaslar şunlardır: Mutlak vicdan hürriyeti, insanlar arasında tam eşitlik, Sağlam sosyal tesanüd." (S.47)

Kişisel gelişim, başkalarına saygı ve dayanışma. Birey toplum ve devlet üçgeninde sosyal adaletin tesis edilebilmesindeki en temel ölçeğin hür irade beyanına sahip olmakla ilişkili olduğunu söyleyen Kutub, hür olmayan bir vicdanın sosyal adaletin tesisine değil, tam aksine ortadan kaldırılmasına hizmet edeceğini düşünür. Ve bu özgürlük bilincine insanlığın tümünü eşit kabul ederek genişlik kazandırır. Tasavvur ettiği özgür birey ve sosyal zemine ulaşılmasından sonra dayanışmanın mümkün olabileceğine inanır.

Ona göre vicdan Hürriyeti ile adalet arasındaki ilişkinin tesisi için gerekli olan temel şey kanun değil bilinçlenmedir:

" Ferd şuurunda yerleşmeyen adalet kanunla sağlanmaz."(S.48)

Otokontrol mekanizmaları gelişmiş bir yetişkinin kurtuluşa erişmiş olduğunu düşünür Kutub:
"Eğer insan fıtratında gizlenen kuvvet serbest olduğu halde kendini sefil eden şehvet ve zaruretlere karşı gelecek yolu bulmuş ise bu yol en salim en doğru yoldur"(S.49)

İktisadî hürriyeti, vicdanî hürriyetin varlığına bağlayarak da klasik çatışmalara kendine göre bir bakış açısı geliştirmiştir. Kısıtlılıklarla örülen toplumda psikososyal çatışmalar, psikolojik travmalar yaşanacak ve sosyal adalet gelişmeyecektir:

"Cemiyyette vicdânî hürriyet olmadıkça iktisâdî hürriyetin mevcudiyeti mümkün değildir. Zira zamanla başka tazyikler ârız olur. Bunlar kanunların dahi mukavemet edemeyeceği fıtrî kabiliyetler, meyiller ve zarurî tazyiklerdir. Fıtrî kabiliyetleri kısılmış bir fert diğer kabiliyetlerle boy ölçüşemeyeceği için kanunların sağladığı eşitlik içinde çalışma hırsını kaybeder" (S.49)

"Üstün kabiliyetli bir kimsenin mutlak eşitlik kanununa karşı koyacağına şüphe yoktur. Karşı koyamazsa, o kanuna karşı kin ve nefret besler. Zamanla ileri zekâsı körelir, kabiliyetleri söner, verimi azalır."(S.49)

Yerinde teşhis ve tesbitlerinden sonra Prof. Kutub, temelden çözüm için gerekli olan ışığı eliyle havaya kaldırır:

"İslam, beşerî vicdan hürriyetine, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, ondan başkasına başeğmemekle başladı"(S.50)

Ve aslında o, insanlık tarihi boyunca insanın İblis'e karşı sürdürdüğü özgürlük mücadelesinin resmini çizmektedir:

"...Kur'an bu inancın tesbit, izah ve tekidine devam eder. Ta ki;insan her türlü takdis, teşrik ve uluhiyyet hakkında en ufak bir şüphesi olmayan beşerî vicdan hürriyetine erişinceye kadar..."(S.53)

Sonra gelir insanlığın özgürlüğünün önündeki en büyük engelleri sıralar, Hıristiyanlıkta ve diğer dinlerdeki ruhbanlık sınıflarını ve insan iradesi üzerine tasarruf yetkisi koyan tüm hükümdarları deşifre ederek, dışlar:

"İslâm'da Allah ile kulları arasında vasıta yoktur. Herkes yaradanına bizzat ittisal edebilir...ondan kuvvet ve cesaret alır...O'nun rahmet,i nayet ve ihsanını düşünerek imanını arttırır"(S.53)

İnsanın diğer egemen güçler, kişiler karşısında vicdan hürriyetini muhafaza edebilmesi ve tüm hayatında bu hürriyetin işaretlerini yansıtabilmesi şarttır ve Kul için en temel araç namazdır:

"Kul her gün veş vakit Allah'a yönelir, bu Allah'ın tanzim ettiği vakitlerde kulun yaradanına ittisalidir." (S.53)

Çeşit çeşit ibadet ve zikir türleri üretenlere karşı Kutub'un önerisi sade ve uygulanabilirdir. Çünkü; insanla Allah arasında aracı yoktur:

"Bir vicdan Allah'tan başkasını takdis ve onu aşırı sevmekten kurtulup Allah'a muttasıl bir şuur ile dolarsa, hayatta istikbal, makam,rızık endişesiyle hasıl olan korku şuuru tesirsiz kalır. Korku şuuru, insana kendini hakîr gösterip, onu zilleti kabule, izzet-i nefsinden ve şerefinden, müktesep haklarından fedakârlığa dâvet eden bir bayağı şuurdur" (S.54)

Korku şuuru gibi bir olguyu somutlaştırıp açığa çıkaran Kutub, analizinin kollarını gidebildiği her yere kadar uzatmaktadır. Kapitalizm ve Komunizm'in insanın insanlık onuruna karşı uyguladığı sistematik taarruzları, İslâm ile karşılamaktadır:

"İslâm ise, şeref ve izzetin sağlanmasına çok titizdir. İnsanı hak ve adaletin muhafazası ile şeref kazanmaya ve onunla iftihar etmeye teşvik eder. Bu ruh ve şuur kanunlarla sosyal adaletin tahakkuku içindir."(S.54)

Sosyal bozunmaların kökenindeki hürriyet zaafının ve köleler hiyerarşisinin sosyal adaletin karşısındaki en büyük tehlikeler olduğunu anlatacaktır:

"Beşer nefsi şirkten, hayatta makam korkusu ve rızık endişesinden kurtulabilir. Sonra zamanla haseb, rütbe, mal gibi ictimâî değerlerin tesirine kapılarak bunlardan birine kulluk ettiği tahakkuk ederse, o değere karşı hürriyetini kaybetmiş, ona sahip olanlara eşit hakları elden gitmiş olur"(S.57)

Köleler hiyerarşisi ve bu köle-efendi ilişkisinde sahiplik analizi de yapmaktadır Seyyid Kutub.Kehf suresi 32-43 ayetleri mal sevgisi -mal sevgisine karşı kaybedilen vicdanî hürriyet- analizinde baz olarak alıyor ve diyor ki:

" Bağ ve bahçeler v.s ile gurur duyan arkadaşı şirkini izhar etmediği halde Kur'an onu müşrik sayıyor ve sonunda şirkini kendisine itiraf ettiriyor...Bu şirk, vicdanda maddî bir değeri Allah ile aynı seviyede tuttuğu içindir. Hakiki mü'min Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaz."(S.59)

Sonra Prof. Kutub siyasetçinin, bürokratın ve zenginin sahipliklerine karşı yitirdikleri hürriyetlerini hatırlatmakta acele eder:

"Kaarun kıssasında mal ve servetten doğan fitnenin yanında iki tip insan canlandırılmaktadır. Birinci tip: bu kıymetlere mağlub olmuş büyük bir aşağılık duygusu içinde zenginin önünde eğilen insan. İkinci tip: iman, izzet, takva sahibi, Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmeyen insan."(S.60)

Korku Şuuru'nun def'i için de önerileri ve uyarıları vardır; dış etkileri kontrol edebilen insan iç etkileri de kontrol edebilmelidir:

"Son olarak beşer nefsi, Allah'tan başkasına mukaddes sayılan şeylere ibadetten ölüm, eza, cefa, fakirlik, harici itibar korkusundan kurtulabilir. Sonra bizzat kendi şehvet ve isteklerine uyarak, yani dış tesirlerden kurtulup kendi iç kaygılaırnın tesirinde zillete düşer. Böylece İslâm'ın istediği büyük insanî sosyal adalet gerçekleşemez."(S.63)

Yoksulluğun inanç üzerindeki etkilerini incelerken de zorunlu ihtiyaçlar hiyerarşisindeki esas maddeye dikkat çekerek en büyük sorunu açığa çıkarır, zaten batının doğuyu aç bırakmasının amacı da bellidir:

" İhtiyaç kadar insanı zelil eden birşey yoktur. Aç karın öyle ulvi mana falan tanımaz"(S.65)

Yoksulluğa karşı İslâm'ın aldığı tedbirlerini izah ederken de, zekat müessesesi ve vergi ilişkisi ile sosyal adaletin ince tezahürlerini işleyerek tasavvur ettiği Devlet'e görev verir:

"Zekât, devlet tarafından alınır. Onunla fakir müslümanların zâtî ihtiyaçları karşılanır. Bu suretle nefsin şerefi ve izzeti muhafaza edilir."(S.66)

Hemen sonra hiç vazgeçmeden sosyal adaletin vicdan hürriyeti ile ilişkisini hatırlatır:

