7 Ocak 2016 Perşembe

SA2310/KY43-BRŞ7: Ulus Devlet İçerisinde Vatandaşlığın Dönüşümünü Gerekli Kılan Küreselleşme Faktörü

"Evrensel insan hakları çerçevesinde –bugünlük- sağlanmış olan mutabakat sayesinde vatandaşlığın hak ve ödevlerinin, devlet politikalarında uygulamaya konması ve yeni alternatifler üzerinde araştırmaların ve tartışmaların sürdürülmesi, büyük toplumsal anomileri önleyecektir."


Özet


Temelleri topluluk, egemenlik ve ülke gibi kavramlar üzerine inşa edilen “devlet” (anlayışı), modernite ile birlikte “ulus devlet” adı altında modernleşme, milliyetçilik ve ulus ile birlikte anılır olmuştur. Ulus devletlerin uluslaştırma politikaları, küreselleşmeyle birlikte bir darbe almıştır kuşkusuz. Bu çalışma, belirlenmiş bir üst kimliğe dayalı ve genellikle tahakküm yoluyla izlenen bu uluslaştırma politikalarının son birkaç on yıldır tartışılması ve akademik çalışmaların en çok işlenen politikalarından biri oluşu sebebiyle küreselleşmenin etkisiyle ulus devlet ve onun vatandaşlığa dair tahayyüllerinin kaçınılmaz dönüşümünü masaya yatırmayı amaçlamaktadır. 

Küreselleşmenin en çok tartışılan ekonomik boyutundan ziyade siyasi ve kültürel boyutu çerçevesinde ele alınacak olan vatandaşlık olgusunun ulus devlet içerisindeki bu dönüşümü, düşünümsel bir perspektiften analiz edilmeye çalışılmaktadır. Bilimsel bir çalışmada, düşünümsel bir perspektifin tartışılır bulunması kaçınılmazdır; gerekçemiz “any thing goes”[1] ilkesidir.

Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, ulus devlet, vatandaşlık, demokrasi.

Giriş

Ulus Devletlerin gelişmesini sağlayan modernist söylemler, postmodernizmle birlikte ağır bir şekilde eleştirilmektedir. Aydınlanma düşüncesinin geliştirdiği bütüncül meta anlatılar ters yüz edilirken; postmodernizmin yüzeysellik ilkesi, meta anlatılara ikame edecek boşlukları doldurmada yetersiz kalmaktadır. Bu karmaşık ve kaotik ortam, insanlık tarihi boyunca, insanlığın geleceğe dair umutlarını ilk kez bu zamanki kadar belirsizlikle yüzleştirmemiştir.

Karşıtlarına ve yandaşlarına ve onların hararetli tartışmalarına karşın, küreselleşme diye bir olgunun var olduğu gerçeğini göz ardı etmek imkânsız bir hale gelmiştir. Küreselleşmeye bağlı olarak, bütüncül bütün yapılanmalar, kavramsallaştırmalar, vs. yeniden masaya yatırılıp değerlendirilmeye başlanmıştır. Kimileri terk edilmekte, kimileri ise yeniden tanımlanmaktadır. Hiç kuşkusuz bunlardan biri de Ulus Devlet sistemi ve uluslaştırma politikalarıyla şekillenen vatandaşlık olgusudur.

Bu çalışmada öncelikle Ulus Devletin gelişme süreci ele alınacak, daha sonra küreselleşmenin ne olduğuna ilişkin bir alt başlıkla, dünyanın bir uğrağı olarak kabul edilebileceği tarihi bir döneme işaret edilecektir. Küreselleşme ile birlikte Ulus Devlet’te yaşanan aşınmalar ele alınacak ve vatandaşlık boyutunda değişim ve dönüşümün gerekliliği temellendirilmek suretiyle, bundan sonraki çalışmalara kaynaklık edebilmesi bakımından bir giriş niteliğine kavuşması amaçlanmaktadır.

Ulus Devletin Mahiyeti

Modernleşmenin felsefi alt yapısını oluşturan Aydınlanma düşüncesi ve onun birleştirici ve bütünleştirici kuramları ışığında devlet yapılanmasında büyük değişimler söz konusu olmuştur. Avrupa’da Endüstri Devrimi ile başlayan toplumsal değişimin bir sonucu olarak değerlendirilebilecek devlet yapısındaki değişim, esasında ticari faaliyetlerle zenginleyen ve belli bir etkinlik kazanan Burjuva sınıfının yönetimde de söz sahibi olabilmesi için giriştiği çabalar neticesinde, faaliyetlerini de garanti altına alacak bir egemenliğe ortak olma girişimleri başarıya ulaşmış olmasının göstergesidir. Şu halde denebilir ki, Avrupa’da yaşanan toplumsal değişmelerin bir ihtiyaç doğrultusunda bir sonucudur bu yeni devlet yapılanması: Ulus Devlet. Peki, Ulus Devletin mahiyeti nedir? Bu başlık altında bu yeni yapılanmanın temel unsur ve yapısal özellikleri kısaca ele alınacaktır.

