30 Aralık 2016 Cuma

SA3812/KY1-CÇ355: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm I-2

 "Bir kere olsun yapamadım ya!"


Bölüm Bir
-2-

Bir buluş hevesi durup dururken gelip yakama yapışmış değildi elbet. Sanırım Gülcan’ı fark ettiğimde bir de kitaplara düşmemle başladı. Bu da demek oluyor ki ortaokul sıralarının başlangıcıdır. Gülcan’ı gördüğümde, aşk üzerine, sevda üzerine birtakım kitaplar –özellikle Emrah ile Selvi, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı adlı halk öyküleri ki bunlar Habib Baba Türbesinin hemen dibinde sergi açıp öteberi satan ihtiyardan alıyordum, seyyar kitap satıcı dede ne satmıyordu ki, seyyar hırdavatçı bile denebilir, firkete, lastik, mesh, tespih, hac kokusu, takke ve daha neler neler.- okumaya başlamıştım ancak bu buluş hevesi onlarda değil de sanırım Kitab-ı Mukaddesi ilk elime aldığımda kapıldım. 

“Önce söz vardı!” tümcesine okur okumaz bu dünyada oluşumun nedenini anlamıştım. Söz avcılığı. Söz buluşu için vardım. Zira dünyayı değiştiren sözdü. Alet edevattaki değişimin altında yatan da sözdü. Önce söz vardı tümcesi oldukça basit bir tümceydi basit ve fakat basit olduğu kadar çarpıcı, basit ve fakat basit olduğu kadar derin, basit ve fakat basit olduğu kadar engin, basit ve fakat basit olduğu kadar bitimsiz bir tümce olmalıydı ki kendimin varlığının nedenini açıkladığını duyumsamış ve günlerce dilimden düşürmemiştim o tümceyi. 

Neredeyse hemen her söze başladığımda, hemen her hangi bir konuşmaya katıldığımda, hemen her hangi bir soruyla muhatap olduğumda “Önce söz vardı” tümcesini aralara bir yere sıkıştırıyordum. Kitab-ı Mukaddesi elime kim tutuşturmuştu yahut nerede ne zaman ne vesileyle elime almıştım bilmiyorum. Yani hatırlamıyorum. Çok çok yıllar önce olduğunu anımsamakla beraber nasıl oluğunu anımsamıyorum. 

Habib Baba Türbesinin seyyar satıcısının dünyada böyle bir kitap satmayacağını biliyorum. Hz. Alinin Cenkleri, Seyfi Zülyezen, Battal Gazi Destanı, Köroğlu ve benzeri kitaplar bir de dua kitapları satardı. Demek ki kitab-ı mukaddesi ben almamıştım. O zamanlar –yani ortaokula başlayışımın ilk zamanları- bildiğim tek kitapçı o seyyar kitapçıydı. Benim almadığım kesin. Biri bir yerde elime tutuşturdu bu da kesin. Nerede nasıl? Bu belirsiz. 

Belki Öteki’nin marifetiydi. Öteki’nin muzipliğiydi belki. Öteki’nin böyle tuhaflıkları her zaman olurdu, olmuştu. Hem de hiç beklenmedik yer ve zamanda kimsenin ummadığı şakalar, tuhaflıklar, muziplikler yapar ve ardınca da gülerdi. Hem yeni bir muziplik, yeni bir tuhaflık yapıncaya kadar unutulmaması için de elinden geldiğince uğraşırdı. 