"Kâmil bir insan hürriyetinin olmadığı yerde zillet, sefalet ve kölelik âmillerine karşı koymaya imkân yoktur. Böylece sosyal adaletten nasibini alamayan bir cemiyyet, bu adalet verildiği zaman onun mükellefiyetlerine tahammül edemez."(S.67)

Ona göre toplumların zihinlerine ve alışkanlıklarına yerleşmiş bulunan bilinçsizlik adaletle ilgili gereklerin uygulanmasında yeterli fertler bulmaya engel olacaktır. İnsanlığın eşitliği'ni anlatırken evrensel insan hakları beyannamesi gibi materyallere nakşedilen modern beşer standarlarını yetersiz bulduğunu ifade etmekten de geri durmaz:

"İslâm, milliyet ve ırk taassubundan tamamen uzaktır. İslâm'ın eriştiği bu eşitliğe, garb medeniyyeti henüz ulaşamamıştır."(S.72)

Sosyal dayanışma- ictimâî tesanüd- bahsinde,ç ok isabetli tesbitler, batı psikolojisi ve sosyolojisi ile taklitçi Müslüman ülkelerin sosyoekonomik yapısına göndermeler yapar:

"Herhangi bir kayıd veya şartla hudutlu olmayan, mutlak eşitliğe dayanan bir vicdan hürriyeti, ferdi ve bağlı olduğu cemiyyeti mahveder. Aynı zamanda ferdi, sonsuz ve hudutsuz mutlak bir hürriyete herşeyden dilediği gibi istifâde imkânına götüren bir hayat asla istikâmet bulamaz."(S.84)

Bireysel özgürlükler ve sosyal sorumluluklar arasındaki kopukluğa değinir ve sivil toplum örgütleri vs. gibi topluluklara sorumluluklarını hatırlatarak, İslâm'ın emirlerini sıralar:

"İslâm...ferdin hürriyetleri mukabilinde yüklendiği mesuliyetleri ve bunun yanında, mükellefiyetleriyle ferd ve cemiyyete şâmil sosyal mesuliyetleri de ikrar eder.."(S.84)

Kutub, psikolojik, sosyolojik durumlar ve uluslararası ilişkiler ile eğitim politikalarının tutarlı ilişkilerinin sosyal dayanışmanın vazgeçilmez şartları olduğunu belirtir, dayanışma bilincini sonraki nesillere taşıyacak olan bir eğitim sürecinden bahseder:

"İslâm sosyal tesanüdü her şekliyle açıklamıştır. Biz bu tesanüdü fertle zatı arasında, fertle yakınları arasında, fertle cemiyyet arasında, millet ve milletler arasında, bugünkü nesille gelecek nesiller arasında olarak mütalâ edeceğiz.."(S.85)

Kutub tekrar başlangıca, bireye dönerek otokontrol mekanizması ile nefse karşı iradenin rolü üzerine değerlendirmeler yapar:

" İnsan nefsinin murakıbıdır. Sapıtırsa doğru yola sevkeder. Ona meşru haklarını verir. Hata ederse düzeltir, onu ihmal ederse zararını çeker. Böylece İslâm fertten, kendilerine verilen tam ve vicdanî hürriyet ve insanî eşitlik mukabilinde birbirlerini murakabe eden, aralarında hayır ve şer'de tesanüd gösteren iki şahsı ikamet etmiştir. İşbu hürriyet ve mesuliyet birbirlerine eşit ve mütenasiddir." (S.86)

Sosyal dayanışma ve sosyal adalet bahislerinden diğer ahlâkî sorunlara geçen Kutub'u anlamak lâzımdır. Kutub bir ahlâk meselesi olarak değerlendiridği sosyal dayanışmayı bozan unsurlardan biri üzerinde de yorum yapar. Bu unsur zina'dır.

"Zina'nın cezası, evli erkek ve kadın için recm, evli olmayan kadın ve erkekler için yüz sopa olarak tahdid edildi."(S.100)

İslâm tarihinde üzerinde çok tartışılan bir konu hakkında Kutub, kesin bir hüküm verir. Fakat bu hükmünün kaynağı sadece geleneklerdir. Delil olarak verilen Nur 2'de recm yoktur. Ve Kur'an'ın hiçbir ayetinde recmden bir ceza şekli olarak bahsedilmez Nisa 15'te zina işlediği dört şahitle tesbit edilen kadınlara ev hapsi, Nisa 16'da zina eden erkek ve kadının incitilip kınanması, Nur 2' de yüzer değnek vurulması, Nur 3'te zâni erkeklerle zâniye kadınların  birbiriyle veya müşriklerle evlenebileceği gibi hükümler açık birşekilde vardır, ama recm yoktur. Kutup S.105'te recmi sınırlı bir hüküm olarak telakki etse bile kaynağı Kur'anî değildir

_______0_______

İslâm'da Sosyal Adaletin Yolları

"İslâm, sosyal adaletin tatbikatında sadece iktisadî adalet seviyesinde kalmayıp, daha şümüllü ve yüksek bir mevkie sahip olur. Ve bu adaleti kanunların himâyesinde iki kuvvetli rükne istinad ettirerek bütün insalığa şâmil bir adalet haline koydu. O iki kuvvetli rükün; Fertte beşeri vicdan, cemiyyette Kanun Teşri'dir"(S.103)

Vicdan ve kanun emriyle sosyal adalet tesis edilebilir, der Kutub. Ancak biraz sonra yine tartışmalı bir konuya girmekte tereddüt etmez, ama bu kez haklı değildir, bilâkis haksızdır:

"İslâm insanları, mal ve evlâd hırsından mütevellid nefislerine arzı olan cimrilikten kurtulmalarını ikaz eder. Çünkü mal ve evlâd onlar için fitne ve imtihandır"(S.118)

Kaynak olarak verdiği Tegabün suresi 15-16' da "mal ve evlâdın birer imtihân (fitne) olduğundan" söz eder.. Kehf 46' da Allah "mal ve evlâdın Dünya hayatının süsü olduğundan" bahseder .Münafikun 9'da "mal ve evlâdın insanları Allah'ı zikretmekten alıkoymamasını" tavsiye eder. Enfal 28, "malların ve çocukların birer deneme aracı olduğunu" belirtir. Ki; mal ve evlâd ile hayra da hizmet edilebilir. Fitneye vesile olabilirler; evet, ancak fitneye vesile olabilecek şeyler mal ve evlâd ile sınırlı değildir.  

Ve zaman içinde fitne (kışkırtıcı) vurgusu üzerine yanlış anlamlar bina edilmiş;bu vurgu esas vurguyla bütünleşmiş; aile içinde ana-baba ve evlâd arasında fitne vurgusundan kaynaklanan çatışmalar oluşmuş; nesiller arasındaki bağ bu sebeple çoğunlukla kopmuştur.

Seyyid Kutub, gerçek bir denge ve yardımlaşma ile kusursuz bir toplumsal uyumu sağlamakla müzeyyen olan İslâm'ın insanlığın ortak hedefi olmamasına engel tek şeyin 'Koşullanmış İslam Düşmanlığı Algısı' olduğuna dikkat çekiyor ve soruyor:

"İnsanlar arasında hakiki muvazeneyi temin eden, mahrumiyetleri yok eden muktedir olanlarla âcizler arasında tesanüdü sağlayan, hasılı âhenkli bir cemiyet, salim bir yardımlaşma meydana getiren bu sistem nasıl olur da insanlık için en mütekâmil sosyal hedef olmaz?"(S.124)

Haklı sorusundan sonra, sistem, sisteme dair kanunların kabülü ve fert-toplum-devlet troykası'na dair yöntem farklılığına, İslâm'ın insanlığa sunduğu kusursuz ikna örgüsünü anlatarak yaklaşıyor:

"İslam bir teklifi kanunlaştıracağı zaman vicdanı ikna etmeye önem verir. Cemiyyetin selâmeti için genel olarak insan gücünün sınırında durur. Ve bu zarurî sınır karşısında bir takım teklifler öne sürer. Bu tekliflerin kabulünde vicdanı ikna etmek için ona hitap eder. İnsan hayatını gücü nispetinde bu teklifler üzerinde yükseltmekle kalkındırır. Ve bu yükseliş yükseltici bağların çekici kuvvetiyle gerçekleşir. Nihayet istenen, alt sınırla özlenen üst sınır arasında fertler ve nesiller zaman ve asırlar boyunca yarışıp dururlar. İslâm böylece sosyal adaletin gerçekleşmesi yolunda yürür" (S.124)