Geleneksel yapıları ve kurumları sarsan Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, özellikle siyasal sistemlerde bir değişimi gerekli kılmıştır. Yüzyıllar süren savaşlar ardından sınırların çekilmesi ve istikrarlı gelişmelere imkan sağlayacak bir siyasi yapılanmanın bir tezahürüdür esasında Modern Devletler. Sınırlarla çizilmiş olan bu modern devletin temel moral kaynağı ve ideolojisi olarak milliyetçilik esas alınmıştır. Başka bir deyişle; Ulus Devlet’in ideolojisi milliyetçiliktir. Avrupa esas alındığında, tamamen ihtiyaçların belirlediği bu yapılanma, dünyanın geri kalanı için olgusal bir nitelik taşıyıp taşımadığı entelektüel çevrelerde hala tartışma konusudur.

Ulus Devletlerin moral kaynağı kuşkusuz ortak değerlerdir. Başta dil olmak üzere, ortak bir kültür, ortak bir tarih, vs. gibi birleştirici özellikler, Ulus Devlet çatısı altında insan birlikteliğine imkan vermiştir. Şu halde denebilir ki; “ulus devletler modernleşmenin siyasi- idari- kurumsal düzeydeki yansıması olarak kabul edilmektedir… Temel paradigması, önce devletin vücuda gelmesi ve daha sonra devlete uygun vatandaş var edilmesine dair ulusçuluk politikalarının yürürlüğe konulmasıdır.” (Özensel & Bağlı, 2005: 10). Bu haliyle usul devlet anlayışı, modernitenin etkisiyle elbet, bütüncül bir niteliğe sahiptir. Bu bütüncüllük ilkesi, farklılıkları dışarıda tutup, ülke sınırları içindeki farklılıkları görmezden gelmek demek olduğu kadar, ülke sınırları dışındaki bütün farklılıkları temsil eden insanlığı “öteki” olarak başkalaştırmaktadır.

Ulus devlet, yukarıda da ifade edildiği gibi, devlet içinde istikrar sağlamak koşuluyla, aslında kendini dünyadan soyutlama girişimini ifade eder. Öncelikli amacı, kendi sınırları içindeki insanların eşitlik ilkesine göre yönetilmesini sağlamaktır. Farklı unsurları barındıran bu insan birlikteliklerinin farklılıklarını kabul etmek, o dönem için bu yapılanmanın yeni oluşu ve bir anlamda tarihsel bir geçmişe sahip olmaması ve bundan dolayı tecrübe ve deneyim açısından bir kısırlığı ifade edişinden olsa gerek; imkan dahilinde değildi. Ayrıca esaslı bir nitelik arz eden amaç, dış düşmanlara karşı birlik ve beraberliği temin edecek itici bir moral kaynağına ihtiyaç duymasıydı. Bu ihtiyaç, üst bir kimlik şemsiyesi altında milliyetçilik ideolojisiyle oluşturulmaya çalışan “ulus” kimliğini oluşturmakla çözümlenecekti. 

Bu anlayışın başarıya ulaşmasını Şahin şöyle ifade eder: “Zamanla modernitenin devlet biçimi olarak kurumsallaşan ulus-devlet, modernitenin ihtiyaçları olan aidiyet, entegrasyon, müştereklik ve biz olma milliyetçiliğine dayalı güçlü bir motivasyonla cevap verebilirken, demokratlaşma ve yeni meşruiyet kanyağı bulma ihtiyacını da karar alma ve icra etme süreçlerinde halka yer vererek gidermeyi başarmıştır” (2007: 120). Halka yer vermek ifadesi, doğal olarak halk olarak kabul edilen kesimin özelliklerine işaret etmektedir. Bu yeni yapılanmada halk, uluslaştırma politikaları sayesinde hak ve ödevlerle tanımlanmış olan ve “vatandaş” olarak kabul edilen herkes demekti. Dolayısıyla, ulusal kimliğe rıza gösteren ve kabul eden herkes, o devletin vatandaşı olarak kabul edilmekteydi. Ulusal kimlikler, modernliğin meta anlatılara dayalı paradigmasına göre kodlanırken, kimliğin tarihselliği, ilişkiselliği ve dinamik niteliği göz ardı edilmiş ve kendisine ilişkin nihai sözlerin söylendiği, yekpare bir kimlik ortaya çıkmıştır (Nişancı, 2006: 160–161). Bu anlamda kurgusal olan bu kimliğe ilişkin Göktürk’ün bir tespitini de burada zikretmek uygun düşecektir; nitekim kendisi bu yeni kimliğin yaşam alanı olarak kamusal alana dikkat çeker.  Ona göre, “Tekleştirilen ve halkın egemenliğine dayanan kamusal alanın ortaya çıkışı, yani yurttaşların uluslaştırılması, elitlerin tanımladığı çerçevede gerçekleşmiş, farklılıklara tahammül eden ya da farklılıkları olduğu gibi kabul eden kapsayıcı bir perspektifle oluşmamıştır.” (Göktürk, 2006: 37). Bu kurgulanan yeni kimlik küreselleşmeyle birlikte yeniden tartışılmaya başlanacaktır ve ileriki başlıklar altında ele alınacaktır.

