9 Şubat 2018 Cuma

SA5617/KY57-AHCZD81: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 44: En'âm (44-55)

  "Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


EN’ÂM SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (44-55. Ayetler)[1]

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ

“Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’âm Suresi,6/44.)

Amerika, Avrupa, İsrail, Rusya vb. yüce Allah'ın "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık." Haberiyle beraber düşünüyorum. Çünkü bu ayetin çizdiği tablo... Nimetlerin ve rızıkların hesapsızca akışı sahnesi buralarda olduğu kadar yeryüzünün hiçbir yerinde somutlaşmamıştır. Bu devletler ise Allah’ın bunca nimetine rağmen yeryüzünün tamamını, karada-denizde fitne ve kaosun çıkması için uğraşmaktadırlar. Kasırga, tayfun, sel, ölümler ile sınanmalarına rağmen zulümlerine devam etmektedirler. Kendilerinden öncekilerin başına gelenin kendi başlarına gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Nitekim “zulüm ile âbâd olanın âhiri berbat olur.”

“Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.” (Şuarâ,26/227.)[2] “Bak, o zalimlerin sonu nasıl oldu.” (Yûnus,10/39.)[3]

فَقُطِـعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۜ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

“Sonunda zulmeden kavmin kökü kesildi. Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.” (En’âm Suresi,6/45.)

Bu kendi kendilerine zulmeden, hiçbir uyarıya kulak asmayan ve cezalandırılanların acı sonudur. İnsanların ne şekilde Allah’ın azabıyla karşı karşıya kaldıklarını, bu azapla karşı karşıya kalmalarının sonunun nasıl olduğunu, yüce Allah’ın onlara nasıl fırsat üstüne fırsat verdiğini, nasıl peş peşe uyarıda bulunduğunu gözler önüne seren ve yorumlayan bir örnektir.  Kendilerine bildirilenleri unuttukları, şiddet onları yüce Allah’a inanmaya ve O’na boyun eğmeye yöneltmediği, kendilerine verilen nimetler onları şükretmeye ve fitneden sakınmaya sevk etmediği, fıtratları bir daha düzelmeyecek kadar bozulduğu, hayatları artık düzelmeyecek kadar kokuştuğu zaman, onlar hakkındaki yüce Allah’ın sözü gerçekleşir ve üzerlerine hiçbir yurdun kurtulmasının söz konusu olmadığı yok edici azap indirilir.

Kur’an’da “Tevhid akidesinin tarihi” olan “kıssalar” ile helâk edilen kavimler haber verilir. Tevhid bayrağı altında toplanmayı ve hak daveti dinlemeyi reddedenlerin başına gelecek olan cezanın çok büyük olduğunu ve böyle davrananlara Allah’ın her taraftan azap göndereceği ve bu azaptan kaçışın mümkün olmayacağı bildirilir.

“Helâk, yeryüzüne yönelik Allah’ın ilâhi bir müdahalesidir. Bu bağlamda helâkı, küfür önderlerinin (eimmetü’l-küfr) (Tevbe, 9/12.) olumsuz faaliyetlerini etkisiz hale getiren, onları yerle bir eden ilahî bir önlem olarak tanımlayabiliriz. Helâk hadisesi, olumsuz anlamda toplumsal bir değişim süreci sonrasında meydana gelir. Çünkü helâk edilen birey ve toplumlar, Allah’a karşı isyânkar bir tutum izleme konusunda köklü bir ahlakî değişim geçirirler. Onların bu tavrı zaman içerisinde kendileriyle sınırlı kalmayıp çevreye zarar veren bir yapıya bürünür. Bu durumda başkalarını da etkisi altına alan isyânkarlık dalgasının önünün kesilmesi amacıyla helâk cezası gündeme gelir. Bu açıdan bakıldığında helâk, yeryüzünün bozulan dengesinin (Bakara, 2/251; Muminûn, 23/71.) yeniden inşa edilmesi amacına hizmet etmiş olur. İbn Teymiyye’nin (728/1327) ifade ettiği gibi helâk, Allah’ın âyet ve mucizelerinden birini oluşturmaktadır. İnkarcı bir toplum azabı hak ettiğinde, Allah onları ya bizzat kendisi, ya da kulları eliyle helâk eder. Onların helâk edilmesiyle kâfirlerden müminlere yönelik olarak gelmekte olan şer ve kötülükler azalır, iman küfre karşı zafer elde eder. Bu olay insanlar arasında yayılır ve diğerleri de bu inkârcıların durumundan ibret alır. Helâk, kafirlerin küfürlerinde daha fazla ileri gitmelerini de önler.” [4]