Hani bir keresinde dört beş kişi Fuadiye Hamamı'na –Pelit Meydanına çıkarken, sokağa sapmadan solunuzda kalır Fuadiye Hamamı, elbet sırtınız Gürcü Kapı camisine dönükse, bu sırt dönme işi tam değildir, cami biraz sağınızda kalır, bunun önemli bir ayrıntı olduğunu söylememize gerek yok, böyle detaylı bir betimlemeden kaçındığımızda kişiye tanımladığımız yere ulaşması için değil, ulaşmaması için yardımcı olmuş oluruz. Bu yüzden benden biri bir mekânı tarif etmemi istediğinde en küçük detayları vermekten çekinmem. Detay vermekten çekinenler apaçık bir tembellik içindedirler ve ne yazık ki içinde oldukları şeyden habersizdiler. Bir keresinde İstanbul Kapıyı soran biri –ki soran oldukça bitkindi, hem çok bitkindi- yaptığım tarif üzerine gözleri ışıl ışıl “Sen çok özel birisin!” demişti, garibim oldukça gezip tozmuş yorulmuş olmalıydı. Ancak hemen belirteyim ki “Sen çok özel birisin!” yargısını detaylı tarifim üzerine vermemişti yabancı, tarifimden bir şeyler anlamadığını –hem de onca detaya rağmen- fark etmiştim ve yabancıya “Amca –benden oldukça büyüktü, ben on dört yaşlarındaydım, demek ki bu olay dört yıl önce gerçekleşmiş, miş dememe bakılmasın, hani birinin anlatması değil, geçmiş olduğu için miş denmiştir, gerçi geçti de denir, ama bir kere mişli geçmiş ekiyle verdik, geri almaya kalksak da bir anlamı olmayacağı açık değil mi?- Amca demiştim, ben de o tarafa gidiyorum –basbayağı yalandı bu, sadece tur atıyordum, trenleri seyrediyordum, sanırım tren garında olduğum anlaşılıyordur- sizi götüreyim.” demiş ve birlikte İstanbul Kapı'ya doğru yürümüştük ve dediği yere getirince yabancı o vakit demişti “Sen çok özel birisin!”- gitmiştik de Öteki donlarımıza – burada, bu anda, yani don sözcüğünün kullanıldığı şu anda, o sözcüğün ağızdan çıktığı şu anda yüzümün kızardığını saklayacak değilim. Aslında çevremde oldukça terbiyeli bir insan, ahlaklı bir genç, adab-ı muaşeret kurallarını bilen ve onları içselleştirmiş biri olarak bilinirim ve elbet don sözcüğü yerine iç çamaşırı demem daha şık olurdu ve hakkımdaki yargılarla örtüşen bir deyiş olurdu bu. Hatta don yerine külot kelimesi bile daha şık dururdu zira don sözcüğü gibi her hangi bir cinsellik çağrıştırmazdı külot sözcüğü. Don yerine kullanılacak külot sözcüğünün cinselliği çağrıştırmayacağına dair dağarcığımda epey bir bilgi kırıntısı olduğunu saklayacak değilim. Yani şunu anlatmaya çalışıyorum –burada İstanbul Kapıyı soran yabancının “Sen çok özel birisin!” yargısını doğrulamaya yönelik bir çabam olmadığını belirteyim- külot desem yüzüm don dediğimde kızardığı kadar kızarmaya bilirdi. Böyle diyorum çünkü “külot pantolon” diye bir pantolon türü olduğunu biliyorum. Bu bilgi hem kuramsal hem pratik bir bilgidir. Hatta önce pratik sonra kuramsal bilgidir. Görmüşlüğüm var. Külot Pantolonun baldırlara kadar olan kısmı oldukça dardır. Dar kısım bacakları oldukça kuvvetli sarar, yukarı kısmı ise geniştir. Bu pantolonun –külot pantolon- üstüne üstlük cepleri vardır. Hem yalnızca sağ ve solda değildir bu cepler. Bazılarının hiçbir art niyet taşımadan –ki buradan art niyet taşıyanlar olduğu kolaylıkla çıkarsanabilir, biz art niyetlileri bir kenara bırakalım ve art niyetsiz söyleyenlerin söylediklerini asıl olarak alalım- ve çoğunlukla farkında olmadan –bu farkında olmadan anlatımının açıklaması art niyet olmadan açıklamasıyla tam anlamıyla örtük olduğu için yinelemiyoruz, dileyen art niyet olmadan anlatımının açıklamasına yeniden bakabilir- dedikleri gibi göt cebi de vardı bu pantolonların. Hem iki taneydi. Ki bazı pantolonlarda tek arka cep vardır. Öteki’nin bir cinsliğiydi bu külot pantolon ve bu pantolonun iki önde iki arkada cebi vardı. Eğer çaycı yamağı Öteki’ne “La nereden buldun bu külot pantolonu?” sorusunu yöneltmeseydi dünyada böyle bir adlandırmanın –külot pantolon- böyle bir tür giysinin –külot pantolon- varlığından haberim olmazdı. Şimdi net bir biçimde anlaşılmıştır niçin külot sözcüğünün don sözcüğü gibi cinsel çağrışımlar yapmadığı. Keşke donlarımıza, yerine hiç değilse külotlarımıza deseymişim, hani madem iç çamaşırımıza demedim. Ve fakat iç çamaşırı yalnız alt bölüm giysileri için kullanılmıyor ki! Beni şaşırtan, ikilemde ikircikli bir halde bırakan hiç kuşkusuz bu gerçek olmalı. Hani tek bir bölüm için kullanılan bir sözcük olsaydı, mesela gözlükle ilgili bir başka sözcük var mı? Yok! Öyle ise orada kullanılacak tek bir sözcük vardır. Ama iş o bölge giysisine gelince işler karışıyor. Elbet ben iç çamaşırı sözcüğünü kullansaydım yüzüm bu denli kızarmazdı ama olay mahallinin tam yerini söylemiş olur muydum? Öteki İç çamaşırlarımıza nişadır sürdü dediğimde hangi bölge akla gelir? Fanilanın olduğu bölge mi don yahut külot kullanılan bölge mi? Buna verilecek dürüstçe yanıtlar yüzümün kızarıklığını bir nebze olsun giderecektir. Hani sözü uzatıp “fanila bölgesinde kullanılmayan iç çamaşırı” dense söyleme açısından şık olur muydu? Olmazdı elbet! Fuadiye hamamına gitmiştik bir akşamüstü ve Öteki iç çamaşırlarımıza –Sacit’in toplumsal değerlere karşı ne denli duyarlı olduğunu buradan da anlıyoruz, sözünü düzeltip iç çamaşırı demiştir- nişadır sürmüştü. Hem de bolca yedirmişti çamaşırlara. 

Bu esnada Biz aşağıda –yani hamamın yıkanılan bölümünde- kâh hamam göbeğinde güreş tutuyor kâh birbirimize soğuk sular serpiyorduk –ki bu diğer müşterileri oldukça rahatsız etmişti ve o gün hamamcı bize bir daha bu hamama gelmememizi sert bir biçimde istedi- yani her şeyden habersizdik. 

Onun –Öteki’nin- uzun bir süre ortalıkta gözükmeyişinden sonra sinsi sinsi bakışından bir şeyler anlamalıydık ne yazık ki hiçbir şey anlamadık. Hiçbir şey ayrımsayamadık. İç çamaşırlarımıza nişadır sürüldüğünü ayrımsadığımızda iş işten geçmişti. Her birimiz acıdan, sızıdan kaşıntıdan delirirken Öteki elleri kasıklarında –belki böğründeydi- yerlere yatarcasına kahkahalara boğulmuştu. 

Birkaç gün bizden uzak durdu. İşte böylesine tuhaf biriydi Öteki. Belki elime Kitab-ı Mukaddes’i tutuşturan oydu. Şimdi bunu niye bir muziplik, bir eşek şakası olarak görüyorum bilmiyorum. Ama az da olsa sezinliyorum. Zira her zamanki kahvede oturmuş okurken kahvenin müdavimi esnaf ve kahvecinin bizzat kendisi tuhaf tuhaf bakıyordu. Ve birbirlerine “Kime müselman desek cebinden incil çıkıyor!” tümcesini fısıldadıklarını duyuyordum. Ve Öteki’nin muzip bakışlarını üzerimde hissediyor, yüzündeki alaycı tebessümü yakalıyordum. 

Ama Kitab-ı Mukaddesi elime tutuşturanın o olduğundan pek de emin değilim. Okuduğum kitabın –Eski Ahit ve Yeni Ahit’in birlikte olduğu kitap, Bible olarak da adlandırılır - İncil olduğunu bilmelerine imkân yoktu. Kulaklarına İncil sözcüğünü fısıldayan kuvvetle muhtemel Öteki idi. Belki olan biteni bu yüzden O’nunla ilişkilendiriyorum, yine de bilemiyorum. 