Şu halde, ulus devlet modelinin temel unsurları: milli egemenlik ve milli kimliktir; yapısal özellikleri ise: ülkesel bütünlük, siyasi bütünlük ve idari bütünlüktür (Şahin, 2007: 124) denebilir ve altının çizilmesi gereken en önemli özelliği “bütünlük” prensibidir. Böylelikle daha öncesinden kalan toplumsal gerçeklik olarak varlığını sürdüren bütün cemaatsel olgular tek çatı altında toplanmak suretiyle ya eritilmeye çalışılmış ya da asimile edilmeye çalışılmıştır.

Ulus devletin milli egemenlik unsuruna dair Şahin, iki temel esas üzerine kurulduğuna dikkat çeker: 1. Siyasal otoritenin kendi yetkilerini ve temel hukuk kurallarını serbestçe belirleyebilme hak ve yeteneği, 2. Egemenliğin kaynağı olarak ulusun kabul edilmesiyle devletin halk egemenliği esasına dayandırılmasıdır (2007: 142). O halde, ulus devlet meşruiyetini milli egemenlik olarak kabul edilen halk iradesinden almaktadır ve bu demokrasiyi işaret etmektedir. İdeal demokrasi anlayışına bakıldığında ise bir paradoksa işaret eder ki, yine küreselleşmenin etkisiyle sorgulanır bir mahiyet kazanacaktır. İçerideki farklılıkları tek bir üst kimlikle betimlenmesi, demokrasiye aykırı bir nitelik arz etmekteyken, eşitlikçi söylemleriyle demokrasinin yanında yer alır…

Küreselleşme

Küreselleşmenin tarihi, modernleşmenin öncesine götürülebilse de, kavramsallaştırılıp yaygın bir şekilde tartışılmaya başlaması 1980’li yıllara dayanır. Bu dönemde Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetler Birliği dağılmıştır ve bu bir anlamda kapitalizmin zaferini ilan etmesiyle eş zamanlı olarak yorumlanmaktadır. Kavramsallaştırılmasına karşın tanımı konusunda bir mutabakat sağlandığı söylenemez. Bunun nedeni çok karmaşık süreçler içermesi ve bu karışıklık zihinsel karmaşıklığa neden olması (Nişancı, 2003: 29) gösterilebilir ancak bu olguya karşı yaklaşımların farklılığı da önemli bir neden olarak görülmelidir.

Bilimsel yayınlarda kavramların tanımlaması (ne denli güç olursa olsun) elzem görülmektedir. Bir küreselleşme tanımına başvurmak kaçınılmazdır. Küreselleşmeyi küresellikle birlikte ele alan Nişancı, çalışmasında “bir tanıma doğru” alt başlığı ile anlaşılır bir tanıma ulaşmıştır esasında. Bundan dolayı onun tanımına başvurmak yerinde olacaktır. Ona göre, “boyutları çok geniş, kapsamlı ve derin ayrıca statik bir durumdan çok dinamik süreci ifade eden küresellik ve küreselleşme gibi iki kavramı bir iki cümleyle ve matematiksel kesinlik içinde tanımlamak pek mümkün değildir. Söz konusu kavramları çok kalın çizgilerle resmetmek gerekirse: Küreselleşme dünyanın bütünleşmesine, küresellik ise bu bütünleşmenin karmaşık süreçlerine işaret etmektedir.” (Nişancı, 2003: 29). 