Burada Müslüman olarak üzerinde durmamız gereken husus, Kur’ân’ın mesajları, anlattığı kıssalar, kıssalarda geçen sebep-sonuç ilişkileri, kıyamete kadarki muhataplarını ilgilendiren ve Allah’ın sünnetine göre, benzer davranışların benzer şekillerde karşılık bulacağını anlatan hakikatlerden ibarettir. Kur’ân, sadece ibret alınıp geçilecek bir “nesne” değil, her dönemde insanoğlunun hayatında aktif etkisi olan bir “özne” olarak kalmaya devam edecektir. İsyankârlara yönelik ilahi cezalandırma, kıyamete kadar devam edecektir. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun, önceki milletlerin akıbetinden farklı olmayacağı[5] sonucunu çıkartmamız gerekmektedir. Çünkü, hukukta genel bir prensip vardır: “Gerekçenin (illetin) umûmî oluşu, hükmün de umumi olmasını gerektirir.” Buna göre, helâk olmaya sebep eylemlerde bulunanlar, ilâhî kanuna göre, önce ve sonra ayrımına tabi tutulmadan helâk edilirler. Bu, onların her birinin helâk oluş şekillerinin farklı olmasına mani değildir. [6]

“Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, kendilerini yola getirmedi mi?” (Tâ-Hâ 20/128; Secde 32/26.) Yani, “kendilerinden önceki kâfirlerin başına gelen helâk hadiselerinin kendi başlarına da gelmesinden korkmuyorlar mı?” anlamınadır.

“Biz öncekileri helâk etmedik mi? Sonra, arkadan gelenleri de onların arkasına takacağız. İşte biz suçlulara böyle yaparız.” (Mürselât, 77/16-18.) Böylece âlemlerin Rabbi olan Allah, bir vesileyle kendi davranış biçimini (sünnetullahı) ortaya koymaktadır.

قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ اَخَذَ اللّٰهُ سَمْعَكُمْ وَاَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِهِۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ

“De ki: "Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse (sizi düşünme ve anlama güçlerinden yoksun bıraksa) bunları size geri verebilecek Allah’tan başka ilâh kimdir?" Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!” (En’âm Suresi,6/46.)

Ayetle şirk inancının tutarsızlığı ve Allah’dan başka velî/dost edinmenin sapıklığı ortaya konulmuştur. İnsan bilmelidir ki, yüce Allah, bunu yapacak olursa O’nun azabını geri çevirecek hiç bir varlık konusu değildir.

قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ بَغْتَةً اَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ

“De ki: "Söyler misiniz; size Allah’ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helâk olur?" (En’âm Suresi,6/47.)

Muhatabın ve özellikle müşriklerin akıl ve iz‘anlarına hitap eden âyetlerde Allah’ın sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insanın en dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyularıyla akıl gücünün yok edilmesi halinde, Allah’tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuşturacak bir kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen “Bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir?” sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrikler, putları Allah’a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyorlardı. Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Mü’minûn 23/84-89). Onların asıl suçu, put denilen nesneleri Allah’a eş tutmaları, bunlara kulluk etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine inanmaları ve genel olarak İslâm dininin itikadî ve amelî hükümlerini reddetmeleridir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/405-406.)

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve halini düzeltirse onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyecekler.” (En’âm Suresi,6/48.)

“Sizden önceki nesiller arasında yeryüzünde fesadı engelleyecek fazilet sahipleri olmalı değil miydi? Ancak içlerinden kurtardıklarımızdan çok azı müstesna idi. Zalimler ise ancak kendilerini verilen refahın ardına düştüler. Onlar zaten günahkâr idiler. Rabbin, halkları sâlih ve ıslâh edici kimseler iken memleketleri zulmederek helâk etmez.” (Hûd Suresi, 11/116-117.) Ayet-i kerimede de ifade edildiği gibi halkı ıslah edici toplumları helak etmesi Allah (c.c.)’ın şanından değildir.

Müminler sahîh iman, ıslâh ve sâlih amel ile korku duymayacaklar ve üzüntü de çekmeyecekler.
Bugün biz Müslümanlar için de aynı soru geçerlidir: “içinizde yeryüzünde fesadı engelleyecek fazilet sahipleri olmalı değil miydi?

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

“Âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir.” (En’âm Suresi,6/49.)

قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟

“De ki: "Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?" (En’âm Suresi,6/50.)

Bâtıl cephesi inkâr eden ve şirk koşanlar, fâsık ve münafıklar hakîkate karşı kördürler, akletmezler.
Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kulu olan bir beşerim demesi isteniyor Muhammed Mustafa (sav)’den. Bilmediği şeyleri kendisine öğreten Allah’ın vahyinden başka bir şeye uyamaz Peygamber… Kendisine uyanları bol bol rızıklandırmak üzere Allah’ın hazinelerinin üzerine oturmuş değildir. Kendisin iman edenlere olacak şeyleri göstermek için gaybın anahtarları da elinde değildir. Yüce Allah’dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O, yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık ve sade şekliyle inanç sistemi de bundan ibarettir.

De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki: “O'nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” (Ra’d,13/16.)

وَاَنْذِرْ بِهِ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْ يُحْشَرُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ وَلِيٌّ وَلَا شَف۪يعٌ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

“Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın O’nun huzurunda toplanmanın kaygısını duyan insanları onunla (Kur’an) uyar ki günahlardan sakınsınlar.” (En’âm Suresi,6/51.)

Yani, "Yalnızca bir gün yaptıklarının hesabını Allah önünde vereceklerine inananlara ve bir başkasının şefaatinin kurtulmalarında yardımcı olacağı şeklinde batıl ümitler beslemeyenlere karşı ilgi göstermelisin. Çünkü, bu 'uyarı' ancak bu tür kişiler üzerinde etki yapabilir. Yoksa ölüm ve bir gün Allah'ın huzuruna çıkacaklarını hiç düşünmeyecek derecede gaflette bulunan, dünya hayatının zevklerine dalıp gitmiş olanlar üzerinde değil. Yine şu veya bu azizle olan 'Mânevi' ilgilerinden veya şu ya da bu kutsal kişinin kendi adlarına Allah önünde şefaatçilik yapacağından, ya da falancanın günahlarının kefaretini ödeyip gitmiş olduğundan dolayı ahirette kendilerine hiçbir zarar dokunmayacağı inancına kapılarak, bu dünyada neşelenmeye bakanlar üzerinde de bu 'uyarı'nın herhangi olumlu bir etkisi olmayacaktır. Açıktır ki, böyle insanlara hiçbir uyarı fayda etmez. (Tefhîm,I/553.)

“Allah’ı unutan/umursamayan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir.” (Haşr Suresi,59/19)[7] Bu kimseler de Kur’an ile uyarmak fayda vermeyecektir.

“Öyle ise bizim zikrimizden (Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.” (Necm,53/29)[8] Aynı şekilde bu kimseler de Kur’an ile uyarmak fayda vermeyecektir.

“Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?[9]”(Mâide,5/50) Allah’ın hükmü yerine câhiliye hükmünü tercih edenlere de Kur’an fayda vermeyecektir.

Hak ile batılı ayıran furkân (Bakara 2/185[10];Furkan 25/1.) ve huccet, delil yani burhân[11] (Nisa 4/174.)  olan Kur’an’ın hidayetinden müminlerin, (A’raf 7/52, 203; Yunus 10/57.) müttakilerin, (Bakara,2/2.) müslümanların ve mûkınunun/sakınanların faydalanacağı (Yunus 10/57; Nahl 16/89, 102; Câsiye 45/20.) ifade edilmektedir.

وَلَا تَطْرُدِ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُۜ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

“Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki onları yanından uzaklaştırıp da zalimlerden olasın.” (En’âm Suresi,6/52.)

Müminler, müminlerin aşağılanmasına izin veremezler. Müslümanlar arasında da takvâ dışında bir üstünlük ölçüsü yoktur zaten. Mevki, zenginlik ve soyuna göre bir değerlendirme yapılamaz.

Hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın bu âyet, İslâm dininde insanın, mevki, zenginlik ve soyuna göre değil iman zenginliğine, Allah’a saygı ve ruh yüceliğine göre değer taşıdığını ortaya koyması, ayrıca Hz. Peygamber’in yüce ahlâkının Kur’an ilkelerine göre şekillendiğini göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Âyetin sonunda Resûlullah’a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfirlerin gözünde değersiz olsalar bile, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan insanlara karşı küçültücü davranışlarda bulunan bir kimsenin, –farzımuhal bu kimse peygamber bile olsa– zalim olarak gösterilmesi son derece ilgi çekicidir. Muhtemelen yukarıda sözü edilen altı kişiden biri olan Habbâb’ın anlattığına göre bu âyetin inmesinden sonra Hz. Peygamber’le yoksul ve kimsesiz müslümanlar arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur olmuşlar; Hz. Peygamber daha önce, bir aradayken yanındakilerin kalkmasını beklemeden kendisi kalkarken bu âyet geldikten sonra incitici olmasın diye daima onların kalkmasını beklemiştir (Diyanet, Kur’an Yolu, II/410).

وَكَذٰلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لِيَقُولُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنْ بَيْنِنَاۜ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِالشَّاكِر۪ينَ

"Aramızda Allah’ın kendilerine lutufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?" demeleri için onların bir kısmını diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri bilmez mi?" (En’âm Suresi,6/53.)

Yüce Allah, insanların kimine türlü nimetler, kimine de sıkıntılar vermek suretiyle birbirlerine karşı nasıl tutum takınacakları hususunda onları sınamaktadır. İnsanların soy sop, makam ve mal gibi fâni ve aldatıcı durumlara göre değer taşıdıklarını zanneden inkârcıların ileri gelenleri “Aramızda Allah’ın kendilerine lutufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?”; yani “Biz büyükler ve soylu önderler varken Allah’ın gerçeğe ulaştırdığı, hidayete kavuşturduğu kimseler bunlar olamaz!” şeklindeki alaylı ifadelerle onları küçümsemişler; sahip oldukları imkânlar kendileri için birer fitne olmuş; küstahça davranışlarıyla Allah’a karşı kötü bir imtihan vermişlerdir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/410)

İslâm'ı kabul etmekten kaçınan müstekbirler -büyüklük taslayanların- anlamadığı şey ise şudur; iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi biriyle ilgisinin söz konusu olmadığı aksine Allah'ın bu nimeti, hidâyeti talep eden, bunun bedelini ödeyen ve karşılığında şükredeceklerini bildiği kimselere özgü kıldığı belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf ve fakir oluşu önemli değildir. Eski ya da modern cahiliye toplumlarında insanların büyüklenme gerekçesi yaptıkları basit yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri yoktur.

وَاِذَا جَٓاءَكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِنَا فَقُلْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۙ اَنَّهُ مَنْ عَمِلَ مِنْكُمْ سُٓوءاً بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَصْلَحَ فَاَنَّهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

“Âyetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: "Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi -bir lutuf olarak- kendine yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da ardından tövbe edip kendisini düzeltirse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (En’âm Suresi,6/54.)

Yüce Allah’ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde, sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarını düzeltenlere merhamet edeceğini bu şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O’nun iyi kulları için eşsiz bir lutuf ve keremidir. Ayrıca burada,ilâhî rahmete mazhar olabilmek için yalnızca tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dolayısıyla insanların makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakılmayacağı, böylece İslâm’ın –kelimenin en doğru anlamıyla– adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna işaret edildiği görülmektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/411-412.) “Her kim de işlediği zulmünün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mâide Suresi,5/39.)[12]

Âlemlerin Rabbi olan Allah Kur'an'da "Rahmân, Rahîm, Erhamu'r-Râhimin ve "Zû Rahmeti’n vâsia" isim ve sıfatları ile nitelendirilmiştir. (A’raf,7/151; Yusuf,12/64,92; Mü'minun,23/109,118; En'am,6/133.) Yani Yüce Allah "esirgeyen, bağışlayan, en çok merhamet eden, ve rahmeti en çok olandır." "Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı." (En’âm,6/54.) ; "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır."(A’raf,7/156.) Yüce Allah, bu dünyada varlıklarını sürdürmeleri ve yaşamaları için gereken her şeyi hazırlayıp, canlı, cansız bütün mahlukatına sunmak konusundaki merhametini esirgememiştir. Kur'an bu ifadelerle ilahi rahmetin genişliğini ve sonsuzluğunu anlatmaktadır. Kur’an’da acımak, merhamet etmek ve bağışlamak anlamına gelen “rahime” kökünden türeyen kelimelerin sayısı üç yüz otuz dokuzu bulmaktadır.[13]

وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلِتَسْتَب۪ينَ سَب۪يلُ الْمُجْرِم۪ينَ۟

“Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetlerimizi iyice açıklıyoruz.” (En’âm Suresi,6/55.)

“Belki inkârdan dönerler diye âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz.” (A’raf,7/174.)[14]

Rabbimiz suçluları “mücrimler”i ve yol/yöntemlerini anlatmıştır. Mücrimler, Doğru Yol'u gösterecek ayetler olmadığından değil, kendileri bu ayetleri görmek istemediklerinden bile bile sapıklık yolunu seçmektedirler.

“Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye,45/21.)[15]

Aynı zamanda Rabbimiz sırât-ı müstakîm üzere olan Mü’minlerin dosdoğru yolunu da haber vermiştir.

وَهَذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ

“Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Şüphesiz düşünüp öğüt alacak bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.” (En’âm Suresi,6/126.)

“Sırât-ı müstakîm terkibi ise otuz üç âyette yer almaktadır. Ayrıca sırât iki âyette “müstakim” mânasındaki “seviy” ve aynı anlamdaki “sevâ’” (sevâü’s-sebîl) kelimesiyle kullanılır. Bu terkip geçtiği âyetlerin bir kısmında Allah’ın doğru yol ve istikamet üzere olduğunu (Hûd 11/56), O’nun dilediğini bu yola ileteceğini (el-Bakara 2/ 142, 213; el-Mâide 5/16; el-En‘âm 6/39; Yûnus 10/25), peygamberleri ve inananları doğru yola ulaştırdığını (el-En‘âm 6/87, 161; en-Nahl 16/121; el-Hac 22/54; es-Sâffât 37/118) bildirmekte; bazı âyetlerde ise Resûl-i Ekrem’in insanları doğru yola davet ettiği (Âl-i İmrân 3/51; el-En‘âm 6/153; el-Mü’minûn 23/73; eş-Şûrâ 42/52) ve Kur’an’ın insanı doğru yola ilettiği (el-Mâide 5/16) vurgulanmakta ve şeytanın doğru yola girilmesine engel olmaya çalıştığı ifade edilmektedir (el-A‘râf 7/16). Aynı âyet grubunda Allah’ın ipine sımsıkı sarılma (Âl-i İmrân 3/103), O’na kulluk etme (Âl-i İmrân 3/51; Meryem 19/36; Yâsîn 36/61; ez-Zuhruf 43/64) ve Peygamber’e uyma (ez-Zuhruf 43/61) sırât-ı müstakîm üzere olmanın temel ilkeleri şeklinde zikredilmiş, bazı âyetlerde “adaletle” “doğru yol” arasındaki yakın irtibata dikkat çekilmiştir (en-Nahl 16/76). Fâtiha sûresinde geçen sırât-ı müstakîm “kendilerine nimet verilenlerin yolu” şeklinde açıklanmıştır. Bu ifade, ilâhî nimete mazhar kılınanların takip ettiği yolun özelliklerini belirten âyetle birlikte (en-Nisâ 4/69) değerlendirildiğinde sırât-ı müstakîmin peygamberlerin, doğruların, şehidlerin ve sâlihlerin yolu olduğu söylenebilir. Buna göre sırât-ı müstakîme “dinde öncülerin takip ettiği yol” anlamı da verilebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’a ortak koşmamak, anaya babaya iyilik etmek, evlâtlarının canına kıymamak, her türlü kötülük ve iffetsizlikten uzak durmak, yaşama hakkına saygı göstermek, yetim malına yaklaşmamak, ölçü ve tartıda dürüst olmak, yalan söylememek, Allah’a verilmiş olan ahde vefâ göstermek” şeklinde özetlenebilecek olan belli başlı dinî ve ahlâkî görevler sıralandıktan sonra bunlara riayet etmenin Allah’ın dosdoğru yolu (sırât-ı müstakîm) olduğu, başka yollara sapmadan bu yolda yürümenin gerektiği bildirilmektedir (el-En‘âm 6/151-153). Buna göre sırât-ı müstakîm müminler için İslâm dışı her türlü inançtan, Kur’an ve Sünnet’e aykırı davranışlardan uzak durarak yaşamını sürdürme idealini ifade etmektedir.” (Hülya Alper, “Sırât-ı Müstakîm”, DİA, 37/120.)

  <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 09.02.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları





[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ
[3] فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ
[4] İbn Teymiyye, Kütüb ve Resâîl ve Fetâvâ İbn Teymiyye fi’t-Tefsîr, (thk. Abdurrahman Muhammed Kasım en-Necdî), Mektebetü İbn Teymiyye, ts., XVI, 170; helâk kökünün anlamları ve helâk kavramıyla ilgili daha fazla bilgi için bkz. Abdullah Emin Çimen, Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kavramı, M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2001, s. 44-140.
[5] Kandemir, Yaşar-Çakan, İsmail Lütfi-Küçük, Raşit, Riyâzu’s-Sâlihîn (Peygamberimizden Hayat Ölçüleri), Erkam Yayınları, İstanbul, 1998, III, 38-39.
[6] Abdullah Emin Çimen, Helâk, Devam Eden Bir Süreç Midir?, Usûl 2005,  s.42-46.
[7] وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
[8] فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
[9] أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ 
[10] أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ
[11] يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُم بُرْهَانٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُّبِينًا
[12] فَمَن تَابَ مِن بَعْدِ ظُلْمِهِ وَأَصْلَحَ فَإِنَّ اللّهَ يَتُوبُ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
[13] Abdulbaki Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’ân’il-Kerîm, s. 304-309.
[14] وَكَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
[15] أًمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أّن نَّجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاء مَّحْيَاهُم وَمَمَاتُهُمْ سَاء مَا يَحْكُمُونَ



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı