26 Kasım 2015 Perşembe

SA2098/ÇY9-SU2: Mavi'ye Uzanan Koru

“İncir kabuğunu anlamlı kılan, içindekidir, dışındaki değil.”


Bir Kasım sabahıydı. Günün ışımamış saatleri. Yedi tepeli şehrin en yüksek mahallelerinden birinde, apartmanın en üst katındaki dairesinin balkonundan seyrine doyamadığı boğazın karşısındaydı. 

Arnavutköy İskelesi’nden başlayan manzarayı Boğaziçi Köprüsü’nün altından Büyük Mecidiye Camii’ne, oradan sırasıyla Çırağan Sarayı’nı ve Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirerek Haliç Köprüsü’ne kadar taşıyordu. Ayaklarının altından maviye uzanan korular, evlerin çatıları arasından onu nihayet bir balıkçı sandalının beşiğine salıyordu.

İnsanlardan uzak yaşıyordu bu koca şehirde. Bu bir tercihti. Onlarla arasına mesafeler koyardı. İncitmemiş, ama incinmişti. Bu yüzden, silahlar edinmemişti; ancak zırhlanmıştı. Mahremdi dışına derini. Derini de kendine. Okumuştu çünkü: “Sana ruh hakkında sorarlar. De ki ‘Ruh Rabbimin emrindedir. Size ondan az bir ilim verilmiştir.” (İsra Suresi 85)

Nasıl anlatabilirdi ki, insanlara dair hakikatli ilişkilerin kitapların sayfalarında kaldığını düşündüğünü. Gün boyunca bir başınalığına başka başka insanlar karıştığı halde o, bu yalnızlığından vazgeçemezdi.  En kalabalıklarda, insanların galebe çaldığı çoğunluğun arasında bile.

Yazardı. Öyle diyorlardı onun için. Sayısını zaman zaman kendisinin de hatırlayamadığı kitapları vardı.  Yazmakla ilgili kendisine danışanlara yazmayın derdi, okuyun, öğrenin, anlamaya çalışın, yaşamaya,  aramaya, bulmaya ve olmaya gayret edin. Çünkü yazmak bir anlamda teşhircilikti ona göre. Bu yüzden imza günlerinden hoşlanmazdı. Kitaplarını imzalayarak gönderirdi kitap tanıtım günlerine çok zaman.

Karısı, babasının itirazlarına rağmen evlenmişti onunla. Yıllar içerisinde, onun kitaplarla olan bağından dolayı kendisini sürekli ihmal ettiğinden yakınarak onu terk edip, İtalya’da yaşayan ailesinin yanına dönmüştü.  Uzun yıllar yazılarına taşıdı bu ayrılığı. Karamsar halleri yazılarına yansıdı. Buna rağmen bağları hiç kopmadı.

Eski karısının İtalya’da stilist eğitimi aldığını ve büyük bir moda evi açtığını, isminin markalaştığını ve zengin İtalyanları giydirdiğini biliyordu.  Ayrılığın her ikisi için de en iyisi olduğunu düşündü daha sonra.

Boşandıktan sonra taşındığı bu dairede ise, tek başına yaşıyordu. Bir tek erkek kardeşi geldiğinde yeğenleriyle, şenleniyordu evi.  Hatta sırf yeğenleri için bir de oyun konsolu almıştı sıkılmasınlar diye.  Her yıl, onların modelinin değiştiğini, çocuklar artık o konsoldan sıkıldığında öğrendi.

Alt komşusu ev sahibesiydi. Yaşlı bir Rum. Kışları dairesinde, yazları ise babasından kalma üç katlı evinde geçirirdi Heybeliada’da. Beyazlamış saçlarını kısacık kestirirdi. Gözlerinin üzerine bıraktığı perçemini, tatlı bir iltifat duyduğunda, parmaklarıyla tarar gibi yaparak yana atmaya bayılırdı. Bu konuda alicenap olan kiracısını, en çok bu yüzden severdi. Kiracısı kirayı sık sık geciktirdiği halde,  aşure haftasında kap kap aşureyle beslerdi onu. Ve her karşılaşmalarında, evlenmesi için telkinlerde bulunurdu. Genç yaşta dul kalmıştı kendisi. Erken yaşlarda evlenmemiş olduğundan dert yanardı. Zordu çünkü yalnızlık ve Allah’a mahsustu.

Eskiydi oturduğu apartman.  Tek daire üzerine inşa edilmiş binada, yüksek olmasına rağmen, asansör yoktu. Dolmuş duraklarına da uzak olduğu için evi mecbur kalmadıkça inmezdi şehre.

Giriş kapısının hemen sağındaydı mutfak. Küçük, yuvarlak bir masayı, iki sandalyeyle, içine ancak almıştı. Ufacıktı,  dolapları ahşaptı. Mermer tezgahının üzerinin boş olmasını önemserdi.  Sadece günlük kullanacağı yemek tabakları, birkaç bardak ve kaşık çatalının bulunduğu bir sele vardı tezgahın üzerinde.

Küçük antreden salona geniş bir kapıdan geçiliyordu. İki duvarı kitaplıkla kaplıydı. Kitapların çoğunu almamıştı bu raflar, bu yüzden bazıları da  antredeki dolaplarda bekliyordu. Salondaki köşeli oturma takımı ve üzerinde çalıştığı ahşap yemek masasının dışında bir şey yoktu odada. Zaten boğazı görmesi için salonun balkona açılan karşıki duvarı, boydan boya pencereydi. O manzarayı gölgede bırakacak kalabalıktan özellikle kaçınmıştı.

Arkadaki iki odadan birini yatak odası olarak kullanıyordu. Her ne kadar bir başına yaşıyor olsa da, her hafta nevresimleri değiştirilirdi yatağın. Kitaplardan sonra en çok nevresimlere harcardı kazandığını.  

Işığı yakmayı sevmezdi yatak odasında. Bu yüzden yatağının başında bir eskiciden aldığı antika aplik ve odanın köşesindeki çalışma masasında armatür bir gece lambası vardı. Yatağının başında ise Lady Godiva’nın bir tablosu, yağlıboya. Temizliğe gelen kadın, bu tablonun bu evde bulunmasını garipsediği halde, ona hiçbir zaman Lady’nin hikayesini anlatmamıştı. Tabloya her baktığında, adanan bir beden değil, bir hayat görürdü. Hırkasını Melamilik’ten giymişti.  Bu tablo, onun ilham kaynağıydı sanki.

O sabah ona, göz seyrine, minarelerden acziyetini itiraf edercesine insanları Rabbi'nin Rahmetine davet eden o güzel ses eşlik ediyordu. Bu davetlerin tekrarını gün boyunca dört vakit daha duyduğu halde yalnızken bir başka işitiyordu. En çok da balkonundan bir başına onu dinlerken işliyordu içine içine.

Uzağa, denizlerin ötesine dalmıştı yine. Kendine geldiğinde fark etti bedeninin soğukla giriştiği mücadelede zayıf düştüğünü. Titriyordu. Az daha kalsa iki dudağı arasından çıkan soluğun buharı kirpiklerine konup kırağı tutacaktı. Günün bu saatlerindeki lacivert karanlığı daha aydınlık görmesine engel olur muydu diye düşündü.

Güldü sonra kendi kendine. Düşünceyi düşlemeyi vazife edindiğinden bu yana ne düşüşlerle sarsılmıştı. Kirpiklerine düşmesi muhtemel bu beyazlığı düşlemesi, onu salına salına gerçeğin içine düşürmüştü. Sert düşüşlerin aksine, ayrıldığı düşe veda etmeyi ve konduğu gerçeğe selam vermeyi mümkün kılıyordu böylesi hafif salınımlar.