Özellikle teknolojik gelişmeler ve 1970’lerde yaşanan petrol krizinden sonra piyasaların dışa açılmasıyla birlikte anılan küreselleşme dalgası, devletlerarasındaki sınırları ortadan kaldırır nitelikte bir küresel entegrasyona zemin hazırlamıştır. Sürecin entegrasyon mu yoksa farklılaşmaya mı daha fazla hizmet ettiği yoğun bir şekilde tartışılmasına rağmen, kitle iletişim araçları sayesinde birey bazında dahi küresel bir etkileşimin varlığı yadsınamaz.

Küreselleşmenin yolunu açan başlıca gelişmeler, kuşkusuz teknolojik gelişmeler, neoliberal ideoloji, kitle iletişim araçlarının ve ulaşım ağlarının gelişmesi olarak gösterilebilir. Ancak bu gelişmelere bağlı olarak bilgi aktarılması da hız kazanmış ve bilgi artık tek ellerde toplanmak yerine, hızla dünya üzerinde yayılmaya başlamıştır. Dünya’da yaşanan 1970’teki petrol krizinden sonra piyasaların dışa açılmasıyla birlikte, sermayenin uluslararası alanda akışı, küreselleşmenin zeminini oluşturur (Hablemitoğlu, 2005: 186).

Ancak gelişmeler ekonomik temelli olsa da, sosyal, kültürel ve siyasal değişim ve dönüşümlere de gebe kalmıştır. Nitekim modern dönemde ülke insanlarını vatanlarına hapseden sınırlar ve engeller bir şekilde ortadan kalkmakta ve bütün keskinlikler kırılarak silikleşmektedir. Küreselleşmenin felsefi arka planını oluşturan postmodernizm, modernizmin dayandığı temelleri yerinden sarsmaktadır. Artık meta-anlatılar yerini kuşkuya bırakmak durumunda kalmakta ve bir anlamda bilginin de dönüşümü sayesinde hızla çözülmektedir. Bu çözülmenin ekonomik boyutları tartışılmaz olsa da bu çalışma, ulus devlet ve onun vatandaşlık olgusunu konu edindiğinden daha çok siyasal, sosyal ve kültürel çözülme üzerinde durmaktadır. Bu anlamda küreselleşmenin “insanı yok sayan bir süreç” (Hablemitoğlu, 2005: 187) olup olmadığına değinmek yerinde olacaktır.

Küreselleşme öncesindeki “öteki” algısıyla, küreselleşme sonrasındaki “öteki” algısı birbirinden oldukça bağımsız ve farklıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi, ulus devletlerin uluslaştırma politikaları bir anlamda bir paradoksa işaret etmekteydi: Yerel farklılıkları tanımayan bir üst kimlik kurgusu. Demokrasi algısının da gelişmesiyle birlikte bu kurgu çatırdamış, küresel dalgayla birlikte bir “yerelleşme dalgası” da gün yüzüne çıkmıştır. “Biz” duygusu derinden yara almıştır. Biz diye ifade edilen kimdir, sorunu ile cebelleşmeye başlayan ulus devletlerin yaşayacağı sıkıntılar malumdur: Kültürel farklılıkları tanıma ya da tanımama. Zira küreselleşme öncesi “öteki” kurgusu, ulus devletlerin izlediği politikalar neticesinde, sadece tanınmayan ya da tanınmaması gereken üzerine kurulmakla kalmayıp; onu düşman olabilen, tehdit olasılığı yüksek bir özne olarak algılanmasına sebep olmuştu.

Bir Paradoksun Sorgulanması ve Demokrasi

“Biz” dünyadan farklıyız, diye düşünen uluslar, küreselleşmeyle birlikte, dünyadan farklı olmadıklarına tanıklık etmeleriyle birlikte bir anlamda bir kimlik bunalımına düştüler denebilir. Ulus mensubiyetine bağlı vatandaşlık olgusu, duygusal bir aidiyet olarak moral kaynağı olma niteliğini kaybetti: “Biz”, diğer “biz”lerden farklı değildi; o halde “biz” kimdi, dahası “ben” kimdi?

Modernite ile zayıflayan birincil bağlar, fetişleştirilmiş ikincil bağlarla insanların toplumsallıklarını sürdürmesine imkan sağlanmasına çalışılmıştır. Ancak ikincil bağların insanî niteliklerden uzak rasyonel çerçevelere dayanmasının yara alması, modern dönemlerde ihmal edilmiş değerleri tekrar gündeme getirdi. Aklı kutsanan bireyin görece ön plana çıkmasının tekrar sorgulanmasıyla birlikte, insanî değerler çerçevesinde vatandaşlık olgusu da tartışılmaya başlandı.