Bilmiyorum! Bilmiyorum! Bilmiyorum! Bütün bunların ne anlama geldiği sorulsa gerçekten bilmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Belki torunlarıma anlatacak kadar aklımda kalsın diye uğraşıyorumdur, o zaman gönül rahatlığıyla paylaşırım kendimi diye umuyorum. Gelecekte paylaşacak şeyleri olmayanın hali ne hazindir. Bak şimdi. Lanet olasıca defteri unutmasaydım bunu da hemen yazardım. 

Kasten mi böyle yapıyorum. Niye defterim ve kalemim yanımdayken böyle harika deyişler –kuşkusuz Sacit’e harika geliyordu bunlar, başkaları nasıl değerlendirirdi bilemiyoruz, hem bilmenin koşullarına da henüz sahip olmadığımız ortadadır- gelmez usuma. Ne gelmesi düpedüz hücum ediyorlar ve ben öylece bakıp kalakalıyorum. Neyse ki hafızam oldukça güçlü. Bunları ben torunlarıma anlatırken Füsun –böyleydi Sacit.. Füsunla evlenmişti torunları olmuştu ve geçmişteki kendisini paylaşıyordu hiçbir kuşku duymadan- sevecen bir tavırla elinde sıcacık ince belli bardakla çay getiriyor ve torunlara “Hadi haylazlar dedenizi rahat bırakın.. azıcık soluk alsın.. siz de ders çalışın!” diye söylenecek. 

Ben mahsustan torunlarımdan yana çıkacağım. Sahi kaç çocuğumuz vardı? Bir? İki? Hayır hayır küçük evdeki gibi üç çocuk. Charles Engals’ın üç çocuğu vardı. üç kız. Benim de öyle olmalı. Benim mi? bakın bu affedilir bir bencillik. Bizim demem gerekmez miydi? Evet azıcık, gerçekten azıcık bir başkasını seven bencilliğin kıyısında serinlemez. Yok bu kadarı fazla. Defterimi kalemimi heyecan ve öfkeyle paltomun ceplerinde aranırken –bir an yanıma almadığımı unutmuştum- ihtiyar tuhaf tuhaf yüzüme baktı.

- Hayırdır ne arıyorsun? dedi.

- Bir şey aramıyorum. Ellerimi ısıtıyorum! diye yanıtladım. Yalan söylemiştim. Bu söylenen yalan üzerine az da olsa utanmıştım –her söylenen yalandan utandığımı söyleyemem..- yo.. şimdi aklıma gelen “utandırmayan yalanlar vardır!” türü bir deyişi kovmalıyım usumdan. Kaybolacak diye korkuyorum. Belki bu korkunun eseridir “ellerimi ısıtıyorum!” yalanı. Allah'tan ihtiyar yutmuş göründü. Hani yutmayıp soru yağmuruna tutsaydı işimiz vardı. yuttuğunu gülerek söylediği şu tümceden anlamıştım.

- Hava gerçekten berbat! Kış güneşi işte. Karı eritir, insanı üşütür! 

Gitmesini istiyordum ya ihtiyarın gidecek gibi değildi. eğer bir uydurması değilse –ki biraz uydurukçu birini andırıyordu, ihtiyarlarda böyle bir hal zamanla gelişir, bundan tuhaf bir haz alırlar nedense- gerçekten de gevezeliğe muhtaç biriydi. İkinci bir sigara daha istemişti. İkinci sigara da yarılandı ve fakat gitmeye hiç niyeti yok. Hani şimdi korkumdan da saate bakamıyorum. Ya dershanenin dağılma vaktiyse. O zaman ne halt edecektim? Bir şekilde göndermeliydim. Bir yol bulmalıydım. Bir yol bulmalıydım da nasıl? 

Ben ne zaman bir çıkış yolu bulmaya kalksam muhakkak kaybolurdum. Belki bu kayboluşlarda matematik bilgimin nakıslığı büyük bir rol oynuyordu belki de başka bir şey vardı. Ama doğrusu ne zaman böyle bir şeye –çıkış yolu arayışına- kalkışsam kayboluyorum. Acaba iyi saatte olsunların bir dahli var mı? Diye bir düşünce yoklamıyor değil hani. Bir şey diyemeyeceğim. İyi saatte olsunlar laf olsun torba dolsun mahiyetinde söylenmiş bir şey değil. 

Babaannem –belki anneannem, belki bizzat annem, belki teyzem, belki halam, belki yengelerimden biri bilemiyorum ve fakat aileden bir bayanın olduğu kesin bir bilgi olarak geziniyor bir ucunda aklımın- söylemişti. Sarışın olmamdan kaynaklanan –gerçi bazılarına göre esmerdim ve bu bazıları genelde erkek akrabalar, arkadaşlar, erkek arkadaşlar diye belirtmiyorum çünkü o tarihlerde yani yetmişli yıllarda kız arkadaşı diye bir kavramımız yoktu, dişiler ya hemşireydi –hemşire kız kardeş demektir- yahut yar, böyle olunca ne diye erkek arkadaşı sözcüğünü kullanayım?- bir durumu yaşıyordum. İyi saatte olsunlar sarışınlara musallat olurmuş. 

Allah'tan demiştim, Allah'tan Füsun sarışın değil. Hayır kesinlikle sarışın değildi sarışın olan Müge idi. -Müge bir kenarda dursa fena olmaz, şimdi işim başımdan aşkın- Füsun sarışın olmadığına göre iyi saatte olsunlar bana olduğu gibi O’na da musallat olamayacaktı. çok daralırdım. Nefes alamaz olurdum. Pencereden etrafı seyrederken, özellikle cumhuriyet caddesinde dolaşırken başım döner, ayaklarımın feri giderdi ve kendimi hemen eve atardım. Eve atardım dediysem babaannemin dizinin dibine yığılırdım demek istiyorum. 