Titredi bir kez daha, bir tebessüm saldı kendisini selamlamaya alışmış olan boğaz sularına doğru ve düşten gerçeğe döndü. İçeri girdi. Mutfağa geçti önce. Buzdolabını açtı. Temizlikçi kadının sardığı zeytinyağlılardan bir ikisini attı ağzına. Ve bir bardak su içti. Abdestini aldıktan sonra namazını kılmak için her zaman yerde serili duran seccadesinin olduğu boş odaya girdi. Namazını kıldı. Bir süre, hiçbir şey düşünmeksizin oturdu öyle.

Gün aydınlanıyordu. Salona döndü. Masanın üzerine serilmiş dostlarına baktı; kitaplara. Onları dost edinmişti. Aradığı hakikate kalabalıklar arasında değil, en çok onlar arasındayken dokunabilmişti. Onları dost bellemesi bundandı.

* * *
Duraksadı.  Aynı dalgınlık sarmıştı onu. Halıya dikti gözlerini bir aynaya bakar gibi. Karşısında buldu yüzünü; kut’sanmış bir tanrı. Ne vakit bu tanrıyla yüzleşse, kırdı onu yansıtan tüm aynaları. Bir kez daha, bir hamleyle kucaklayıverdiği aynayı, şehrin en yükseklerine kurduğu bu kalenin, kendi eliyle diktiği sancağın bulunduğu o yüksek burçtan aşağı bırakıverdi.

* * *

Pencereye yaklaştı. Gökyüzündeki yıldızlara baktı bir kez daha, onlar gözden kaybolmadan. Sonra perdeyi çekti. Usulca. Başını çevirdi kanepede uyuyana doğru. Ona doğru yaklaştı, üzerindeki battaniyeyi omuzlarından yukarı doğru çekti. Başını koyduğu kırlentten aşağı saçılan uzun kömür karası saçlarına dokunmak istedi kadının. Dokunmadı. İki hafta evvel tanıştıkları o günü hatırladı.

Dergahtaki programın ardından yan yana çıkmışlardı. Sonra caddeyi birlikte yürümüşlerdi. Sakardı. Sürekli sendeliyordu. Tatlıydı halleri. Umursamıyordu. Sadece yürüyordu. Yıllardır okuduğu yazarı yakalamışken, onun kendisine mühürlenmiş gözlerini fark etmeksizin biriktirdiği soruları soruyordu ard arda. Geç olmuştu o gün, birkaç gün sonrası buluşmak için söz de almıştı kendisinden.

Sözleştikleri gün buluştular. Sonra bir gün daha. Bir önceki akşam da, geç saatlere kadar Çengelköy’deki o asırlık çınarın altında oturmuşlardı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Kadın sürekli anlatıyordu. Adam arada konuşsa da, kendisine garip gelen hallerini reddetmeye çalışıyordu.

Kimdi bu kadın ve ne ara girmişti hayatına? Tüm ahali evlerine dönmüştü. Sokaklar boşalmıştı. Çetin bir kıştı. İlk yağan karın üzerine ayaz günler, yerleri buz kesmişti. Karşıda oturuyordu kadın. Gecenin bu saatlerinde karşıya araç olmadığı için onu misafir edebileceğini söylediğinde, bir anlık tereddüdün ardından kabul edivermişti kadın. Saftı. Temiz. Pırıl pırıl. Yüzüne yansıyordu bu. Gözleri kapalıyken şimdi, nasıl da sessizdi. Belki de sadece uyurken susuyordu. Uzun uzun o derin uykuyu izledi. 

“Ey derinlerimin iç acısı.. ey kendime acınmam.. ey Rabbime yokluğunu en çok sorduğum.. şimdiye kadar neredeydin” diye mırıldandı. Huzur doğdu içine. İçindeki huzura erdi.


Su, 26.11.2015, Sonsuz Ark, Çırak Yazar

Seçkin Deniz Twitter Akışı