İslâmda Hüküm(İdare) Siyâseti

"İslâm nizamı hakkında konuşan bazı müslümanlar, insanın yeni ve eski olarak tanıdığı sistemlerle onu mukayese ederek irtibat kurmaya çalışırlar. Eğer bu arada İslâmiyetle sistemler arasında bir benzerlik bulur ve dolayısıyla bir irtibâta muvaffak olurlarsa, İslâm için çok kuvvetli bir sened ve dayanak bulduklarını zannederler. Bu gayret bu garblı sistemlerin önünde duramayıp kaçışın, hattâ hezimete uğrayışın mânen duyulmasından başka birşey değildir. İslâm ile bu sistemler arasında bazı benzerliklerin bulunması İslâm'a en küçük şeref kazandırmayacağı gibi, benzerliğin olmaması şerefinden birşey eksiltmez."(S.127)

Kutub, sistemler üzerinde kafa yoran Müslüman düşünürlerin yaşadıkları dışlanma riski, entegrasyon kaygısı ve kabul görme korkusuyla yaşadıkları kompleksleri analiz eder. Benzeşmeleri bulup sevinenlerin kazanacağı bir şeref olmadığını ilan ettikten sonra, İmparatorluk tanımlamasına Emevi veya Osmanlı İmparatorluğu üzerinden değil İslâm İmparatorluğu tamlamasından yola çıkarak karşı çıkar:

"Dr. Heykel'in İslâm âleminden 'İslâm İmparatorluğu' ve "İslâmiyet imparatorluktur" diye bahsetmesini iyi karşılamıyor ve beğenmiyoruz. İmparatorluk kelimesi İslâm'ın ruhundan çok uzaktır. Her ne kadar İslâm imparatorluğu mefhumu ile bilinen diğer imparatorlukların mefhumu arasında bir tefrik yapsak dahi, İslâm imparatorluğu sözü ile islâm aâlemini birbirine rabteden bağın hakikî mânasına ihanet etmiş oluruz"( S.128)

İmparatorlukların konjonktürel varlıkları arasındaki farka haklı olarak dikkat çekmiş Kutup; ancak, hâkimiyyet kayıtlı savaşların İmparatorluk kıstaslarına uyduğuna dikkat etmemiştir. Osmanlı- Beylikler, Osmanlı-Moğol, Moğol-Abbasî, Osmanlı- Mısır, Osmanlı-İran, Osmanlı- Mısır savaşları birer imparatorluk savaşları olarak değerlendirilme ihtimallerine sahip savaşlardır. Emevî, Abbasî, Memluk, Fâtımî ve Osmanlı Devletleri hilâfet gibi bir kurumu devlet yönetiminde etkin kıldıkları andan itibâren imparatorluk gibi davranmışlardır. Ve ancak buna rağmen hiçbiri kendisini İslâm İmparatorluğu olarak tavsif etmemiştir ve batılı İmparatorluklar gibi davranmamışlardır.

"Biz, İslâm'ın münakaşasını yaparken onun tefsirini yabancı bir takım nizam ve sistemlere bırakmamalıyız. İslâm bütün olarak mütekâmil bir felsefeye sahiptir. Yabancı bir unsurun girmesi onu ifsâd eder...(.)...kendi öz kültür ve köklü nizamını yabancı fikir ve prensiblerle kuvvetlendireceğini sananlar, azîm bir hata içindedirler. Bu, İslâm'ı ifsad etmektir. İslâm ruhunu öldürmektir. Bu sarahatle itiraf edilmese dahi, İslâm'ın hezimetinin gizli işaretidir." (S.130)

Sistematik bir korumacılık ve korunmacılık mantığı içinde, sistem sorgulamasını sadece Müslümanların yapması gerektiğini söyleyen Kutub bunun aksi durumlar da İslâm dışı unsurların sorgulanma aracı olarak kullanılacağını ve bunun İslâm'ın özünde sapmalar oluşturacağını düşünüyor. 

Ne yazık ki Kutub bu endişelerinde haksız değil. İslâm'ın ruhuna vâkıf olamayıp, İslâmî bir sistemi temel kıstaslar çerçevesinde dönüştüremeyen, güncelleyemeyen müslümanların yerine bu türden tefsir çalışmalarını batılı müsteşrikler yapmış ve İslâm algısına büyük zarar vererek, gerilemenin tek sorumlusu olarak İslâm Dini'ni göstermeyi başarabilmişlerdir. Zaten müslümanların İslâm'a ait değerleri birer elbise gibi hızla dimağlarından çıkarıp atmaya ve batılı elbiseler giymeye çalışmaları Kutub'u bu tarz bir korumacılığa yöneltmiştir.

Diğer yandan Kutup uyarısındaki şiddetin dozunu iyi ayarlayamamış;sistemin insan hatalarından kaynaklanan sorunlarının tartışılmasını dahi sisteme yöneltilmiş eleştiriler olarak algıladığını hissettirmiştir.Oysa insan aklı sorgulamayı gündeminden çıkarmayacak bir yapıdadır; aslolan bu sorgulamayı temel Kur'anî kıstaslar doğrultusunda yapabilmenin yollarını bulmayı başarmak olmalıdır.

Hz Peygamberi elde kılıç, savaşçı bir peygamber ve İslâm'ı kan dökücü bir din olarak tanıtan ve bunu müslümanalrın böyle algılamasını sağlayıp ellerindeki mücadele gücünü ortadan kaldırmayı planlayan batılılara karşı Kutub, Barış dini İslâm'ı tatlı bir mantıkla anlatıyor:

"İslâm, müşriklerle harbi emrediyorsa, bu harb, düşmanlığın harbi değil, düşmanlığı kaldırmanın harbi, iman hürriyetinin, haksızlığı dâva kabiliyetinin harbidir"(S.131)

Yine müslümanları isyankâr, asi olarak telakki edip aşağılayanlara karşı da net bir entelekeütel duruşundan taviz vermiyor:

"...dinlemek ve itaat etmek ancak Allah'ın kitabiyle hükmedildiği takdirdedir. Bu itaat, hükümet reisinin iradesi için mutlak bir itaat değildir. Bu itaat daimî bir itaat da değildir. Bir hükümet reisinin dinî şeriatı tatbik ve infaz etmesiyle, dinen kendisine verilen saltanat kuvvetinin arasını iyi ayırmak lâzımdır. İslâm'da hiçbir hükümet reisi'nin semâdan aldığı dinî bir saltanat kuvveti yoktur. Bir hükümet reisi ancak müslüman halkın tam bir hürriyet içinde yaptığı seçim neticesinde başa geçer. İslâm'da birinden diğerine herhangi bir suretle intikal yoluyla veya babadan oğula veraset yoluyla elde edilen bir iktidar şekli de yoktur....Peygamber efendimizin(S.A.V) kendinden sonra halife tayin etmemesinin hikmeti daha iyi anlaşılıyor."(S.137)

Batıyı toptan dışlamakla dışlamamak arasında kalan Kutub demokrasi'yi batılı bir değer olarak görüp, bu değere kapitalizm ve komunizm gibi dışlayıcı bir mantıkla baktığı zaman, onun yerine önerebileceği bir yönetim şekli koymamıştır. Fakat önerdiği lider seçimi şekli demokratik sistemlerde uygulanmaktadır. Kutub demokrasiye rezerv koymak ve onu batılı bir sistem olarak dışlamak yerine, önerdiği seçimli sistemde İslâmî kıstaslara dikkat etme koşulunu getirebilirdi.

Bugün Kutub'u tâkibedenlerin -idarî sistem arayışlarını sürdürürken- Demokrasi düşmanlığı geliştirmelerinde Kutub'un hissesi vardır. Kutub bu konuyu kendi kişisel özelliklerine uygun bir ciddiyetle analiz etmemiş ve ilgili önermeler üretmeyerek kendisine ve kendisini Kutub olarak görenlere haksızlık etmiştir. Yine Kutub,veraset ve intikal sistemini eleştirirken Müslüman devletlerin tarihî idare mirâsının neredeyse tamamının veraset ve intikal ile süregeldiğini unutmuş görünmektedir. Bunun yanında Halifelik makamını işgal eden kişiye 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi' gibi vasıflar verildiğinde de Kutub'ın eleştirisine dikkat çekmekte fayda vardır. Kutub yukarıda "İslâm'da hiçbir hükümet reisi'nin semâdan aldığı dinî bir saltanat kuvveti yoktur." derken de haklıdır ve geçmiş devlet idarecilerini bu anlamda acımasızca eleştirmektedir.

"İslâmiyet, Hıristiyanlıkta kilise teşkilâtındaki 'ikliros Heyeti' gibi hükmeden bir heyet tanımaz. İslâmî hükümler muayyen heyetlerin tertib edecekleri hükümler değildir. İslâm'da her hüküm Allah'ın vaz'ettiği İslâmî şeriata göre tenfiz olunur"( S.137)

_______0_______

İslâm'da Mal Siyâseti

"İslam, ferdî mülkiyet hakkını tanımakla, beşer nefsindeki asîl meyilleri ve onun fıtratını hesaba katarak, güç ile mükâfat arasında tam bir adalet sağlar. Bu meyiller, İslâm'ın cemiyyet nizamını kurarken inceden inceye hesap ettiği meyillerdir."(S.147)

"İslâm'ın, ferdin mülkiyet hakkının yanısıra tanıdığı ilk esas şudur: Ferd mâlik olduğu malda cemiyyetin vekilidir. Bu malı muhafaza etmesi onun için, temellükten daha mühimdir. Mal genel olarak cemiyyetin malıdır. Cemiyyet de malda, herşeyin mâliki olan Allah'ın vekilidir"(S.150)

Kutub burada ilginç bir mülkiyet zinciri kurmuştur; maalesef bu zincir kendi içerisinde çelişkili önermeler üzerine bina edilmiştir. Ferdin mülkiyet hakkı varsa, ferd kendi malında hüküm sahibi olur ve toplumun o mal üzerinde söz hakkı kalmaz. Mal toplumun ise ferdin o mal üzerinde tasarruf yetkisi yoktur. Kişinin mülkiyet hakkı üzerinde toplumun da mülkiyet hakkı yoktur . Kutub'ın sözettiği mülkiyet zinciri, sahiplik sorumluluğuna aykırı bir düzenektir. Allah cemiyyete değil kişilere mülkiyet vekâleti vermiştir.

Kutub'un delil olarak verdiği Hadid Suresi 7. ayet:"Allah’a ve Resûlüne iman edin ve sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı maldan, harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar var ya; onlar için büyük bir mükâfat vardır." mal üzerindeki tasarruf yetkisinin kişilerde olduğundan söz etmektedir. 

Harcama yetkisi toplumda olsaydı toplumun tamamı bu çağrıya muhatap olacaktı. Oysa harcama yetkisi kişilerde olduğu için bu yetkiyi kullanma tercihleri doğrultusunda alacakları mükafattan bahsederek mülkiyet hakları üzerindeki tasarrufun kişiye özel olduğu vurgulanmıştır. Kutub büyük bir ihtimalle mülkiyet üzerindeki kişisel ve toplumsal haklar konusundaki asıl tartışmada sosyalizm bayraktarlığının ayyuka çıktığı dönem Mısır'ının baskın entelijansıyasının etkisi altında kalmaktan kurtulamamıştır. 

Kutub S.154'de "Herkesçe kullanılması zaruri bazı mallar vardır ki; bunlara bir şahsın müstakilen tasarrufu caiz görülmemiştir; Su, otlakiyeler ve ateş" diyor ve mülkiyetle ilgili konu için daha net ve İslâm'ın özüne uygun bir tutum sergiliyor.

"Bir yandan malın muayyen ellerde birikmesi, diğer yandan tamamen aksine olarak mal darlığının başgöstermesi, kin ve düşmanlıktan başka, büyük fesadların çıkmasına da sebep olur"(S.154)

Kapitalist- sömürgeci kuramların uygulanmasıyla ortaya çıkan kaos ve çatışma hâllerine dikkat çeken Kutub, 2008'de kapitalist egemenlerin yaşadığı büyük çöküşü görebilseydi keşke. Sayılı ellerde biriken sermayenin Dünya'yı kan gölüne çevirmesine, oluşturduğu sömürü mekanizmalarıyla milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sebep oluşuna bizler şahit olduk. Sömürülen insanların birbirleriyle yaşadıkları çatışmalar özellikle Afrika'da her gün yüzlerce insanın birbirini öldürmesine de neden olmaktadır.

"İhtiyaçtan fazla serveti elinde tutan kimse bu servetin artakalanını sarfedecek bir yer aramaktan başka bir şey düşünmez. Ahlâksızlık, ârsızlık ve bunlara bağlı içki, kumar, fuhuş, şeref ve haysiyet kaybı ve insanlık için en ulvî ve kudsî mefhumların mahvı; malın muayyen ellerde birikip diğer ellerden çekilmesi ile hâsıl olan sosyal muvazenesizliğin neticesinden başka bir şey değildir. Ve böylece nafaka bulamayan fakirler aşırı servet sahiplerine karşı kalblerinin kırılmasıyla ya kin bağlayacak veya nefisleri büsbütün zayıf düşerek onların nazarında şahsî değerleri küçülecek, malın satvet ve ihtişâmı önünde nefsî izzetde bir hiç, insanî cürümde küçük ve hâkir olarak kalacaktır. Hem de servet ve nüfuz sahiblerinin gönlü razı olarak." (S.154)

Neredeyse kusursuza yakın bir tesbitler manzumesi için Kutub'u tebrik etmek gerekiyor. Kapitalizm'in ve Komunizm'in ısrarla görmezlikten geldiği psikososyal beklentiler ve gerçekleşmeler ile çatışmalar arasındaki bağıllığı, sebep- sonuç ilişkisini psikolojinin ve sosyolojinin temel kavramlarını kullanmadan kolay anlaşılır bir netlikle tarif ediyor, Kutub. 

Belki de modern psikoloji ile sosyolojinin ve bunlara bağlı olarak siyaset teorilerinin sosyal-iktisadî hastalıkların tesbiti aşamalarında katettikleri yolu, yüzlerce yıl sonra ulaşacakları seviyeyi aşacak bir tutarlılıkla işliyor ve bu türden hastalıkların tedavisi için İslâm'ın emrettiği İnfak müesseselerini -zekat ve sadaka- tek tek analiz ediyor.

Kutub, ferdî temellük yolları, mülkiyeti geliştiren yollar ve İnfak yollarını işledikten sonra İslâm tarihinden vakıalarla kitabını zenginleştiriyor ve değerli İmamların birer mesleğe isnad edilen gelirlerini, meslek ahlâkını ve tasadduk zihniyetini örnekleyerek, bir lokma-bir hırka telakkîsinin içinin boş olduğunu göstermekte titiz davranıyor. Devletlerin idârî ve iktisadî siyasetini Hz. Peygamberden başlayarak analiz ediyor, insanları muhtaç hale getiren siyaset modellerini eleştiriyor ve İslâm'ın buna karşılık ne gibi tedbirler aldığını açık açık anlatıyor.

İlerleyen sayflarda Kutub yine dalgalanan bir zihinle İslâm'ın bugünkü hâli ve istikbâli bahsinde çok değerli, ancak çok katı tesbitlerde bulunuyor:

"Bugünkü İslâm cemiyeti, hiçbir hâliyle İslâmî huviyyete sahip değildir"(S.246)

'Hiçbir hâl' çok büyük bir suçlamadır... Fakat bu Kutub'un müslümanların sıçrama noktalarına yaptığı bir baskıdır.

"İslâmî toplum, İslâm'a sarıldığı müddetçe asla zayıflamamış, beşer kafilesinden hiçbir zaman geri kalmamıştır. İslâmî toplum, İslâm'ı terkettiği anda zayıflamış, zayıfladıkça da geri kalmıştır"(S.246)

Son dönem İslâmcılık tezleri bir kısım aksiyoner tarafından Kutub'un bu tarz görüşlerine dayandırılmaya çalışılsa da onun bu türden aksiyomlara itibar etmesi düşünülemez; Kutub burada basit bir model uygulaması-sonuç ilişkisini somutlaştırmaktadır. Bir model'i olduğu gibi uygulamazsanız sistem tam işlemez ve ürün, modelin öngördüğü vasıflarda ortaya çıkmaz.

İslâm Medeniyetindeki gerilemeyi ve müslüman ülkelerindeki kurumsal çöküntüleri araştıran ve merak eden Kutub bulduğu cevapları şöyle özetliyor:

"Nübüvvet devrinde gelişen 'İslâm Ruhu'nun kısa bir müddet sonra duraklamasının sebebi nedir? Bu duraklama tamamen cüz'i bir duraklamadır. Hiçbir zaman tam ve kâmil bir duraklama değildir. Bu duraklama hükmetme sisteminde olmuştur. Müsamahakâr hilafet müessesesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz Ali'den sonra gelen üç dört halife müstesna babadan oğula veraset yoluyla intikal eden bir nevi krallığa inkılâb etti...."(S. 247)

Muhakkak ki; gerileme ve ilerlemenin itici güçlerinden ve sebeplerinden en önemlisi Hükümdar veya Hükümdarlardır. Soğukkanlı bir şekilde bakıldığında Kutub'un eleştirdiği intikal yoluyla elde edilen Hükümdarlıklar döneminde İslâm medeniyeti büyümüş, gelişmiştir ve Dünya'ya hükmetmiştir. Aynı zamanda duraklama, geirleme ve çökme aynı yönetim şekillerinde ortaya çıkmıştır. Demek ki sorun hükmetme sisteminde değil kişilerdedir. 

Hz. Peygamber'in bir yönetim şekli önermemesi, sahabilerin Hz. Ebubekir'de hemfikir olmalarına sebep de engel de değildi. İslâm'ın o dönemde tarihte görülmemiş bir seçimli sistem kurması mümkün değildi. Biat sistemi bir nevi seçim olsa bile, biat edilen kişi ölümüne kadar biat sözleşmeleri gereği hükümdar olmak durumunda idi. Kutub duraklamaya ve gerilemeye yeterli bir açıklama getirememiştir.

Sonraki dönem analizlerinde daha gerçekçi analizler yapmıştır. Kapitalizm'in etkilerini de analizlerine dahil ederken Kutub'un dikkat çektiği üzere Haçlı Ruhu tüm özellikleriyle çapulcu zihniyetini koruyarak hâkimiyet alanlarında mevcut durumunu koruyor. Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya ve Vatikan'ın finanse ederek organize ettiği misyoner faaliyetler, kapitalizmin yayılma aracı olarak kullanılmaya devam ediyorlar.

"Avrupa, Hıristiyanlığı ardına attıktan sonra haçlı seferlerindeki hacılar ve ruhbanın feryatlarının kesildiği bugünlerde, İslâm'a karşı tassup ruhunun bütün kuvvetiyle devam etmsi çoklarını hayrete düşürmektedir; fakat aşağıda zikredeceğimiz vakî iki hakikate eğildiğimiz zaman bu hayret zail olacaktır.. Birinci hakikat: Haçlıların neşrettikleri şer, yalnız silâh seslerine münhasır değildi. Bu şer herşeyden evvel kültürel sahada işlenen bir şer idi...(S.255) İkinci hakikat: Avrupa sömürgeciliği. (S.258)... Bunlar bütün unsurlara muzaf bir meselede hakikî unsurdan gaflet ediyorlar. Bu unsur garbın kanında taşıdığı, şuurunda gizlediği haçlı ruhudur. Ve bu ruha izafeten sömürgeciliğin İslâm Ruhu'ndan korkusudur. Bu korkudur ki; bütün garbı hatta komunist Rusya ile kapitalist Amerika'yı şuur ve menfaat birliği ile İslâm kuvvetini parçalamaya zorluyor." (S.261)

Kutub, "Bugünkü İslâm cemiyeti, hiçbir hâliyle İslâmî huviyyete sahip değildir" derken yaşadığı büyük ruhsal bozgunu bu haykırışla zihninden defetmeye çalışmaktadır:

"İslâm Ruhu halen yaşamaktadır. Evet! İnsan hayatının umumî akışında ve on dört asırdan beri dünya siyasetinin istikameti üzerinde müessir ve gizli bir kuvvet olarak yaşamaktadır"(S.261)

"İslâm, o çökme devrini artık geride bırakmış, Arap âlemi birleşen bir kuvvet hâline gelmiş, Pakistan ve endonezya iki büyük kitla hâlinde kendini göstererek İslâm'ın yükseliş devrinin başladığını müjdelemekte. Bu görünüş, İslâm'ın hayatî kuvvetine ve bu kuvvet hazinesinin yeni İslâmî hayatın devamına yeter olduğuna delalet etmektedir. Bu hiçbir suretle istek ve iyimserliğe dayanan bir hüküm değildir. Gözle görünen, tamamen amelî ve vak'ı esaslara dayanan bir hükümdür"(S.261-262)

Kutub hükmünü açıklarken yaşadığı özgüveni, bugünkü durumu görseydi yaşar mıydı? Sanmıyorum. Ne yazık ki; aşırı iyimser bir hamasettten uzak tutamamış kendisini. "Hayalim bu" deseydi, onu anlamak kolaydı. Oysa o kesin bir dille bir realiteden bahsettiğini vurgulayarak uzağı ne kadar görebildiğini belli etmiştir. 

Fotoğraf bugün şu şekildedir; Kutub'u sevindiren Birleşik Arap Cumhuriyeti dağılmıştır; Araplar Amerika, AB ve Rusya ile Çin'in oyuncakları durumundalar. Haklı oldukları Filistin konusunda bile acizler. Pakistan bugün darmadağınık bir halde. Müslümanlar birbirini öldürüyor. Endonezya ise eski hızını yitirmiş bir pespayelikle meşgul ve uluslararası arenada esamesi okunmayan bir ülke.

Ama buna karşılık koskoca kitabında Türkler'den (Abbasiler döneminde asker olarak alınmaları) ve Osmanlı'dan (İstanbul'un fethi dolayısıyla anmak dışında başka birşekilde) bahsetmediği halde, Türkiye Kutub'un özlediği birliği sağlamaya başlamıştır. Kutub ilginç bir duygusal yapıyla ondört asra yaydığı İslâm etkisinden bahsederken Osmanlı'yı Selçukluları bilerek görmezlikten gelmiştir. Bu ona yakışan bir tutum değildir. Oysa Kutub'u İslâm Dünyası'nda en kapsamlı bir şekilde anlayanlar ve izleyenler onun acımasızca bir kenara ittiği Türkiye müslümanları olmuştur.

Kutup aşırı iyimser ve hayalci tavırlarıyla ilgili muhtemel suçlamaları reddettikten sonra, iyimserliğinin sebeplerini izah ediyor. Ancak İslâmî ruhun tekrar kâim olmasının kolay olmadığını bilerek bu kez daha rasyonel analizler yapmaya devam ediyor:

"Pek tabiîdir ki; idarî siyaset ile İslâm Ruhu arasındaki mesafenin uzun zaman açık kalması, bütün ilhâmını bu ruhtan alan siyasete avdeti güçleştiriyor. Zira devlet ve toplum cihazı, her yönüyle hayat kaideleri, aklî ve psikolojik istikamet, bütün bunların hepsi, uzunz aman ve büyük bir gayret sarfı olmaksızın tagayyürü mümkün olmayan muayyen esaslar üzerinde kaimdir. Zaman uzadıkça daha büyük bir gayrete ihtiyâç hasıl olacaktır."(S.262-263)

" Bütün dava ve meselelerimizin, İslâm zihniyeti ile tamamen zıd olarak gelişen muayyen bir medeniyetin tesiri altında kalan bu alemle girift hâle gelmesi, İslâmî hayatın sıhhatli birşekilde devamı yolunda attığımız adımları, bir cihetten ağırlaştırıyor, diğer bir cihetten de bizlere karşı mükellef kılıyor"(S. 263)

Yıllar sonra Kutub'un yaşadığı Mısır ve diğer İslâm ülkelerindeki yozlaşma, tüm değerleriyle batı medeniyeti ile girift hâle gelen ve batı medeniyetine entegre olan, o medeniyetin içinde kaybolup medeniyeti tümden ondan ibaret sayan bir müslüman tipini ortaya koymuştur. Bu müslüman tipi kendi medeniyetini aşağılayan ve medeniyetini medeniyet olarak algılamayan aşağılık bir zihniyetle inşaa edilmiştir. 1950'lerin Dünya'sında gösteri,edebiyat ve siyaset dünyasına bulaşmış olduğu varsayılan batı ahlâk ve çağdaşlığı, bugün sözkonusu müslüman tipi ile tabana yayılmıştır.

"Sefil garb medeniyeti son çeyrek asırda cihanı iki büyük harbe sürüklemiş, sonra ikiye bölmüş ve üçüncü harbin daimi tehdidi ile perişan etmiştir... Her yerde ıstırâp. Dünya'nın dörtte üçü açlık ve sefalet içinde kendini kurtaracak yeni bir nizam beklemekte, insaniyete, insanlık prensipleirne güveni iade edecek ruhî gıdayı araştırmaktadır. Bununla beraber, batı dünyasının islâm'ın medenî esaslarını kabul edeceğinden haddinden fazla ümide kapılmak da doğru değildir"(S.264)

Kutub ümitsizliğinde haklıdır. Fakat 2008'de kapitalist batının yaşadığı ekonomik yıkım sürecine şahit olsaydı, Vatikan ve Fransa'da faizsiz İslâmî finansal sistemi tartıştıklarını duysaydı, yine ümide kapılmazdı. Nasıl batı medeniyyetinin bir kısmını almak yeterli olmadıysa ve medeniyet tüm unsurlarıyla nakledildiyse, aynı şekilde İslâm medeniyetinin bir unsuru başlı başına alınamaz ve istenen faydayı sağlayamazdı. Batı bu anlamda İslâmı bütünüyle tartışmaktan hâlen uzaktır.

"Zira bunun tahakkukunu beklemek iki ana sebepten ötürü zamansızdır.. Birinci sebep: Avrupalının derûnunda mevcut ırsî islâm düşmanlığıdır. O İslâm ki; yolunda bulunan bütün engellere rağmen asrımızda doğu, batı sömürgeciliğinin daima karşısında kalmakla kuvvet bulmuştur. İkinci sebep: Avrupa zihniyeti maddî esaslar üzerine vücut bulmuştur. Roma medeniyetinden bu asra kadar onda manevî fikre çok az yer verilmiştir."(S.265)

(...)

"Esasen Hıristiyanlık hiçbir zaman Avrupalıların hayatını tanzim ve idare eden bir âmil olmamış, hayatın dışında bırakılmıştır"(S.266)

Kutup bu tesbitinde haklı değildir. Kendisi bilhassa Haçlı zihniyeti ve ruhuna vurgu yapar ve sömürgeciliği bu mantıkla eleştirirken Hıristiyan batı ve Rusya'yı hatırlatmıştır. Hıristiyanlık mevcut hâliyle de olsa daima Avrupalıların hayatını tanzim ve idare eden bir âmildir. 1789 Fransız ihtilâlinin başlattığı ateizm dalgasının yayılmış olması ve Hıristiyanlığın va'zettiği değerlerin yaşanma oranının düşmesi bu gerçeği değiştirmez. İncillerin tümü insan hayatını tanzim ve idare etmektedir. Değerli bir mütefekkirin bu hususta böylesine 'hiçbir zaman' diyerek uç bir kanaat serdetmesi anlaşılabilir bir şey değildir.

Kutub muhtemel eleştirilere karşı da şu cevabı veriyor:

"Garb medeniyetinin ruh yapısını temsil etmesi beklenen Hıristiyanlık, İslâm'da olduğu gibi mutlak ahlâka dayanan bir akide değil midir? Şüphesiz öyledir. Fakat o zaman: Bugünkü garb medeniyeti Hıristiyanlığın eseridir hükmünü vermiş oluyoruz ki; bundan daha hayalî bir hüküm olmaz. Garptaki fikrî esasları, eski Romalıların insanı yücelten unsurlardan uzak, menfaate dayanan hayat anlayışlarına itlak etmek icap eder.... Hıristiyanlık, garp medneiyetinin maddî ilim sahasında kaydettiği inkişâf'ın çok cüz'i bir kısmına iştirak etmiştir. Elde edilen netice ve başarılar Avrupa'nın Hıristiyan kilisesiyle mücadelesi ve yeni hayat görüşü sayesinde olmuştur."(S.268)

Kutub'un ateist batılı bilimadamlarının etkisinde kalarak böyle bir kanaate vardığını düşünmek mümkündür. Çünkü empoze edilen en önemli unsur din karşıtlığıdır. Batıda bu Hıristiyanlıktı ve ateizmin bekçileri dini tamamen dışlayarak, bazı münferit olayları (Galileo Olayı, engizisyon mahkemeleri gibi) sürekli gündemde tutmuşlardır. Oysa ister sosyal alanlarda ister fen alanlarında fikir ve terori üreten, bunlar üzerinde çalışarak kanunlar ortaya koyan emek sahiplerinin büyük çoğunluğu ya papaz ya da papaz çocukları veya torunlarıdır. 

Kilise'nin suçlanabileceği en önemli husus bu tür çalışmaları herkese açmamasıdır. Kaldı ki; günümüz modern bilim dünyasında aynı katı tutumların sürmesi, bu tür çalışmaların herkese açık olmaması, herhalde, egemen her zihniyetin söz sahibi olma hakkını korumakla ilgili bir endişedir. Hıristiyanlığın yapısından kaynaklanan bir vakıa değildir.

"Şahsi kanaatime göre: Garp İslâm ruhunu ne şekilde olursa olsun duyuncaya kadar uzun nesiller geçecektir. Netice olarak, amellerde, ahlâkî gayeler üzerine kaim olan İslâm düşüncesi, ahlâkta menfaat gayelerine bağlı bugünkü garp düşüncesiyle bağdaşmaz."(S.269-270)

Akıllı tasarım kuramı, kaynağını Hıristiyanlıktan almasına ve ondan beslenmesine rağmen bugün hızla İslâm'ın temel akaid çerçevesine yaklaşmaktadır, Kutub'u bu anlamda müjdelemek isterdim.

"Beşeriyetin gücü ile aramıza hiç birset çekemeyiz. Beşer kafilesinden ayrı da duramayız...Biz yeryüzünde hangi din, hangi felsefe, hangi medeniyetin sahipleri olursa olsun, hayat hakkında hepsinden daha büyük bir mefkûreye sahibiz. Çünkü bizim mefkûremiz, hayatın yaratıcısı olan Allah'ın yapısıdır."(S.272)

Kutub'un başlangıçta yaşadığı savunma psikolojisi kitabın sonlarına doğru yerini büyük bir özgüven duygusuna bırakmış ve hamaset zail olarak akl-ı selim Kutub'un zihninde daha etkin bir konuma yükselmiştir. Seyyid Kutub yaşadığı bu farkındalık yenilenmesinin ardından diğer medeniyetlere karşı aldığı dışlayıcı pozisyonu terkederek, ait olduğu kültürün kritik kodlarına olan güvenine tutunmuş, bundan sonra da daha sakin bir hâlet-i ruhîye'ye bürünmüştür.

_______0_______

Amelî vecibeler:

"Sosyal adalet ise bu İslâmî hayatın biz cüz'üdür. Bu hayat tahakkuk etmedikçe sosyal adalet tam olarak tahakkuk etmez... İşaret ettiğimiz sahih İslâmî hayatın ve teşriî nizama güvenin sağlanması için bu akidenin ihyâsına, aynı zamanda onu her türlü tahrifât, tevilât ve şüphelerden muhafaza etmeye çalışmamız lâzımdır."(S.272)

İslâm'ın insanlığın entelektüel birikim okyanusundan Batılı ideologlar tarafından çekilip alınması ve onun özgün değerlerinin tahrif edilip, farklı ve sapkın çözümlemelerle yeniden dizayn edilerek alt basamaklardan bu evrensel mirâsa dahil edilmesi; yine batılı aktörler tarafından müslümanlar arasında oluşturulan sûni ayrılıklar ve sürekli çatışma hâli ve nihayetinde müslüman ülkelerin yaşadığı büyük sömürü mekanizmaları, Kutub'u İslâm'ın sahih algılarına atıfta bulunmasını ve bilhassa Kur'an Kanunlarına saygı ve güvenin yeniden kazandırılmasının ertelenemez bir öneme haiz olduğunu söylemesini gerektirmiştir. Fakat, Sahih İslâm ile ilgili tartışmalarda kendisinin de bizzat dahil olduğu ve kaynağı Kur'an olmayan recm gibi geleneksel cezâî müeyyidelere ve 'tekfir etme' gibi köksüz ve haksız olabilme ihtimalleri bulunan dışlayıcı reflekslere de dikkat çekilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şüphelerden âri bir İslâm algısında ne belli bir ırka olan sempati ne de belli bir ırka olan düşmanlık yer almamalıdır.

Kutub, yüzlerce yıllık İslâm medeniyetinin gelişmesinde, serpilip büyümesinde ve korunmasında büyük emeği olan Türkiye evlâdını-ahfâdını, Cumhuriyet döneminde yaşanan elitist zihinsel kaymalar dolayısıyla dışlama hakkına sahip değildir. Kutub'un bu kitabını telif ettiği dönemde Türkiye'de büyük bir dönüşüm yaşanmış ve halkın İslâmî hassasiyetlerine dair düzenlemeler yapılmaya başlanmıştı. 

Osmanlı'nın yıkılışı, İslâm medeniyetinin yıkılışıyla özdeş olarak tasnif ediliyorsa, siz bu devletin sosyal adaletle ilgili uygulamalarını teorik olarak incelemekle mükellefsiniz ve kıssalarınızda sizinde maziniz olan bir İmparatorluğun topraklarından ve hayatından alıntı yapmanız hakkaniyete daha da uygun olacaktır. En azından bu ülkede yaşayanların müslüman kardeşlerinin gözleriyle bunu görmeye hakları vardır. 

Osmanlı'nın sosyal adalet mekanizmalarına yaptığı katkı ve uygulamalar, batılı gezginlerin seyahatnâmelerinde bolca yer alırken, Kutub'un bu eserinde yer bulamaması üzüntü vericidir. Her şeyden önce Kutub ve benzeri mütefekkir zihinler, 19. ve 20.yüzyılda İngiliz, Fransız ,Amerikan , İtalyan, Rus, Alman nifâk organizasyonlarının ektiği zehirli tohumlardan arınmak zorundadırlar.

"Böylece bu hayat, İslâmın bütün hedeflerinin sağlanmasında iki esaslı vesilesi olan teşrî' ve tevcih üzerine kaim olur. Şu takdirde hayatı tanzim eden İslâmî teşrî' yanında ferd ve toplum nefsinde İslâm fikriyâtını vücuda getirmek icâb eder. Kültür, bu fikriyâtın vücuda gelmesi için en tabiî vesilesidir. Fakat İslâm fikriyâtına tamamen düşman garbın, düşünce ve terbiye yolları ve kültürü ile İslâm fikriyâtını nasıl tesis edebiliriz? Edemeyiz... Herşeyden evvel garb tefekkür metodundan kurtulup melez, karışık olmayan, saf ve temiz sonuçlara varabilmek için bizatihî İslâm tefekkür metodunun ittihazı lâzımdır."(S.273-274)

Merak etmişimdir: yeni nesil müslüman düşünce öğrencilerinin 21. yüzyılın bu ileri düşünme tekniklerini ve araçlarını sorgularken takındıkları düşmanca tutumun kökeninde acaba Kutub'un bir etkisi var mıdır? Türkiye'de çok sık okunan ve kaynak olarak kabul edilen eserlerinin neredeyse her evde buldunduğu dikkate alınırsa bu etkinin varolduğu kuşkusuz bir şekilde tesbit edilemez mi?

Kutub'un Batı'nın terbiye yolları ve kültürü ile İslâm fikriyâtının tesis edilemeyeceği ilgili eleştirilerine katılırken, düşünce teknikleri ve araçlarına karşı aldığı karşıt tutuma katılmamız kolay değildir. Zira düşünme teknikleri ve araçları insanlığın ortak-evrensel mirası'dır. Bu mirâs her medeniyetten elde edilen katkılarla ilerlemektedir. Abbasiler döneminde tercüme edilen antik yunan düşünce eserleri, İslâm medeniyetinin ve kültürünün tesis edilmesinde kullanıldığı gibi, Endülüs Emevi Devletinin bıraktığı İslâm medeniyet mirâsı, bugünkü batı düşüncesinin temelini oluşturmuştur. 

Düşünme teknikleri ve araçlarının hangi medeniyete ait olduğu tesbitini Kutub veya başka biri yapamaz. Yapamayacağı içindir ki; şimdilik batıdan gelmiş gibi görünen düşünme teknikleri ve araçlarını dışlayamaz. Çünkü bunlar sadece İslâm'a ait olmadığı gibi batıya da ait değildir. 

Kutub dışladığı batılı düşünce sistematiğinin yerine yeni bir sistematik önermemektedir. Kutub'u Kutup olarak görenler ve izleyenler de Kutub gibi nasıl düşüneceklerine dair bir sistematik önerememekte ve bu sistematik için gerekli olan adımları atmakta yetersiz kalmaktadırlar. Çünkü alternatifleri yoktur. Nitekim 50 yıldır bu yetersizlikten dolayı herhangi bir kayda değer tefekkür ilerlemesi kaydedilmemiştir.

İnsanın fıtrâtına yaslanan düşünme teknikleri ve araçlarının milliyeti ve dini olamaz.İslâm medeniyetinin herhangi bir döneminde melez, karışık olmayan, saf ve temiz sonuçlara ulaşılmış mıdır? Sahabîler dönemi dahil, tabiin ve etbauttabiin döneminde, düşünceler Hz.Peygambere zaman itibariyle daha yakınken, Kutub'un sözettiği katışıksız saf İslâmî/Kur'anî sonuçlar İslâm tefekkür külliyâtında yer alabilmiş midir? Yer alabilmişse ne kadar alabilmiştir? Kutub herhalde bir hayalden bahsetmektedir ve bu hayalinin nasıl tahakkuk edeceğine dair bir sistem algısına sahip değildir.

Oysa düşünce araçlarının Kur'an'a yönlendirilmesi, Kur'an'ın mesajlarının birer kaynak olarak kabul edilip insanın ihtiyaçlarına uygun bir cevap aralığında tasnif edilmeleri, insanlığın ulaştığı düşünme teknikleriyle çok daha kolay gerçekleştirilebilirdi. Tefsirlerin kişilerin yeterliliklerine mahkûm edilmesinden kaynaklanan riskler, sürekli yenilenen geniş katılımlı komisyonlarla ortadan kaldırılabilir, alternatif Kur'an algılarının geliştirilmesi sağlanabilirdi. Oysa Kutub geleneksel tabiin dönemi düşünce sistematiğini önerirken, gelişen evsensel beşerî bilginin de dışında kalmak gerektiğini söylemiş olarak biraz önce söyledikleriyle çelişkiye düşüyor:"Beşeriyetin gücü ile aramıza hiç bir set çekemeyiz. Beşer kafilesinden ayrı da duramayız.."

Çok geçmeden Kutub tekrar esas gayenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini anlatmaya devam ediyor:

"Biz, İslâmî bir fikir binasını yeniden inşâ yolundayız. Hem öyle bir zamanda ki;- garblı münevverler arasında dahi- garbın maddeye dayanan medeniyet fikrinin insan varlığı için tehlikeli bir fikir olduğu, insanlığı daimî düşünceye ardı arkası kesilmeyen çarpışma ve husumete sevkettiği, insanî sıfatları en alçak mevkilere düşürdüğü bilinmektedir. Beşeriyeti refah ve saadete eiştirecek bunca ilmî fetihlere rağmen; garbın hayat hakkındaki esas fikri beşeriyyeti kemâle götürecek ve onu hidayete erdirecek salih bir fikir değildir" (S.275)

Dünya tarihine bakıldığı zaman, en doğudaki Japonya'dan en batıdaki Amerika'ya kadar maddeye dayanan medeniyyet fikrinin her dönemde egemen olduğunu ve bu anlamda bizzat Doğu'nun Allah tarafından gönderilen yüzlerce elçi ile sürekli uyarıldığını en iyi bilenlerden biri Prof. Seyyid Kutub'dur. Materyalizmin kuramsal boyutları batılı sömürgeciliğin omurgasını oluşturana kadar, maddecilik insanlık tarihinde farklı isimler altında ama aynı özelliklerle cerayan etmiyor muydu?

Bir Firavun, bir Nemrud, Çin Hanedanları, İslâm öncesi asya uygarlıkları, Arab site devletleri madde temelli sömürgeci zihniyete sahip değiller miydi? Bunların hiçbiri batıda değildi. Bu yüzden mesele batı-doğu meselesi değildir. Mesele Kutub'un belirtmekten çekindiği İslâm-Kabala/İblis karşıtlığından kaynaklanan meselelerdir. Kabala eski bir zihniyettir, ama şu anda Yahudilikle ilişkilendirilerek dikkatlerden uzağa çekilmektedir. Araf 169: "Derken, onların ardından yerlerine Kitab’a (Tevrat’a) varis olan (kötü) bir nesil geldi. Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve “(nasıl olsa) biz bağışlanacağız” derlerdi. Kendilerine benzeri bir mal gelse onu da alırlar. Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan Kitap’ta söz alınmamış mıydı? Onun içindekileri okumamışlar mıydı? Hâlbuki, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç düşünmüyor musunuz?" 

1789 Fransız operasyonundan sonra Batılı düşünce, kabala etkisindeki ateist dayatmaların kontrolüne geçti. Fakat kabala bile düşünme teknikleri ve araçlarının hâkimi olamadı. Bunlar insanlık tarihi boyunca Allah'ın elçileriyle sürekli olarak güncellediği Adem'in yaratılışına kadar geçmişi bulunan Kalû Bela'ya kadar izlenebilen bir 'öze dair söz' anlaşmasının gerekleridir. Araf 172: " Hani Rabbin Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk ” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindi." Elbette insan, kendisine verilen düşünme yeteneğini, evrenin kanunlarına uymak zorunda kalarak ulaşma/ulaştırma yeteneğini geliştirdiği gibi geliştirecekti. Bunu dışlamak herhangi bir akl-ı selim için mümkün müdür?

"Fakat bizler, şimdiye kadar yabancılardan emdik, yabancılardan beslendik, bu itibarla istihale ve tekâmül devresinde şartların ve koruyucu imkânların sağlanması yolunda çok dikkatli olmamız lazımdır. Müsbet ilimlerden, onların tatbikâtı ve maddî hayattaki semerelerinden, kayıtsız şartsız hiçbir tereddüt ve yavaşlama göstermeden istifade etmeliyiz."(S.275)

Batı, Endülüs Emevilerinden tam da bu fırsatçı ve faydacı mantıkla yararlandı. Peki, gerçekten İslâm medeniyetine dair diğer ayrıntılardan kendisini uzakta tutabildi mi? Hayır. İşte bu sebeple Müsbet diye ayırdığımız ilimleri kayıtsız şartsız kullanırken batı medeniyetinden etkilenmememiz imkansızdır. Her müsbet ilim kendisinden üreyen tekniği ve teknolojiyi kullananı bağlar. Bu aslında gereksiz bir uyarıdır. 

Korku psikolojisinin aydınlar tarafından farklı bir şekilde beslenmesi ve medeniyet alıcısının bilinçsiz, basit bir mukallid olarak tavsif edilmesi demektir. Kutub, kendi çağının ve kendisinden önceki bir kaç kuşağın yaşadığı korku tünelinden aşırı bir şekilde etkilenmiş olmakla suçlanmamalı; ancak yeni nesil müslümanlar bu türden uyarıları daha doğru algılamak zorundadırlar. Çünkü; onların batıya daha eşit bakış açılarıyla bakabilecek bir potansiyele sahip oldukları artık yadsınamaz. Biliyoruz ki; eski korkularla yeni şeyler geliştirilemez.

"Hayatın her cüzünde müsbet ilimlerden istifade etmek hiçbir suretle bize eza vermez. Fakat hayatın küllî tefsiri eza verir. Zira bu tefsir,mefkûremizin dışında bir fikir, idea üzerine kaimdir. Keza, hayat ve kainat için İslâmîn çizdiği tasvir ile çatışma hâlindedir. Bunun neticesi olarak bizleri İslâm'ın yolundan aksi bir yola sevkeder ki; bu yol, beşeriyetin ızdırap içinde belalarından şikayet ettiği yoldur. Denilebilir ki; durum böyle olunca müsbet ilimler bizatihî emniyetli değildir. Çünkü; bu ilimler garp düşünce sisteminden ayrı olarak mütalaâ edilemez. Tecrûbî sistem, aklî ve ruhî felsefenin dışında, muayyen, ayrı bir felsefe zemini üzerine kaimdir. Eğer bu tecrûbî sistem zihinlere yerleşmeseydi ilim son zamanlarda katettiği mesafedeki adımları atamazdı. Nitekim ilim felsefeden ayrılamaz ve ona tesir etmeden mücerred onun tesirinde kalmakla iktifa edemez. Felsefe, ilmin tecrübe ve neticeleirnden faydalanır....Şu halde müsbet ilimlerin alınması felsefenin de bir kısmının alınması demektir. Fazla olarak ilmin tatbikî neticelerinin maddî hayatımızda, geçim yollarında ve servet tevziinde tesiri vardır. Gerçek budur. Bununla beraber ilimsiz hayat olmaz. İlimden ve onun semerelerinden ayrı kalmaya imkân yoktur."(S.276)

Hayatın her alt ayrıntısında istifadesi hiçbir surette eza vermeyen müsbet ilimlerden evrenin tümü için mümkün olan doğru açıklamalar için istifade etmek neden eza versin? Bu açık bir çelişki değil midir? Küll'e dair Kur'an ayetleri'nin doğru anlaşılması içn müspet ilimlerin ulaştığı sonuçları kullanmak neden eza versin? Müspet ilimler akılla ulaşılmış sonuçlar değil midir? Allah akletmeyi emretmiyor mu? 

Kur'an'ın hiçbir ayeti cüz'ü ve Küll'ü ayırarak herhangi birini aklın çalışma alanından uzakta tutmaz. Allah bu sistemi cüzlerden oluşan bir küll olarak tanzim etmiştir. Araf Suresi başlıbaşına insan aklına hitap ederek küll'den bahseder. Kutub'un çelişkileri daha önceden de fark ettiğimiz gibi burada da sürmektedir.

Kutub'un kafası karışıktır ve teori üretmekte yetersiz kalmaktadır. " Müsbet ilimlerden, onların tatbikâtı ve maddî hayattaki semerelerinden, kayıtsız şartsız hiçbir tereddüt ve yavaşlama göstermeden istifade etmeliyiz" diyen Kutub kendi içinde yaşadığı trajediyi " Denilebilir ki; durum böyle olunca müsbet ilimler bizatihî emniyetli değildir" diyerek ifşâ eder. 

Müspet ilimlerden kayıtsız ve şartsız olarak istifade etmeyi önerirken , az sonra yeni bir kayıtla müsbet ilimlerin emniyetli olmadığını izah etmeye çalışır. Ve arkasından yaşadığı sıkıntıyı saklayamaz." Çünkü; bu ilimler garp düşünce sisteminden ayrı olarak mütalaâ edilemez. Tecrûbî sistem, aklî ve ruhî felsefenin dışında, muayyen, ayrı bir felsefe zemini üzerine kaimdir" Diğer sosyal bilgi alanlarını dışlayıp müspet ilimleri önerirken düştüğü çelişkiyi farkeden Kutub, istemeyerek de olsa gerçeği, "gerçek budur" diyerek teslim etmek zorunda kalır:

"Şu halde müsbet ilimlerin alınması felsefenin de bir kısmının alınması demektir. Fazla olarak ilmin tatbikî neticelerinin maddî hayatımızda, geçim yollarında ve servet tevziinde tesiri vardır. Gerçek budur. Bununla beraber ilimsiz hayat olmaz. İlimden ve onun semerelerinden ayrı kalmaya imkân yoktur." Kutub, şimdi, kendi önerisi üzerinde yaşadığı kuşkuyu kendisini izleyenlere izah edememektedir. Batı'ya aitmiş gibi gösterdiği medeniyetin aslında insanlığın ortak ürünü olduğunu ve bunun dışlanmasının mümkün olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Ancak hatasını farkedememiştir Kutub; insanlığa ait olan medeniyeti Batı'ya aitmiş gibi göstermek hatadır. Bu tasnif görüldüğü üzere yanlış yapılmıştır ve bu yanlış halen sürmektedir. Zararları da devam etmektedir. Kutub'un sınırlı yetenekleri sınırsız zararlara yol açmaya devam etmektedir.

"İslâm hiçbir zaman ilimden ve onun istifadesinden imtina etmez. İlmin semerelerini insanlık bahçelerinden toplamak İslâm ruhuna aykırı değildir. Ancak felsefe, edebiyat, tarih ve teşrî' ilimlerini ve buna tâbi terbiye, düşünce ve şuur sistemlerini, kullî tesirlerden emin kılmamız ve bütün bunları İslâmî esaslara göre bina etmemiz şarttır"(S.276)

Geleneksel İslâmî ilimlerle, batılı müsbet ilimleri- bilimi- ilişkilendirerek bir çıkış yolu bulmaya çalışan Kutub, bu yolda sıkıştığını farkedince esas ölçüye geri dönmek zorunda kalmıştır."İlmin semerelerini insanlık bahçelerinden toplamak İslâm ruhuna aykırı değildir." Ama bu ölçüyü hatırlamak Kutub'un verdiği zararlı mesajı ortadan kaldıramamıştır.

"Şu takdirde kâinat, hayat ve insan hakkında en sıhhatli İslâmî fikrin tekvini içinde bizlere vâcip olan şey, garb felsefesinin ve ona bağlı olarak ahlâk prensiplerinin liselerimizde mutlak surette okutulmamasıdır. Üniversitelerin son sınıfında ve felsefe bölümünde ilk iki seneden sonra ancak okutulmaldır. Fakat daha önce hakikî mânada İslâmî bir tedrisat tâkip edilerek İslâm fikriyatı takrir edilmeli ve bu, İslam Felsefesi olarak isimlendirilmemelidir"(S.279)

İnsanın soruları ne zaman başlar? İnsan ne zaman sorgulama ihtiyacı duyar? Üniversite son sınıfta mı? Soru soran bir insan yavrusuna cevapları bir diğer yetişkin verebilir kuşkusuz, ama bu cevaplar onu tatmin etmeye yetecek midir? Kutub, insan aklının, öğreti ve yönlendirmelerle diğer bir insan aklı tarafından yönlendirilebileceği gerçeği üzerine bina ettiği bu önerisini, çok uzak bir noktaya hedef dikerek boşlukta bırakmıştır. 

Liseler, ergenlik dönemini yaşayan, hatta aşma döneminde olan gençlerin eğitildiği eğitim-öğretim süreçleridir. Bu süreçler insan aklı için en heyecanlı, en samimi ve en verimli dönemleri içerir. Bu dönemleri adı İslâm Felsefesi olmayan bir düşünce sistemiyle örmek nasıl mümkün olabilecektir? Mukayese etmek üzere yapılandırılmış olan insan aklının elinden mukayese edilebilecek şeyleri aldığınız zaman yaptığınız eğitim eğitim olacak mıdır?

Prof. Seyyid Kutub'un İslam'da Sosyal Adalet" kitabı edebiyat, tarih gibi alanlarda da benzer öneri ve yaklaşımlarla sosyal adaletin tesisine dair kanunları sıraladıktan sonra 'Yolların ayrışımında; İslâm' spotuyla sona erer. Bu spot Kutub'un ısrarla verdiği önemli mesajların bileşimidir. Hatalarına ve çelişkilerine rağmen, Prof. Seyyid Kutub rahmetle yâdedilecek olan samimi bir mütefekkirdir. Hataları ve çelişkileri bazı samimi müslüman çağdaşları gibi onun da bir geçiş dönemi insanı olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat o bir şehiddir, şehit olduğu için de eksik sözlerimiz onun hatırâsına zarar veremez:

"Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır. " Kendisini idama mahkûm eden heyete hitâben, Prof.Seyyid Kutub, 22 Ağustos 1966


Seçkin Deniz, 29.07.2009, Sistematik Analizler 99
Kitaplar ve Hayat

Seçkin Deniz Twitter Akışı