Aslında şimdi bakıyorum da bu yığılma işi biraz göstermelik gibi geliyor. Kabul ediyorum. Arada bir ciddi olurdu bu yığılma işi, aslında bundan pek de emin değilim, yine de yapardım. Babaannem elinde doksan dokuzluk tespihi çeker, bir yandan okur ve bana üflerdi, -nasıl denk getiriyordu bir türlü anlamazdım, hala da anlamış değilim- bana her üfleyişinde –kendi deyimiyle- çenesi yerinden çıkacak gibi oluyordu esnemelerinde. O ne şiddetli esnemeydi. - Göze gelmişsin, derdi esnemekten gözleri yaşarmış.

- Kimin, gözü, derdim.

- Kimin gözü ilişmişse, derdi.

- Kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç, insan hayvan, kedi köpek, at inek, merkep kim? Ne? derdim.

- Nereden bileyim ben, derdi kızarak, Artık kimlere göründüysen.

Kimlere görünmezdim ki. Sahi sokaklarda caddelerde kimler görmezdi ki?

- Peki, iyi saatte olsunlar? derdim.

- Zaten onlar seni görenlere vesvese veriyor, onları senin üzerine salan onlar. derdi.

- Yani canlıların –belki cansızların da- bir suçu yok öyle mi? diye üstelerdim.

- Elbette suçları var.. onlar da o hale dünden hazırlar, her biri daha sokağa adımlarını atmadan haset çukuruna yuvarlanmışlar. derdi.

- Olmadı be babaanne, derdim, Şimdi de haseti soktun işin içine. İyi saatte olsunlar nereye gitti? 

Ben böyle deyince babaannem kızar, hangi ayağı üzerine yağılmışsam onunla beni itekler,

- Kalk buradan sütü bozuk, der, ben tam düşmek üzereyken tespih olmayan eliyle –tespihi genelde sağ eliyle tutardı- tepeme bir yumruk indirirdi ki o yumruk pek bir yakardı canımı. 

Ben ne kadar tuhaf biriyim. Sanki şuan babaannemin yumruklarından kurtulmanın yolunu arıyormuşum gibi, sanki asıl işim oymuş gibi, böyle yaparak asıl işimi savsaklıyorum. Dededen kurtulmalıyım. Vakit daralıyor. Dededen kurtuluş yolunu bulmaktan vazgeçtim kolumdaki saate bakabilme yolunu bulsaydım. Buna uğraşsaydım. Buna uğraşsam. Olmuyor. Sıkıştıkça daha bir panikliyor anlağım. Belleğim de ona eşlik ediyor. 

Anlak yeni durumlar karşısında yeni şeyler icat etmeye yola çıktığında daha önceki yaşanmışlıklarda, durumlarda neler yapıldığını, daha önceki karşılaşılmış durumlarda, yaşanmışlıklarda ne gibi çözümler bulunmuş ortaya konulmuş olduğunu kontrol etmek için –ki bu zamandan tasarruf için yapılan bir işlemdir- hafızaya müracaat eder elbet. Bunda bir tuhaflık yok. Bunda bir tuhaflık yok dememin nedeni anlağın zamandan tasarruf ediminin ıskalanıp, işi başından atmak için izlediği bir yol olarak algılanabileceği olasılığıdır. Böyle bir olasılığın olmadığına ilişkin kimsenin elinde her hangi bir kanıt olduğunu sanmıyorum. Saati bir öğrenebilsem. Ah bir öğrenebilsem. Böylesi şeyler Öteki için ne kadar da kolaydır! 

Öteki burada şuanda olsaydı çoktan dedeyi kafa kola almış kurtulmuştu. Dedeyi en evvel torunu olduğuna inandırırdı –dedenin evli olup olmaması, çoluk çocuğu olup olmaması hiç önemli olmazdı- sonra da aralarında hiçbir bağın olmadığını, hani belki Adem’e kadar gidilse oradan da bir bağ kurulamayacağını, çünkü birinin ins birinin cins türünden olduğunu matematiksel kesinlikle dedenin gözleri önüne sürerdi ve dede en küçük bir kuşku duymadan buna iman ederdi. Dede bunca karşıtlığın farkını fark etmeden göz açıp kapayıncaya kadar her şey olup biterdi. 

Sözün özü Öteki benim kadar beceriksiz, benim kadar pısırık, benim kadar naif değildi. Allah için sosyal ilişkilerde de benden çok pişkindi. Hem yalnız benden değil birçok kişiden daha çok pişkindi. Hem de çok! Yani çok sözcüğü bile yetersiz kalırdı, kalır. İşte bu yüzden arkadaşlar arasında zaman zaman konusu açıldığında, girişkenlik, pervasızlık, atılganlık türü konular –ve daha başkaları, şuan hangileri olduğunu unuttum, unutmadıysam da şu an adlarını söyleyemiyorum- açıldığında Öteki’ni anar –ki o da muhakkak yanımızda olurdu, hani her zaman olmasa da muhakkak yanımızda olduğu zamanlar da vardı- ona fırlama derdik. Hayır! ben önceleri demezdim zira “fırlama” sözcüğünün gayr-i ahlaki bir tanımlama olduğuna inanırdım. 

Gerçi Öteki bu fırlama sözcüğü söylendiğinde –ben hep öfke yüklü tepkiler beklerdim ve öylece kalırdım- alınmaz, kızmaz tersine bir tür taltif olarak görürdü, görür. Buna akıl sır erdiremesem de Sartre’yi tanıdığımda akıl sır erdirmeye başladım ve fırlama sözcüğünün gayr-i ahlaki bir tanımlama olmadığını öğrendim. Hepimiz fırlamaydık. Yokluk yokluğundan rahatsız olmuştu, devinmişti o devinimden rahatsız olmuştu geri dönmek istemişti o esnada da yoklukta bir yarık vücuda gelmişti ve biz o yarıktan fırlamıştık. Bunu öğrendikten sonra ben de gönül rahatlığıyla fırlama sözcüğünü kullanmaya başladım. Öyle her vara yoğa demezdim. Başkaları da demezdi. Başkaları dediğim sadece hamama birlikte gittiğimiz arkadaşları kastetmediğim anlaşılıyordur. 