Küreselleşmeyle birlikte “ekonomik hayatın siyasal sistemden kesin bir biçimde ayrıştırılmasının yalnızca siyasal/ kamusal alanda kurgulanan yasal eşitliğin, ekonomik alanda/ sivil toplumda sınıfa, katmanlaşmaya, kimliğe, toplumsal cinsiyete dair eşitsizliklerin gizlenmeye ve hatta eşitsizliğin kurumsallaştırılmaya neden olduğunu” (Göktürk, 2006: 29) Touraine, egemenliğin inşası olarak değil, halk adına konuşanların egemenliği olarak değerlendirir (Tournaine’den akt. Göktürk, 2006: 38).

Şüphesiz, sosyolojik anlamda bir toplumsallığın teşekkül edebilmesi için topluluk üyelerinde bu toplumsallık üyelerinin bağlarının, aidiyet duygusunun bulunması gerekir (Nişancı, 2006: 162). Dolayısıyla, bireylerin eylemlerini gerçekleştirirken bütünü düşünerek hareket etmesi kaçınılmazdır. Ancak küreselleşmeyle birlikte bireylerin ulusal aidiyetlerinin bu kadar sarsılmasına karşın, yeni bir aidiyete ihtiyaç duyulmasına neden olmuştur. Bu yeni aidiyet küresel bir niteliği işaret ederken, diğer yandan üst kimlik altındaki yerel kimlikleri de gündeme getirmiştir. Vatandaş, bu kimliklerin neresindedir? Uluslaştırma üzerine kurulan vatandaşlık olgusu küresel ve yerel kimlikler arasında sıkışıp kalmıştır. Şu halde, ulus devletler varlıklarını tartışmalı da olsa sürdürüyor olmaları, vatandaş kavramının da terk edilmesi mümkün olmadığına göre onu yeniden tanımlamak gerektiğine dair yaygın bir kabul söz konusudur.

Linklater ve Turner’a göre; vatandaşlığın, ulus devlet paradigmasıyla örtüştürülmüş olması esasında büyük bir yanılgının eseridir. Vatandaşlık için en uygun ve hatta yegane ortamın ulusal devlet olduğu düşüncesi, küreselleşme ve postmodernleşme süreçlerinde ulusal devletlerin, vatandaşlık şemsiyesi altında işlev gören kurumsal tecessümleri ve kimlik aşınmaya başlayınca, doğal olarak vatandaşlığın sonunun da geldiği düşünülmektedir (akt. Nişancı, 2006: 158).

Vatandaşlığın sonunun gelmiş olmasından ziyade onun dönüşümüne odaklanmak daha anlamlıdır. Çünkü ulus devlet mantığını rasyonaliteden alır ve ilerlemeci bir anlayışa sahip olmasından dolayı, yenile(ş)me ve gelişme gibi olgulara kapalı değildir. Modernitenin etkinliğini yitirmesine karşın, ulus devletlerin varlığını sürdürmesi ve bir alternatifinin (henüz) olmaması bakımından yapısal bir çözümlemenin ardından yeniden bir yapılanmaya açık bir zihniyeti içerisinde barındır. Ancak vaz geçmesi gereken kuşkusuz tekelinde bulundurduğu egemenlik anlayışıdır. Zira bu egemenlik anlayışı totaliter ve tahakküme dayalı bir karaktere sahiptir. Küresel gelişmelere bağlı olarak ekonomi üzerindeki hâkimiyetini kaybeden ulus devlet, varlığını sürdürebilmek için, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelere entegre olması ve gerekli düzenlemeleri yapması gerekir ki; varlığını koruyabilsin. Yani usul devletlerin devamlılığı demokrasiye ev sahipliği yapmasına bağlıdır. Bu noktada, modernitenin devlete dair rasyonel ve bürokratik yapılanmalara salık verdiği “gerçeği” mercek altına alındığında; aslında usul devletlerin özellikle ilk devlet başkanlarının karizmatik bir lider oldukları gerçeği ile sarsılır. Özellikle karizma ve rasyonal tiplere dikkat çeken Nişancı’nın tespitinin yerinde bir tespit olduğu söylenebilir: “tıpkı Max Weber’in karizmanın rutinleşmesi ve sultanlığın paradoksu üzerine yazılarında ustaca ortaya koyduğu gibi, karizma bir gün bürokratikleşerek yaratıcı gücünü kaybedebileceği gibi, daha da ötesi, kendini var eden nedenleri ve hatta kendisini yok edebilir. Bu çerçevede düşünüldüğünde, (eğer denebilecekse) diyalektik ve karşıtlık sadece ulusal vatandaşlıkla küreselleşme ve postmodernleşme arasında değil, aynı zamanda ve (gereken dikkati çekmediği için) daha önemli olarak vatandaşlığın ideal tanımıyla pratikteki uygulamaları (başka bir ifadeyle) ulusal vatandaşlık arasındadır.” (2006: 159). 

Eğer bu paradoks çözümlenecekse, ideal olanla pratik arasındaki sorun daha demokratik ilkelerce çözümlenebilir ve dolayısıyla “vatandaşlık” olgusu terk edilmeye gerek kalınmaksızın, kendisini yeninden yaratacak dinamiğe kendisi zaten sahip olması bakımından; onun dönüşümünün fırsatları değerlendirilmelidir.

Vatandaşlığın Dönüşümünün İmkânı

Ulus devletlerin temel ve yapısal özelliklerine yukarıda değinilmişti. Modernitenin “mutlak hakikat” yaklaşımının, çoğulculuğu esas alan postmodernite ile sarsıldığı ve yok olacağı iddialarının aksine, kendisini yenileyecek ve dönüştürecek dinamikleri esasında içinde barındırdığından yola çıkacak olursak: ulus devletin otoriter egemenlik anlayışının daha demokratik bir gelişme göstermesi ve egemenliğini sınırlandırmak suretiyle; hem yerel kimliklere hem de küresel kimliklere daha yakın bir çizgide vatandaşlık kimliğine sahip çıkması muhtemel olacaktır.

Özellikle postmodernite, liberal demokrasi ve çokkültürlülüğün kültürel farklılıklara yeşil ışık yakışı (Şahin, 2007: 189), ulus devlet politikalarınca iyi değerlendirilmesi, “demokrasinin demokratikleştirilmesi” (Giddens, 2000: 90) çerçevesinde içsel dinamiklerin dönüşümüne imkan verebilir. Zira Giddens’a göre, “ortodoks parlamenter politika” diye nitelediği ulusalcı politikalar, küreselleşmeye bağlı olarak insanların yaşamlarını saran değişim selinden bir hayli uzakta kalmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin derinleşmesine ihtiyaç vardır ve bu derinleşmeyi Giddens “demokrasinin demokratikleşmesi” olarak kavramsallaştırır. Demokrasinin demokratikleşmesi ise, hala güçlü bir biçimde ulusal düzeyde toplanmış olan iktidarın etkili bir biçimde kullanılmasına bağlı olmakla beraber asla ulus devlet düzeyinde kalmamalıdır, kalamaz. Çünkü seçimle gelmeyen kitle iletişim araçları sahiplerinin kitle üzerindeki etkileriyle başa çıkmak ulusal politikalarca mümkün değildir (2000: 90–95). Demokrasinin demokratikleşmesi her şeyden önce dönüştürülecek olan vatandaşlık kültürüne bağlıdır ve bir bilinç düzeyine vurgu yapar.

Çokkültürlülük de bütün ulus devletleri zorlayan bir “tanıma” ilkesini dayatır. Bu tanıma, devlet içerisindeki kültürel farklılıkları tanımaya dair bir dayatmadır. Zira küreselleşme ile birlikte sarsılan “biz” duygusu, bir aidiyet boşluğuna neden olmuştu. Şu halde, söz konusu vatandaşlık olgusunun dönüşümü ise, bu dönüşüme bağlı olarak vatandaşlık siyasal düzenlemelerle yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duymaktadır. Çokkültürlülük politikaları esas alındığında; “her toplumun sahip olduğu değerin bir başkası ile kıyaslanmadan bizzat bir değer olarak kabul edilmesi, çokkültürlülüğün en büyük felsefi dayanağı olduğu” (Özensel &Bağlı, 2005: 40) görülür. Dolayısıyla kültürel farklılıkların göz ardı edilerek onların bir üst kimlikle bütünleştirilme politikaları, çokkültürlülüğün temel ilkesine aykırı düşmektedir.

Batı dünyasında, küreselleşmeyle birlikte aldıkları göç, bütün farklılıkları içerisinde barındırmanın nasıl mümkün olacağı sorusunu gündeme getirdiğinden, belli bir toplumsal ihtiyaç doğrultusunda çokkültürlülük gibi bir çözüme ulaşmasını sağlamıştır. Batı dışında kalan diğer ülkeler ise, nasıl ki yine bir ihtiyaç doğrultusunda ortaya çıkan ulus devlet politikalarını benimsemek suretiyle, toplumsal gerçekliklerine rağmen, daha çok tahakkümle içselleştirme yoluna gitmişlerse; çokkültürlülük gibi kaçınılamaz yeni politikaları da ithal etmek durumdadır. 

Batı dışı toplumların modernleşme süreci göz önüne alındığında, ister istemez bir sorun ortaya çıkmaktadır: ithal sorunu. Zira, “bir sistemin teknik olarak kullanılmasında hem sosyolojik hem de hukuki olarak herhangi bir sakıncanın olmadığı gibi, olamayacağıdır; asıl sakınca söz konusu başka bir toplumdan alınan ve uygulanan sistemin bir değer sistemi olarak kullanılmasıdır.” (Özensel &Bağlı, 2005: 48). Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel mirası olan Osmanlı’nın geleneksel yapısı terk edilerek bir modernleşme inşasına girişilmiş olduğundan, ulus devletin ilk kurulduğu dönemlerden günümüze kadar, kültürel farklılıkları göz ardı eden bir politika izlemiş olması sebebiyle, “vatandaş” dünyada çözüme kavuşmuş birçok sosyal, siyasal ve kültürel sorunla baş etmek zorunda kalmaktadır. Bunlardan en önemli ikisi Kürt sorunu ve bu günlerde gündemin en belirleyici konusu olan inanç özgürlüğü sorunudur. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu elitlerinin ulusalcı medeniyetçi söylemlerinin etkisiyle, diğer birçok ulus devletlerin aşmış olduğu tek elden egemenlik anlayışı terk edilmemiş olduğundan, tartışmanın ötesine geçilememiş ve sorunlar gittikçe derinleşen toplumsal huzursuzluğa sebep olmaktadır. Oysa, söz konusu yeni bir paradigma olan çokkültürlülük düşünüldüğü vakit, kavramsal içeriğinden farklı olarak bir çok farklı unsurları barış içerisinde barındırmış olan Osmanlı tebaasının kültürel mirası, hala halk tarafından taşınmaktadır. Yaklaşık yüzyıldır, bu potansiyeline rağmen Türk vatandaşı, devletin giderek içe kapanması yüzünden “kendi olma” özgürlüğünü kazanamamıştır. Özensel ve Bağlı’nın yaptığı vurgu esasında ithal paradigmaların bir değer sistemi olarak alınıp uygulanmasının sakıncasına işaret etmeleri en iyi Türkiye örneği üzerinden anlaşılırdır herhalde.

Son olarak, vatandaşlığın dönüşüme dair yaklaşımlar arasından bu çalışmaya kaynaklık edeceği düşünülen bir başka yaklaşımdan söz edilecek olursa; bu da insanlığın aslında ulus devletle birlikte yeniden bir duygu topluluğuna dönüştüğüne dikkat çeken Nişancı’nın yaklaşımıdır. Bu sayede, bir kez daha modernite kurgusu olan ulus devletin paradoksuna işaret etmektedir. Ona göre, “ulus devletin egemenliğinin ulus üstü, ulusal, ulus altı –şehir- ve piyasa olmak üzere dört ayrı düzleme aktarılması, onun ulusallık niteliğinin silikleşmesini gösterdiği kadar, egemenliğinin buharlaşmadığına da işaret eder.” (2006: 161). 

Bu da vatandaşlığın dönüşmesi için ulus devlet politikalarının siyasal desteğine ihtiyaç duyduğunu gösterir. Ulus ötesi kuruluşlarla kurulacak ilişkiler ve yaşanacak entegrasyon sayesinde, içe kapanan ve dolayısıyla gittikçe daha fazla kitle toplumuna dönüşme tehlikesine karşın, vatandaşlık ilkesi “insan olma” özelliği temelinde yeniden tanımlanmak suretiyle bir vatandaşlık bilinci sayesinde daha özgür ve demokratik bir niteliğe kavuşacaktır. Bunun pekiştirilmesi, özcü yaklaşımlardan ziyade daha esnek ve “öteki” kurgularının yeniden şekillendirilmesine bağlı olacaktır. Zira bugün dünyada yaşanan küresel felaketlere karşı ulusal politikaların yetersizliği alenen görülmektedir. Dünya insanı olma bilinci daha kapsayıcı ve bağlayıcı bir bilinç sayesinde, farklılıkları hoş görme imkanı sağlayacak barışçıl çözümlere imkan verecektir.

Radikal iki karşıt görüş olması açısından Fukuyama ve Laszlo’nun tezleri ilgi çekicidir ve bir örnek teşkil etmesi bakımından çalışmaya dahil edilmiştir. Tarihin sonunu ilan eden Fukuyama’ya kulak verilecek olursa eğer; o kapitalizm sayesinde bir sona gelindiğini iddia etmekte ve dünya üzerindeki bütün ulusların en nihayet ulus devlete dönüşeceği ve küresel kapitalizmle yüzleşeceğine inanmaktadır. Bu yüzden, “ulus inşası, gelişmiş modern ulusların dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşanan iç çözümsüzlüğe mahkum devletlere müdahale hakları verir. Gelişen ülke gider, istikrarı sağlar, yavaşça geri çekilir ve o ülke şanslıysa, ulus devlet inşasını yeniden kurar.” (Fukuyama, 2006: 118). Fukuyama’nın tezi her ne kadar tüyler ürperten bir yaklaşımsa da, yakın zamanda Irak’ta sonra Suriye’de yaşananlar bu tezi destekler niteliktedir! Ulus devletlerin çözülüp yok olacağını iddia eden Laszlo’ya göre ise, bireylerin korunması ancak ve ancak üniter yapılar sayesinde mümkündür. Ulus devletlerin, politikacıların ve eknominin gücünün sınırlanması sayesinde ulus devletlerin varlığını zorunlu kılan unsurlar ortadan kalkacak ve ne öz kimliklerin ne de küresel kimliklerin tek bir ulusal devlete bağlı olması istinadı sorunu da ortadan kalkmış olacak (Laszlo, 2004: 67).

Sonuç Niyetine

Yukarıda küreselleşmeye bağlı olarak ulus devletlerin yaşadıkları sorunlar vatandaşlık çerçevesi etrafında -bir makalenin elverdiği sınırlılıklar içerisinde- ele alınmıştır. Ulus devletlere alternatif bir sistem geliştiril(e)mediğinden ulus devletin varlığını sürdürüyor olmasını doğal bir süreç olarak kabul edip, ancak içerisinde barındırdığı çelişkilerden sıyrılmanın imkanlarının olduğu göz ardı edilmeksizin özelde ulusal, genelde ise küresel politikalarla çözüme kavuşturulabileceği sonucuna varılmıştır. Vatandaşlığa dair yeni bir düzenleme ve yeni bir tanım, kuşkusuz sorunları kökünden çözemese bile, mevcut huzursuzlukları ve kutuplaşmaları bertaraf edeceği ümidini sağlamaktadır.

Evrensel insan hakları çerçevesinde –bugünlük- sağlanmış olan mutabakat sayesinde vatandaşlığın hak ve ödevlerinin, devlet politikalarında uygulamaya konması ve yeni alternatifler üzerinde araştırmaların ve tartışmaların sürdürülmesi, büyük toplumsal anomileri önleyecektir. Aksi takdirde, yaşanan kimlik bunalımları kutuplaşmaları keskinleştirip, ayaklanma ve şiddet olaylarını besleyecektir.




Birsen Şöhret, 07.01.2016, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler


KAYNAKÇA 

  1. FUKUYAMA, F. (2006), “Devlet İnşası”, Çev.: D. Çetinkasap, İstanbul: Remzi Kitapevi.
  2. GİDDENS, A. (2000), “Elimizden Kaçıp Giden Dünya”, Çev.: O. Akınhay, İstanbul: Alfa Yayınları.
  3. GÖKTÜRK, E. D. (2006), “Dünden Yarına Yurttaşlık”, İstanbul: Sosyal Araştırma Vakfı Yayınları.
  4. HABLEMİTOĞLU, Ş. (2005), “Küreselleşme Düşlerden Gerçeklere”, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
  5. NİŞANCI, E. (2003), “Küreselleşme, Ulus Devlet ve Etik Rönesans”, Sosyal Bilimler Dergisi, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayını, Cilt:4, Sayı:1, ss.27-40.
  6. NİŞANCI, E. (2006), .“Küreselleşme ve Postmodernleşme Sürecinde Vatandaşlığı Yeniden Düşünmek”, Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi, Edam Yayınları, Cilt: 4, Sayı: 13-14, ss., 155-166.
  7. LASZLO, E. (2004), “Küresel Bakmak Evrensel Düşünmek”, Çev.: İ. S. Canbolat, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
  8. ÖZENSEL. E. & BAĞLI, M. (2005), “Çokkültürlü Vatandaşlık”, Konya: Çizgi Kitabevi.
  9. ŞAHİN, K. (2007), “Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet, İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık.



[1] Feyerabend’in, postmodernizmle örtüşüp, evrensel bir nitelik kazanan ünlü söylemi: “her şey gider!”.

Seçkin Deniz Twitter Akışı