18 Temmuz 2013 Perşembe

SA295/SD45: İnsanların Hak Alanları Paralelinde Demokrasi ve Hilâfet Tartışmalarına Serin Bir Bakış

"Amacımız nedir? İnsanın hak alanlarının korunmasını istiyor muyuz? Eğer istiyorsak bu isteğimize hizmet edecek olan sistem hangisidir?"


İnsanları yönetmek neden önemlidir? Ya da insanlar neden yönetilmek isterler ve yönetilmeyi önemserler? Yönetmeyi isteyenler ile yönetilmeyi isteyenler bu önemi aynı oranda mı hissediyorlar? Bu sorulara cevap verilmeden herhangi bir yönetim şeklini tartışmanın bir yararı olmayacaktır. Nitekim bu tür tartışmalardaki samimiyetsizlikler yüzünden ortaya çözümcü bir sonuç konulamamaktadır.

Yönetmeyi isteyenler ile yönetilmeyi isteyenlerin bu önemi aynı oranda hissettikleri kabul edilerek düşünülürse varılacak kanaat şu olmalıdır: Yönetme-yönetilme önemliyse ve temelde insanların hak alanında,güvenlik ve hayat alanlarının sınırlarının korunmasında adaletin sağlanması gibi bir hedef varsa bu yönetmeyi isteyenlerin sorunu değil yönetilmeyi isteyenlerin sorunudur ve yönetilmeyi isteyenler tercih ettikleri bir kişi/kurum ve sistem tarafından yönetilme hakkına sahip olmalıdırlar; yönetmeyi isteyenlerin tercih edecekleri kişi/kurum ve sistem tarafından değil. Aslolan budur: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz".

Aksi halde yönetmeyi isteyenlerin daha baskın bir oranda yönetmeyi önemsedikleri durumlar hâsıl olacak "Nasıl istersek öyle yönetilirsiniz" hükmü geçerli olacaktır. Bunun adı da 'Dayatma'dır ve dayatma ile hükümdârlığını sürdürmek isteyen kişi ve kurumlarla ilgili sade ve insan kulaklarının alışkın olduğu rejim türlerinin temeli olan 'Dikta' dan başka bir şekil ortaya çıkmaz. Demokrasi ve Hilâfet tartışmalarına bu serin düzlemde bakmak yarar/fayda umanlar için yararlı/faydalı olacaktır.

İnsanlar yönetilmekten hoşlanmazlar; yönetmek her insanın genetik kodlarına yerleşmiş bulunun bir yaratılış özelliğidir. Bu özelliğin her insanda var edilmesi de ilâhî adaletin evrensel kriterleri gereğidir. Her insan yönetici olma istidâdına sahip kılınarak yaratılmıştır. İnsan olmanın temel mükellefiyetlerini icra edebilmesi için insanın yönetici olması gereklidir. 

İnsan kendisini, ailesini, işini, nakil aracını ve daha birçok şeyi yönetme istidâdına sahip olmasaydı bir insan olma özelliklerine sahip olmuş olamazdı. Ancak, bireysel yönetim ihtiyaçları her insanı bireysel hükümdâr kılıyor olmakla birlikte toplumsal yönetim ihtiyaçları her insanı toplumsal hükümdar yapmaz. İnsanları yönetmek toplumsal yönetim ihtiyaçlarının ortaya çıkmasından dolayı önemlidir. Çünkü her insan bir yönetici olduğu içindir ki; diğeri karşısında bu yönetme hakkını kullanmaya devam etmek ister. Her insan yönetici ise her insanın yönetme nedenleri farklı olacak ve doğal olarak yönetme erklerini hâkim kılma gibi olağan durumlar ortaya çıkacaktır. Biz buna çatışma diyoruz.

İnsanı yaratan Allah, insanlar arasında hâkim olma gayesiyle çıkabilecek tartışmaları ortadan kaldırmak amacıyla her insan için 'hak alanı' oluşturmuş; bu alanı güvenlik ve hayat alanı olarak tespit etmiş ve bu tespitine delil olarak kanunlar ihdâs etmiştir. 

İnsanların bu güvenlik ve hayat alanlarına dair sınırları yetersiz bulmaları ve başkalarının güvenlik ve hayat alanlarına tecavüz etmeleri ile başlayan toplumsal sorunlar sonrasında da sürekli elçiler göndererek insanları ilâhî sınırlara davet etmiştir. Tek başına bir insanın âsi olma, günahkâr olma ve hükümdâr olma gibi bir davası ve sorunu olmayacaktır. 

İlâhî sınırlara uymakta titiz davranan insanların bu sınırları, uymayanlara göre, toplumsal yönetim ihtiyaçlarının giderilmesi için daha öncelikli olarak tercih edeceği açıktır. Yani insan kendisine verilen yönetme hakkını, toplumu yönetme hakkına dönüştürüp dönüştürmeme kararını kendisi verir. Fakat bu kararı onu yönetici yapmaz. Tercih edilebilecek biri olmakla olmamak, bireyin bir yetişkin olma sürecinde edindiği kişisel tecrübelerle doğrudan ilişkilidir. Diğerleri ondaki sınırlara uyma hâlini takdir edecek ve ona kendilerini yönetme hakkını bizzat vereceklerdir. İnsanlar âdil biri tarafından toplumsal yönetim ihtiyaçlarının giderilmesini kendi hak alanlarının korunması için önemserler.

İnsanları yönetmek, her bir insanın hak alanını koruması ve onun bu alanda güvenlik içinde hayat hakkını kendisine verilen ömür süresince adil bir şekilde kullanabilmesi için önemlidir. Allah'ın gönderdiği dinlerin amacı da budur. Allah'a ve diğer din gereklerine olan iman da insanın bu hak sınırları içerisindedir. Birbirinden ayrık ve çelişkili değil, bütüncüldür. Fakat kendi hak alanını genişletmek, bu genişlemeyle birlikte diğer insanların hak alanlarını daraltmak haksızlık ve adaletsizliktir. 

İnsanları adalete uygun bir şekilde yönetmeyi önemseyenler, tercih edilerek geldikleri yerde insanları yönetirler. Adaleti önemsemeyenler, kendi hak alanlarını genişletmeyi önemserler. Onlar için insanları yönetmek bu nedenle önemlidir. Adem'in kendi hak alanının sınırlarını çiğnemesiyle başlayan sürece bu açıdan bakmakta fayda vardır. Ve insan Adem'den sonra Allah'ın kanunlarını hükmetme, hüküm alanlarını genişletme gâyesiyle bozmuş, değiştirmiş ve nihayetinde hayat alanından uzaklaştırmıştır.

İnsanın İlâhî ölçülere tecavüz edip, bu ölçüleri diledikleri şekilde genişletme veya daraltma girişimleri, geçmiş zamanlarda bilfiil Allah adına yapılmaktaydı. Allah'ın gönderdiği nizâm değiştirilip insanların kişisel beklentilerine göre yeniden tanzim ediliyor ve yönetme gücünü eline alan her bir insan her insanın hak alanlarını yeniden düzenlemeye başlıyordu. 

Tahriflerden sonra gönderilen her peygamber Allah'ın hükümleriyle hükmetse de bir süre sonra her şey yeniden değişiyor; insanlar adaletsizliklerle karşılaşıyor; hayat haklarını kaybediyor ve kaos her seferinde dünyaya hâkim oluyordu. Savaş insanın menfaat savaşıydı. İblis'in kışkırtmalarıyla başlayan bu savaş hâlen sürüyor. Peygamberleri hayat alanlarından uzaklaştıran azgın insanlar birçok sistem ürettiler. Bu sistemlerin amacı da insanın hak alanlarının korunmasına yönelikti. Yani insan hep aynı arayış içinde olmuş ve adalet aramıştır. Kime karşı? İnsana karşı.

Demokrasi ve Hilafet gibi aslında çok sıradan iki konuya ve bu iki konuyu karşıt hale getiren çabalara değinmeden önce, karar vermek zorundayız. Amacımız nedir? İnsanın hak alanlarının korunmasını istiyor muyuz? Eğer istiyorsak bu isteğimize hizmet edecek olan sistem hangisidir? Böyle bir sistem varsa bu sistemin İlâhî dayanakları var mıdır? İlâhî dayanakları yoksa, bu sistem sağlıklı bir sistem olacak mıdır?

Hep birlikte şunu söyleyebiliyor muyuz? "Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi istiyoruz." 

Söyleyebiliyorsak bu yönetim biçiminin adının ne olduğu neden o kadar önemli olsun? Yoksa bu sistemin adı Demokrasi ise, Demokrasi'yi başka bir çok söyleyiş tarzına uygun bir tanım içerisine sokarak dışlamayı mı seçeceğiz? 

Söyleyebiliyorsak, insanın hak alanlarını daha kolay koruyabileceği başka bir sistem olup olmadığını tartışmak zorunda olup olmadığımızı da kararlaştırmalıyız. Demokrasi denen sistemin kendisini sınırladığı bu net tanım içerisinde aradıklarımızı bulamayacak mıyız? Hak alanlarının korunmasını başaramayacak mıyız? 

Söyleyemiyorsak biz gerçekte adil ve hakkaniyete dayalı bir yönetim istediğimiz hususunda kimseyi ikna edemeyiz. Biz tahakküme/diktaya dayalı bir sistem istediğimizi iddia ediyor olduğumuzu ilan etmiş oluyoruz. Bunun bu şekilde anlaşılması da bizi rahatsız etmemeli.

Her bir bireyin söz hakkının olduğunu her bir bireye söz söyleme gücü veren Allah ilan etmiştir. Bunun aksini iddia edemez kimse. Çünkü; Allah, insanı sarf ettiği veya etmediği sözleri dolayısıyla muhatap kabul etmektedir. Her bir insanı söz söyleme hakkı dolayısıyla doğal yerine taşıyan bir sistem Allah'ın emirlerine uygun bir sistem olacaktır. İnsan da söz ve söze dayalı eylemleri dolayısıyla hak alanlarını koruma, güvenlik ve hayat alanlarının sınırlarını muhafaza etme fırsatını bulacaktır. Adalet budur ve Allah âdildir, âdil olanı sever. Adalet hususunda kimin hangi inanca sahip olduğunu birinci öncelik olarak almaz. Hedef insandır; inanan veya inanmayan insan değil.

Demokrasi, insanlık tarihine antik Yunan Site Devletleriyle girmiş değildir; yazılı ve belgeli tarih bize demokrasiyi oradan anlatsa da, şu andaki demokrasi algıları ile antik çağdaki demokrasi algıları aynı olmadığı gibi, antik çağdan önceki demokrasi algıları da antik çağdan ve bugünden daha farklı bir formda olabilir. Ancak konunun özü değişmemiştir. 

Dönemsel olarak söz hakkının bazı insanlardan alınıp bazılarına tahsis edilmesi ve bu yolla hak alanlarının tahrip edilmesi yukarıdaki talebin olmadığı anlamına da gelmemektedir. Bu tıpkı, şeriatle idare edilip, şeriatle hükmedilmemesi gibi bir durumdur. 

İslâm'ın doğuşundan Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışına ve Hilafet'in ilgâsına kadar geçen dönemde müslümanlar şeriatle idare edildikleri halde şeriat hükümlerinin her zaman ve herkes için uygulanabilir olduğunu iddia edemeyiz. Eğer hakkaniyetle şerî hükümler uygulanabilseydi bugün sistem tartışması yapmamıza gerek kalmayacaktı. Ve eski sistem sürecekti. Deforme olmuş her bir din, her bir sistem aynı insanî zaafla yıkılmıştır; sistemin zaaflarıyla değil. İnsanî zaaflarla sistemlerin zaaflarını birbirine karıştırdığımız için sistemleri suçlamayı tercih ediyoruz. Bunu dürüst ve samimi olmadığımız için yapıyoruz.

Hilâfetle ilgili kanaatlerin hiçbiri kaynağını Kur'an'dan ve Sünnet'ten almaz. Kur'an ve Hz. Peygamber herhangi bir sistemi önermemiştir. Hz. Peygamber'in Krallık gibi bir beşerî pâyeye de yüz vermediği, bazı yönetsel davranış örneklerinde insanlarla fikir alışverişinde bulunduğu da kesindir. 

Fakat; dikkatlerden kaçan esas meselede, yani insanın hak alanlarının korunmasına dair bir meselede çevresinden hiç kimse ile herhangi bir şekilde istişâre etmiş değildir. Çünkü; Kur'an hak alanlarının korunmasında gerekli olan sınırları belirlemiş, ödül ve ceza mekanizmasını kurmuştur. Hatta bu konuda Hz.Peygamber'in Allah'ın izni olmaksızın yeni bir hüküm koyma yetkisi de yoktur. Hz. Peygamber'e itaat, Hz. Peygamberin Allah'a itaatine bağlanarak, yönetim bu hususta söz hakkına sahip kılınmamıştır. 

Kur'an'ın koyduğu cezâî müeyyideler toplumsal yönetim ihtiyâçlarını gidermek üzere tesis edildiği için yönetim, bu cezâî müeyyideleri uygulamakla mükelleftir. Zira hak alanlarının ihlâlî sosyal bir sorundur ve insanlar bu türden sosyal sorunların âdil bir şekilde çözülmesi için yönetilmek isterler. 

Hz. Peygamber'in uyguladığı sistemin adı var mıdır? Varsa beşeri sistemlerden hangisine benzemektedir? Dikta rejimi değildir, o halde nedir? Hz. Peygamber'in uyguladığı sistemde her insanın eşit bir hakka sahip olduğuna dair kuşkumuz yoksa ve her insanın söz söyleme hakkı mahfuzsa bu sisteme, şimdiki zamanda ne ad verebiliriz? Demokrasi mi? Hilafet mi?

Hilafet nedir biliyor muyuz? Bir yönetim şekli midir, bir kurum mudur? Yoksa Hz. Peygamber'in vefatından sonra onu temsilen ona vekâlet etmek midir? Bir peygamberin vekili olabilir mi? Olsaydı, bunu ayetlerle ve sahih hadislerle bilmiş olmamız gerekmiyor muydu? Bu vekâlet Hz.Peygamber'in hangi sıfatına binaen tesis edilmişti? Âdil Peygamber sıfatına mı Devlet adamı sıfatına mı?

Âdil Peygamber sıfatına vekâlet edilemeyeceği ortadadır. Demek ki Hz.Peygamber'den sonraki vekalet 'Âdil Devlet Adamı' sıfatına binaen tesis edilmiştir. O halde hilâfet bir yönetim şekli değildir. Hâlife de Hz. Peygamberin vekili değildir; olamaz.

Bir ayrıştırma daha yapmakla mükellefiz. Hilâfet, bir yönetim şekli değilse, neden bir yönetim şekli olarak lanse edilmektedir? Hilâfet, dört Halife devrinde kavramsal ve kurumsal özelliklere sahip değildi. Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Ali ve Hz. Osman birer 'Emir'di. 

Emirlik, bugünkü anlamına yakın olarak hükümdârlık demektir. Hz.Peygamber'e yakın olmaları ve Kur'an'ı en iyi anlayanlardan oldukları için onların emirlikle birlikte Kadılık/Hâkimlik de yaptığı unutulmamalıdır. Sınırlar genişledikçe, her bir uzak bölgeye Valiler ve Kadılar tayin edilmiştir. Vali ve Kadı aynı kişi değildir. Fakat her ikisini de atayan Emir tek kişidir. Bu tüm erklerin tek elde toplanması ve tahakkümün bir tek kişi tarafından gerçekleşmesi demektir. 

Dört Halife'nin adil olmayacakları ihtimalini düşünmeyen insanlar onlara hak alanlarının korunmasında şeksiz bir güven duygusuyla biat ettiler. Biat onları seçmek ve onaylamak, hayat kaydıyla onlara tabi olmak anlamında bir seçim işlemidir. Şimdi burada Dört halife döneminde insanların eşit söz hakkına sahip olduklarını söyleyebilecek miyiz? Söyleyeceksek bu yönetim şekline ne diyeceğiz? Krallık mı? Demokrasi mi? 

Dört Halife'den her birinin seçilme şekli birbirinden farklı olsa da bu seçilme işlemi kendi döneminde ve günümüz Dünya'sında hangi seçeneğe yakındır? Genel ve yerel seçimlerden söz etmiyoruz. Dört Halife döneminde yönetilen her bir insanın eşit derecede söz söyleme hakkı olduğundan da söz etmiyoruz. Medine'de Hz.Peygamber'in arkadaşlarının yaptığı seçimden söz ediyoruz. 

Eğer elitlerin seçimi deseydik bu daha akıllıca olurdu. Nihayetinde içinde seçim olsa da biz buna yukarıda istediğimiz yönetim şeklidir, diyemiyoruz. Fakat, her bir insan söz hakkını kullanacak coğrafi ve teknolojik koşullara sahip olsaydı; söz hakkını kullanabilecekti. Bu Hz.Peygamber'in arkadaşlarının tercihlerine duyulan güven duygusuyla gerçekleşen ve içinde adalet olduğundan kuşkulanılmayan bir durumdu. Kendi tarihsel pozisyonunda bu başlı başına bir devrimdi. Ve demokrasiye en çok benzeyen de bu devrimle gelen yönetim şekliydi. Ne Krallıktı, ne de hanedanlıktı. Dikta hiç değildi. Irsî sebeplerle emir tâyini yapılmıyordu. O halde neydi?

Bugün Hilâfet kurumunun yeniden ihyâsı için iddia sahibi olan iki fikir vardır. Bu fikirlerden biri, Hz.Peygamber'in soyundan -Hâşimî olmak da yetiyor- geldiği iddia edilen herhangi bir insanı -seçme eylemi olmadan- Hâlife tayin etmek ve Hilâfet'i onun soyundan gelecek olanlarla sürdürmek. Diğeri ise, yetkin dinî birikime sahip kişiler arasından seçimle Halife tâyin etmek.

İlk fikrin sahipleri, Dört Hâlife'den sonra ortaya çıkan saltanatı öneriyorlar ve saltanat çatışmalarını ortadan kaldırmak için Hâşimî hanedanını tek hak sahibi olarak ilân ediyorlar. Halbuki; Hz.Peygamber'un soyu kızıyla devam etmemiştir. Bu yahudi geleneğinin- kız tarafından soy takibi- sürdürülmesinin tek sebebi de saltanat ihtirasıdır, hak alanlarının muhafazası değil. 

Nitekim Hanedanlar Saltanatı'nın ne kadar âdil olduğu, insanların Hak alanlarını ne kadar muhafaza ettiği tarihî vesikâlarla sabittir. Saltanat Hâlifelerinin saltanat uğruna katlettiği İmamlar, Hâlife'ye değil müstebit bir hükümdâr'a karşı çıkıyorlardı. Müstebit Hükümdâr'ın kurumsal değeri Hâlife idi. Mamafih İmamlar Hâlife'ye kutsal bir değer atfetmiyorlardı. Onlara göre o sadece 'Emir'di.

Hanedan Halifeliği'ni savunanların hedefi, bütün müslümanlar için bir önder belirlemek ve tüm müslümanları o önderin etrafında toplamak ve Hilâfet'i eski siyaset üstü kurumsal değerine ulaştırmaktır. Hangi eski siyaset üstü kurumsal değer? Abbasiler dönemi, emir ile Halife'nin ayrıldığı dönemde oluşan siyaset üstü Hilâfet. Bu neden isteniyor? İstikrar ve birlik için. Peki o dönemde Halife müslümanların birliğini sağlayabilecek bir kudrette olabilmiş midir? İnsanların hak alanlarının muhafazasında herhangi bir dönemde siyaset üstü bir Halife bunu başarabilmiş midir?

Müslüman Devletlerin birbirleri ile yaptığı savaşlar incelenirse bunu başaramadığı, aksine Halife'nin güçlü Hükümdarlar elinde bir kuklaya dönüştüğü görülecektir. Siyâsî birliğin sağlandığı tek Hilâfet Dönemi Osmanlı İmparatorluğu dönemidir; bu birlik de Sultan'ın Halife olması ile sağlanabilmiştir. Siyaset üstü tutum ve eylemlerle değil, bilfiil siyasetle bu sağlanabilmiştir. 

Bu büyük çelişki ortada iken ilk fikrin sahipleri 3 Mart 1924 tarihine atıfta bulunarak ikinci çelişkiye düşmektedirler. Eğer, siyaset üstü Hanedanlık Halifesi'nden söz edilecekse bu Halife nû resimler yapan Son Osmanlı Halifesi Abdulmecid Efendi'in torunlarına, dolayısıyla Osmanlı Hanedanına ait bir hak olacaktır. TBMM önce Hilafeti/Halife'yi siyaset üstü konumuna taşımış ve sonra bu kurumu ilgâ etmiş, Son Halife'yi de memleketi terk etmeye mahkûm etmiştir. 

Haşimî Hanedanı'na Hilafeti tahsis edecek olanların atıfta bulunmaları gereken tarih Abbasîlerden devralınan tarih olmalıdır; 3 Mart 1924 değil. Bu nedenle bu tezin sahiplerinin Hilâfet Mirası'nın nakli hususunda akla dayalı herhangi bir nedeni de yoktur. Aklî nedeni olmayanlar 21. yüzyılda, insanları yeni saltanatlar için ikna edebilecekleri argümanlara da sahip olamazlar. İkna değil de, başka yöntem tercih edeceklerse buna da sadece 'Dikta' yahut 'İstibdât' denir. Müslümanlar istibdâda doyalı çok uzun yıllar oldu. Bu türden istibdâdı çağrıştıran yol ancak 'sabbahî' yöntemlerle tesis edilir. Gideceği yer de hilâfet değil, tiranlıktır.

Hilâfet'in ihyâsına dair ikinci fikir sahipleri ise, İstibdâd'a doyan Müslümanlara farklı bir seçenek sunmaktadırlar: Dört Halife dönemine benzer yöntemlerle Hâlife seçmek. Cevap vermeleri gereken önemli bir soru var: acaba hangi halifenin seçim yöntemini kullanacaklar? 

Dört Halife'nin seçilmesi ile ilgili yöntemler birbirinden farklıdır. Hz.Ebu Bekir, zımnî kabullerle seçildi, Hz. Peygamber'in ağırlaşan hastalığı döneminde İmamlık için onu görevlendirmesi bir işâret telakkî edilmiştir. Hz. Ömer'in seçilmesi, Hz. Ebu Bekir'in işareti ile yine zımnen olmuştur. Hz. Osman'ın seçilmesi Aşere-i Mübeşşere'ye tevdî edilmiştir. Hz. Ali ise, Sahabilerin çoğunun sağ olduğu dönemde 'âsilerin baskısı altında' yapılan biat ile cuma günü mescitte Halife seçilmiştir. 

İkinci fikrin sahipleri bugün bu seçiliş şekillerinden hangi birini, hangi ülkenin topraklarında ve kimlerle birlikte uygulamayı öneriyorlar? Kuşkusuz herhangi birini, herhangi bir yerde önerecek durumda değillerdir. Ve olgunlaşmış bir seçim sistemleri de yoktur; buna dair ürettikleri bir projeye de sahip değillerdir. Müslümanların yaşadıkları büyük çöküntüden kurtulabilmek için tekrar Hilâfet Kurumu'nun ihyâsı gerektiğini haykırmak dışında bir şey yapmıyorlar. Unutuyorlar: eski sözlerle, hâtırâlarla yeni devletler/sistemler ve kurumlar kurulamaz, onlar sadece ders almak için vardırlar.

İnsanlığın ürettiği beşerî 'Demokrasi' bile önerilecek olan dört halife dönemi seçim şekillerinden çok daha hakperesttir. Lâkin ikinci fikrin sahipleri Demokrasiyi batı kökenli bir sistem olarak algılayıp dışlıyor, hatta Demokratik Batılı ülkelerin vahşetini demokrasiye bağlayıp bu sistemi lânetliyorlar. 

Demokrasi'nin Kur'an ve sünnete istinad edilen kaynakları olmadığını iddia ediyorlar. Oysa dört Halife'nin seçiliş şekillerinden hiçbiri Kur'an ve sünnetten dayanağını alabilmiş değildir. Bu dört şekil de beşerîdir. Daha gelişkin olan ve hemen herkese söz hakkı veren demokratik bir seçim neden beşerî olduğu söylenerek reddedilsin?

Hilâfet, bugünkü koşullarda siyasî gerekçelerle Vatikan ve Papa'ya karşı kurulması önerilen bir siyâsî kurumdur. Her iki fikrin sahiplerinin yaşadıkları sıkıntı 'Başsızlık' sıkıntısıdır. Hristiyanlık veya daha başka egemen güçler karşısında yaşanan eziklik, bu isteğin gerçekleşmesi ile aşılacak sanılmaktadır. Bundan maksad da hak alanları gasp edilen müslümanlara itibarlarını ve haklarını iade etmektir. Teşhis haklı gerekçelere sahiptir, ancak ileri sürülen fikirlerin birer teoriden veya hayalden öteye gitme şansları yoktur.

Hilafet, dinî bir kurum değil bilâkis Papalık gibi siyâsî bir kurumdur. Kur'an'dan ve Sünnet'ten dayanağı yoktur. Eğer siyâsî bir kurumdan söz edeceksek kullanacağımız terimler dinî değil siyâsî olmalıdır ve yeni sözlerle yeni sistemler üretmek zorundayız. Akl-ı selîm bunu gerektirir. Aklı- selîm ise Kur'an'da sıklıkla zikredilmektedir. Bunu neden ciddiye almıyoruz? Akl-î selîm'in ne olduğuna dâir tereddütlerimiz mi var? Aklı selîm, bizi, gerçekleşebilme ihtimâli yüksek seçenekleri belirlemeye ve bu seçenekleri uygulayabilmeye götürüyorsa, kendisini diğer akıl yürütmelerden ayırt etmiş olacaktır.

Yeni sözlerle yeni siyaset tarzı belirlemek zorundayız. Hazırda siyâsî bir kurum var, uluslararası düzeyde kendisini yerleşik hâle getirmeye devam eden bir kuruluş: İslâm Konferansı Örgütü (Teşkilâtı). Bu örgüt adı üstünde Müslüman ülkeler arasındaki dayanışmayı hedefliyor. Üye devletlerin seçimiyle bir sekreter belirleniyor. Seçilen sekreter neden siyâsî bir temsiliyet imkânı kazanmasın? Bu temsiliyet makamına Hilâfet, seçilen kişiye de Hâlife demek zorunda mıyız? 

Geleneksel siyâsî kurumları ihyâ etmenin zorluğu, hatta imkansızlığı ortadayken bu seçeneği neden değerlendirmiyoruz? Amaç, Müslümanların Batılılarca tecavüze uğrayan hak alanlarına dair sınırları yeniden çizmek ise, bu siyâsî birlikle bunu sağlamak daha kolay değil midir?

Adını 'İslâmî İstişâre Teşkilatı' olarak değiştirebileceğiniz bu birliğin mevcut yapısını daha da geliştirmeniz de mümkündür. Üye her ülkeden seçilmiş liderlerin oluşturacağı seçici kurul,-Hz. Osman'ın seçilmesi gibi- aralarından bir temsilci seçebilir. Bu liderlerin din adamları arasından seçilmesi de gerek şart değildir. Din Adamı'nın siyâsî kurumları temsil etmesi kendi yeterliliklerini aşması demektir. Zira bu kurum Papalık gibi olmamalıdır -Gerekirse bu teşkilatta Din ile ilgili başka bir alt kurul oluşturulabilir-. Hem müslümanların hem de diğer insanların hak alanlarını koruyabilecek bir Din'in temsilcisi olmak sadece müslüman'a hizmet etmek demek değildir.

İslâm bu yüzden evrenseldir, Barış Dini'dir. Ama bundan önce üye her ülke, kendi idari yapısını seçime endeksleyen bir temele oturtmak zorundadır. Aksi halde, kendi ülkesinde hak alanlarına dair bireysel sıkıntılar yaşayan bir üye devlet bu yeni teşkilatta meşru olarak yer işgal edemez, bu teşkilat da küresel ölçekte bir etki oluşturamaz.

Gâye, 'Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi' ise bu konuyu bu şekilde tartışmaktan başka çâremiz yoktur.




Seçkin Deniz, 31.07.2009, Sistematik Analizler 97

Seçkin Deniz Twitter Akışı