Biz –yani her birimiz- ne çekiyorsak yanlış anlamalardan çekiyoruz. Örneğin burada kullanılan “başkaları” öznesi başkaları sözcüğünü kullananların dışında kalan herkesin anlaşılmasına yönelikken biri ya da birileri “olsa olsa birlikte hamama gittiklerini kast ediyor.” Diyecek böylece umulan şeyin tersi bir sonuçla karşı karşıya kalınacak. Da dededen nasıl kurtulacağız? Bir şekilde dededen kurtulmalı, en azından ona hissettirmeden –çaktırmadan da denilebilir- saatime bakabilmenin bir yolunu bulmalıyım. 

Ne can sıkıcı bir durum. Tıpkı elinizin ulaşamayacağı bir yerinizin kaşınması – burada elinizi ulaşmaktan sizi men eden ya da elinizin ulaşmasına engel olan sosyal kurallar değil elbet, elbette sosyal kurallar insanın eline, ayağına, diline bir takım sınırlar getirir ama bizim burada sözünü ettiğimiz yalnızken yapılabilen ve fakat toplum içinde yapılamayan bir durum değil, fiziksel bir engelden söz ediyoruz- diyelim sırtınızı tam ortası kaşınıyor yahut kürek dediğimiz yerden biraz daha içeride bir yeriniz kaşınıyor nasıl ulaşıp da kaşıyacaksınız? 

Ya bir kapı bulacak onun sövesine sırtınızı dayayıp kaşımaya uğraşacaksınız ya pürtüklü ve sırtınızı dayama koşullarına sahip her hangi bir nesne bulup ona sürtmeyi deneyeceksiniz sırtınızda kaşınan noktayı. Başka yolu yok bunun. Ama mesela yanınızda biri olsa ona kaşınan yerinizi –sırtınızı tam ortasında bir yerde ortaya çıkan- kaşıtmayı aklınızdan geçirseniz bile sosyal kurallar sizi engelleyecektir. Her önüne gelenize “sırtımı kaşır mısın?” diyemezsiniz. Füsun olsa o başka. Ondan gönül rahatlığıyla sırtımı kaşımasını isterim. Çekinmem de. 

Utanmazlığımdan değil elbet. Hayır utangacımdır. Utanmaz biri olduğumu bugüne bu ana kadar kimse söylememiştir, söylemelerine fırsat vermemişimdir. Burada fırsat vermezlik kaba kuvvete dayalı bir durum değildir, eylemlerimle, davranışlarımla buna fırsat vermemişimdir, Füsun yardır, candır, canandır ondan çekinmek olur mu? Belki belki yorulmasından çekinilir. Kıyamam! O benim rahatlığım için yorulsun öyle mi? -Dünyada katlanamam buna. Buna katlanacak canavar ruhlular yok mudur yeryüzünde elbet vardır, ama ben herkes değilim ve Füsun da her hangi biri değil. Hani diyelim dedim “Sırtımı kaşır mısın?” O da “Hay hay” dedi ve kaşımaya başladı ve ben birden hızlı hızlı nefes alışlarını fark edip yorulduğunu anlıyorum, durdurmaz mıyım? Kaçmaz mıyım? Beni bağışla bir tanem, demez miyim? Ah lal olsun dilim, demez miyim? Dilimi ısırmaz, dizimi dövmez miyim? Yârim incinmiş, yârim yorulmuş, yârim bitap düşmüş ne uğruna? Benim keyfim için! Evet, evet insan kaşınmaktan ölmez ya! Sen ne düşüncesiz, sen ne insafsız, sen ne izansız birisin, demez miyim? Derim. Yaptığın zulümdür zalimliğe bu heves niye? Demez miyim? Derim! Sen ki ikiye bölünen solucanlara ağlardın, kuş kapan kedilere diş bilerdin, acı acı uluyan köpeklere acırdın, böğüren danalara yüreğin sızlardı şimdi bu kötülüğü Füsun’a nasıl yaparsın? Nasıl kıyarsın? Demez miyim? Derim! 

Ve fakat fark etsem ki kaşımaktan mutlu oluyor bu kere o mutluluğu yaşaması için kaşınmadığım halde “Sırtımı kaşır mısın?” demez miyim? Derim! Hemen her gün her fırsatta kendi elimle kaşıyamayacağım yerlerde kaşıntılar icat eder ve güya utana sıkıla “Sırtımı kaşır mısın?” derim, hem hiç çekinmeden, üşenmeden, canım yansa bile - durumuyla karşılaşılması gibi. O kaşınır siz kaşıyamazsınız. O kaşınır siz kaşıyamazsınız. Delirirsiniz. Şimdi de ben dededen kurtulmanın, en azından saatime bakmanın yollarını arıyorum ve neden bilmiyorum, bilemiyorum, bir türlü bir yol bulamıyorum. 

Gerçi diyenler, soranlar çıkar elbet;

- Arkadaş kolundaki saate bakmada ne tür bir yanlışlık var da bakamıyorsun? 

Doğrusu bu ve benzeri sorulara verilecek bir yanıtım olmadığını içtenlikle söyleyebilirim. Buna ben de bir anlam veremiyorum doğrusu. Yine de biliyorum ve görüyorum ki ben de bu hal hep oldu, oluyor, olur. Kendi kendime –daha sonra anlamsız bulduğum- ket vurduğum çok olmuştur. Yersizdir ve ben bu yersizliği o an fark etmemişimdir. Nice zaman sonra durumu olanca çıplaklığıyla görür ve kendime acımasızca saldırırım “Sen ne ahmaksın birader!” derim. Bunda da haksız olmadığımı bilirim. Hiçbir bahane aramadan, hiçbir bahaneye gerek duymadan sağ kolumu rahatlıkla kaldırıp paltomun yenini hafifçe geri çekip saate bakar ona göre tavır alırım. Ama nerde! 

Sanki olanca insanın içinde, bir sokağın, caddenin ortasında çişimi yapıyorum. Hani belki bunu yapanlar benim kadar utanmıyordur. Saate bakmanın ayıplanacak nesi var kuzum? Gerçekten soruyorum tuhaflık, ayıp olma durumu bunun neresinde? Hani derste iken saate bakmanıza dersin hocası kızar ve bu kızmada da haklıdır çünkü hem senin dikkatini vermediğini görür hem kendisinin dikkati dağılır. Acaba ders bitmek üzere mi? zil çalarsa programın gerisinde kalmaz mıyım? Yahut “Niye bu kadar erken bitti anlatacağım konu, zilin çalmasına daha çok var?” türünden düşüncelerle boğuşmasına neden olduğum için kızmakta haklıdır. Yahut misafir gelmiştir evinize sizin ikide bir saatine bakmanız elbet yakışık almaz. Bu apaçık misafire “Ne zaman kalkıp gideceksiniz? Gitmeyi düşünmüyor musunuz?” demektir ve elbet ayıptır. Ve fakat ne durduğum yer benim evim ne de dede kapımı çalan misafir. Hani görünüşte misafir sayılmaz da değil hani. 

Demek ki utanmam –saate bakmaya utanmam- hepten de yersiz değil. Sanırım içimin derinliklerinde bir yerde dedenin bana misafir olduğunu söyleyen bir şey oldu, bir şey var. Sesine kulaklarımı tıkadığım bir şey elimi-kolumu bu yüzden bağlamış. Bağlıyormuş. Şimdilik en iyi açıklama bu gibime geliyor. Belki ilerde bu açıklamayı değiştirebilirim. Hani anlamsız, yersiz ket vurmalardan söz ettim ya.. işte onların arasına katabilirim. Hayır, hayır dede niçin misafir sayılmasın? Yani dört duvar arasında, soba başında otururken kapımı çalmadı diye mi? Füsun kapıyı açmadı diye mi? Füsun kapıyı açıp kapıyı çalanın, 

- Tanrı misafiri! dediği benim de,

- Hanım bu vakitte kapıyı çalan hangi densiz! dediğim. Füsun’unda içli, müşfik, sevecen bir sesle,

- Bey Tanrı misafiri! demediği için mi misafir sayılmayacak? Bal gibi misafir işte. Bu mıntıka –bu direk, bu alan- cumartesileri öğleden sonra bir ila üç arası benimdi ve üstüne üstlük dede bana selam vermişti, selam verdiğinde benden başka kimse yoktu. kaba bir ev sahibi olduğumu da inkâr etmeyeceğim. Kaba bir ev sahibiyim çünkü adam ağzıyla istemişti benim ikram etmem gerekirken. 

Ve fakat yine de pek kaba sayılmam çünkü daha merhaba-selamlaşma faslı bitmeden –hani bazı misafirler vardır pek bir densiz olur, müsaadenizle bunu söyleyeceğim, yani densiz olduklarını, siz de sık sık rastlamışsınızdır, kapınız çalar siz açarsınız, daha buyur etmeden lambur lumbur içeri dalar hele bir de daha sofradan kalkmamışsanız, genelde böyle zamanlara denk gelir bu densizler, hemen sizin boşalttığını sandalyeye oturur ve hiç çekinmeden tabağınızdakileri silip süpürmeye başlar- sigar istemişti. Hani belki soluk alsaydık, azıcık bir durup birbirimizi tartsaydık o istemeden ben gönül rahatlığıyla sigara paketini çıkarır gayet kibar ve nazil bir biçimde kendisine ikram ederdim. 

Yalan yok ikramı severim. Seviyor gibi yapmam, gerçekten severim. Haz alırım ikramdan. Ancak densizler bu hevesimi, bu arzumu kursağımda bırakırlar, sanki zoraki vermişim, veriyormuşum gibi hissederim. Bu da bana fena koyar! İhtiyar da densiz konuklardan kuşkusuz. Daha selam verir vermez, daha selamın tazeliği, buram buram kokusu üzerindeyken daha benim ağzımı açmama olanak tanımadan pat diye sigara istedi. Yok diyemedim. Ve konuk olarak algıladığım –densiz olsa da nihayetinde konuk- için de saatime bakmayı göze alamıyorum. 

Birden fark ettim ki volta da atamıyorum. Evet, evet voltamın da içine etmişti. Her on beş adımda durup binanın en üst katına da bakamıyordum doğallıkla. Bütün hesap-kitabımı bu davetsiz konuk alt üst etti. başka işin yok mu dede desem kesin alınır. İster misiniz alınıp bir de hüngür hüngür ağlasın? Böyle bir ihtimal var elbet. Yaşlılar gözü yaşlı olur. ah kahretsin! Ne müthiş bir buluş! Acaba benden önce biri bunu dile getirmiş midir? Getirmişse eğer ne feci! İyice araştırmalı sonra da defterime yazmalıyım. Elbet önce unutmamak için belleğime kazımalıyım. Aksi takdirde unutulup gider. Tıpkı Füsun’un ön dişlerinin büyüklüğünü unutması gibi. evet, ön dişlerinden ikisi oldukça büyük ve bu büyüklük Füsun’unun insicamını bozuyor. 

Bunu birkaç kez söylemeye niyetlendim ve fakat hak verirsiniz ki denmesi zor bir şey. Birine –bırakın bir başkasına sizin kendinize kendinizin bir kusurunu söyleyemezken- bir kusurunu söylemek adeta imkânsızdır. Söylemeye niyetlenmemin altında onu düşünüyor oluşum var. bu yaşlarda dişlerin düzeltilmesi daha kolay olur. Bu bilgiyi akrabalarımızdan tanko Aynur’dan öğrendim. Onun dişleri de –ön dişlerinden hemen ortadaki iki diş, tıpkı Füsun’unki gibi- yüzünün insicamını bozuyordu ve bundan oldukça rahatsızdı derken birden bire dişleri artık insicamını bozmaz olmuştu.

- Nasıl becerdin kız? demiştim

- Restoratif tedavi ile! demişti. 

Adını bile öğrenmiştim. Pek bir albenili adı olması yüreğime su serpmişti ve az kalsın Füsun’a her hangi bir teneffüste:

- Restoratif tedavi ile giderilebiliyor, diyecek raddeye gelmiştim. Ders zili çalmış dersin öğretmeni çıkar çıkmaz yerimden fırlamış daha Füsun yerinden kalkmadan onların sıraya varmıştım, ağzımı açtım açacağım, tam diyecektim, diyordum, gözlerim karardı, nutkum kesildi midemden boğazıma kadar acı bir sıvı yükseldi -sanırım yüreğim ağzıma gelmişti dedikleri şeyi yaşıyordum- Sonra da boğazım kurumuştu tıkanmıştım zor bela kendimi tuvalet atmış kana kana su içmiştim. 

Niye kantine değil de tuvalete derseniz her şeyden önce kantinde su satılmıyordu aslında hiçbir yerde su satılmıyordu çünkü suyu şişeleyip satmak kimsenin aklından geçmemişti zannedersem. Çok sonraları olacaktı bu iş, hayır yani başka kentlerde, başka bölgelerde ambalaj edilip satılan su var idiyse de bizim muhitte, bizim kentte yoktu. Ama nasıl bir cesaret gelmişti öyle! Ben öyle bir cesareti bir daha görmedim, bir daha görür müyüm sanmıyorum. Gerçi bir dayak yemediğim kalırdı ya.. olsun! Gerçi gerçekleşmedi. Tıpkı dededen kurtulamayışım gibi.

- Hayatım, diyecektim Füsun’a, Tanıdık bir dişçi var. Alp işinin erbabı bir dişçi dilersen restoratif tedaviye başlayalım

Bunu evlenince diyecektim. Nedendir bilinmez dişçiden korktuğu düşüncesindeydim. Aslında nedenini biliyorum. Çünkü ben korkuyorum. Birbirimizi cesaretlendirip diş sorunlarımızı birbirimizden aldığımız destekle çözeriz. Bu kesin! Hem belki Füsun dişçiden korkmuyordu da restoratif tedaviyi duymamıştı. Olur! Herkes her şeyi duyacak değil elbet. Varsın duymamış olsun onu bu dertten bu insicamsızlıktan kurtarmak benim boynumun borcuydu.

- Hayatım, hadi naz etme! derdim ben.

- Neye naz etmeyeyim! derdi Füsun.

- Dişçiyle randevu aldım, beni mahcup etme! derdim ben.

- Bana sordun da mı aldın? derdi Füsun.

Uzayıp giderdi bu. Belki alınırdı. Aynanın karşısına geçip beni yalancı çıkarmak için saatlerce bakar, üst ön dişlerinin tam öndeki iki tanesinin hiç de benim dediğim gibi –kahrolayım ki benim aklımdan böyle bir şey geçmiş değildi hatta duyunca şok olmuştum. Serpil demişti. Füsun işte böylesine saf biri. vallahi saf. Sıra arkadaşının kendisi hakkında neler düşündüğünü bilmiyordu ve üstüne üstlük sıkı sıkı koluna girip tur atıyordu ders aralarında. Caddelerde eve giderken yine öyle yapıyordu.  Oysa kulak misafiri olmuştum, yani özellikle dinlememiştim. Kimseyi gizlice dinleyecek bir karakterde değilim –bu konuda arkadaşa, yani Sacit’e tanıklık ederiz, hem hiç çekinmeden, durup düşünmeden tanık olduğumuzu ilan ederiz ve bundan da en ufacık bir pişmanlık duymayız, yüksünmeyiz tanık olduğumuzu söylemekten- Münire Serpil’e Füsun’u sormuştu o da;

- Bizim dişlek bugün gelmeyecek.. biliyorsun onun günlerinin başlangıcı pek ağırılı geçer! Günahı kendi boynuna yalan söylemiyorsa. demişti.

- Biliyorum, demişti Münire, Kız gerçekten öyle, kıvrım kıvrım kıvranır. Kaç kere doktora görünmesini söyledim, ama nafile.

- Kız, dişlek tüm doktorlardan korkar bilmiyor musun? demişti Serpil.

- Çocukluktan kalmadır herhalde, diye karşılık vermişti Münire.

Serpil’in dişlek demesine fena içerlemiştim. Hem çok fena içerlemiştim. Tabi kendime de içerlemiştim. Nasıl fark etmez insan? Bak sevdiceğinin dişlerinde insanlara lakap taktıracak kadar bir insicamsızlık var ve fakat sen bundan habersizsin? Bu yakışık alıyor mu? Almıyordu elbet. Ve fakat ne yapacaktım? İşte tüm doktorlardan korkuyormuş. Hadi ben sadece dişçiden korkuyorum neyse.. ama bütün doktorlardan korkmak da neyin nesi? 

Kuşkusuz ona cesaret verecek biri lazımdı. O da elbet bendim. Hem arkadaşları konusunda da uyarmalıydım. Acaba saat kaç oldu. Ah şu mendebur ihtiyar! Hayır yani hiç değilse onun –ihtiyarın- durduğu pozisyonda ben dursaydım. Benim sırtım binaya dönük onun yüzü. Tersi olmalıydı. Hiç değilse kaçamak bakışlar fırlatabilirdim binanın üst katına. 

Kollarımı kaldırsam. Ellerim üşümüş gibi yapsam, birbirine sürtüyormuş gibi.. o esnada saatime baksam! Ya da dedenin beni yakaladığı anda –hani saatime bakıyordum, o da güzel saatmiş, demişti ya- saatimi beğenisini bahane ederek kolumu kaldırsam saatimi göstersem. Markasının Hislon olduğunu söylemiştim. Muhakkak kendisinin de bir zamanlar köstekli bir Hislon saati olmuştur ve bu yüzden de kolumdaki saati görünce gözleri parlamıştır. Hani ona yeni bir sevinci yahut daha önce yaşadığı bir sevinci yaşatma adına böyle bir şey yapsam ihtiyar kınamaz sanırım. Bu açıklamayı kendime yaptığım gün gibi açık. İçimde bu tavrımdan ötürü kınayacak olan sesi boğmak için yaptığımı biliyorum.

- Dede senin de Hislon saatin olmuştu! dedim sinemalarla ilgili yaptığımız konuşmayla hiçbir ilgisi olmadığı için dede bir kaşını kaldırıp burnuna kadar uzattığım saate bakarken ben çoktan saate bakmış rahatlamıştım. 

Hepi topu en son baktığımdan bu yana altı yedi dakika geçmiş. Daha zamanım bol. Hem rüzgâr da çıktı. Bu da dedenin gitmesini hızlandırır. Da hiç öyle görünmüyor. Hani densiz konuk oturduğu koltukta şöyle bir kımıldar sizin de yüreğiniz kıpır kıpır olur, gidiyorlar, diye bir umut, bir heves doğar ve fakat hepsi birden hak ile yeksan olur. Çünkü o hareketler oturulan yere daha bir rahat yerleşmek için yapılmıştır. Siz onu “Bir minder yok muydu yahut yastık şöyle sırtıma yerleştirsem.. belime bir ağrı girdi gibi!” sözlerinden anlarsınız. Bizim ihtiyar da sanırım yüzünü rüzgârdan korumak için yerini değiştirir gibi yaptı. O hamle eder etmez ben trafik levhasının sağından dolandım ve ihtiyarın durduğu yerde durmaya başladım. 

Dede bu yer değiştirmeden hoşlanmış olacak ki hiçbir şikâyette bulunmadan benim biraz önce durduğum konumda durmaya başladı. Pencerelere baktım. Issız. Kimsenin görünmeyeceğini bile bile yapıyordum bu bakma işlemini. Hem kimse olsa da olanın kimliğine ilişkin bir bilgiyi bu mesafeden çıkarmak çok zordu. Hayır, yani cinsiyet olarak bile çıkarılamazdı. Buna rağmen inat ediyordum. Ki inatçılığımla meşhur olduğumu belirteyim. Dedeyi başımdan savmaya da inat etmiştim. 

Bir yanım sav diyor, öteki yanım savmamam için elli dereden su getiriyordu. Gayet rahat çekip gidebilirdim. Yani binadan içeri çekip gidebilirdim ve dedenin beni takip etmeyeceğinden emindim. Çünkü hala o mekânda bir ziyaret olduğuna inandığını seziyordum. Kutsal bir mekândı –benim için zaten öyleydi, yârin olduğu yer kutsal olmaz mı? Olmuyorsa kutsallık ne?- onun için. Dolayısıyla bir çırpıda ihtiyardan kurtulurdum. Sonra da film afişlerini, artistlerin siyah beyaz fotoğraflarını seyre dalardım. Tabi kuşkusuz bu dalış bana pahalıya patlardı o başka. Ama başka türlü de yapabilirdim. 

Sinemanın bulunduğu bir üst kata çıkardım. Asansör o katta bitiyordu. Sinema bodrum katındaydı ve o kata kadar gitmiyordu asansör. Birinci kat son duraktı asansör için. Yalnız o katta neye bakarak vakit geçirecektim ki? Uzun bir süre kalsam güvenlik gelir ne işim olduğunu sorar, sonra da o kadar insanın içinde kapı dışarı ederdi ki bu çok yakışıksız bir şey olurdu. Birkaç terzi dükkânı vardı o katta, bir akvaryumcu. 

Hani sinemanın katında olan kasetçi bu katta olsaydı orada epey bir vakit geçirirdim ve kimse de ne işin var diye soramazdı. “Kaset doldurmak için parça seçiyorum!” yalanını kolayca söylerdim ve kimsenin de itiraza mecali olmazdı. Sanırım kasetçiyle papaz olmak kimsenin işine gelmezdi. İri yarı, sert hatlı bir adamdı. Vahşi batı filmlerinden çıkıp gelmiş kötü adamları andırıyordu kasetçi. Dik ve güleç bir bakışı bile küçük çocukları korkutuyordur eminim ki güleç olmayan bakışı hemen herkesin kanını donduruyordu ve hatta dondurduğuna yemin edebilirim. Yani yemin etsem başım ağrımaz ve fakat ihtiyara bu acımasızlığı yapmayı göze alamıyorum. 

Nedense onu burada, dışarda, rüzgârda, ıslak karlar üzerinde yalnız bıraksam büyük bir suç işlemiş, günah işlemiş gibi olacağım düşüncesine kapılmışım. Nereden ve nasıl böyle bir düşünce içime yer etmiş bilemiyorum. İçime yer eden düşünceler üzerine durduğum zaman –ki şimdi öyle bir haldeyim- Füsun’un dişleri aklıma geliyor. Restoratif tedaviyi gerektiren dişleri. Bu da ayrı bir takıntı oldu kuşkusuz. Bununla da mücadele etmeliyim. Keşke Öteki burada olsa, diyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Nedense bir ses sürekli “Keşke Öteki burada olsa!” deyip duruyor. Rüzgârdan mı acaba? 

Olabilir. Rüzgâr az biraz canımı yakıyor gibi. Benim canım yanıyorsa ihtiyarın haydi haydi yanıyordur. Rüzgâr ne can yakandır bilirim. Hem ürkütücüdür de. Öyle filmlerdeki gibi –özellikle western filmlerindeki gibi- albenili de değildir ha. Gece yarısı çıkan bir fırtına sanki içinde bulunduğunuz yeri savurup atacakmış gibi olur. Neyse ki o denli şiddetli değil. Hem şiddetli olsa da çaresiz sinemadan içeri gireceğim. 

Hazırlıklıyım! Hani hazırlıklı demem eğer biletin olmaz ise sinemanın salonunda da barındırmazlar. Özellikle kışları sinema salonlarının bekleme yerleri sığınma yeridir vakit geçirecekler için. işletme sahipleri bunun için önlem almışlardır. En fazla on bilemedin on beş dakika sonra hizmetlilerden biri sizi kapı dışarı eder. Kapı dışarı edilmek istemiyorsanız bir bilete sahip olmalısınız. İşte ben bu yüzden biletimi almıştım. Sinemaya gitmeyecek olsam da biletim hazır. Şiddetli rüzgâr yahut kar olduğunda vaktin çoğunu afişleri izleyerek geçiriyorum. Tabi gözümü saatimden ayırmadan. 

Hep asansör kapısının düşünü kuruyorum. Dershanenin dağılışı ve asansör iniyor. Ben asansör kapısının önündeyim kapı açılıyor göz göze geliyoruz. Bir kere olsun yapamadım ya! Tabansızım. Ötekinin dediği kadar var.



<<Önceki                  Sonraki>>


Cemal Çalık, 30.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı