19 Şubat 2015 Perşembe

SA1171:TG97: Yunanistan-AB; Borç, Ahlak ve Döngü

"Yunan/Alman meselesinde borçlular sorumsuz ve müsrif görünürken, borç verenler ise açgözlü ve cimri konumuna düşmektedir."

Debt, Morality And The Cycle

Yunanistan ile AB ve üyeleri arasında süren borçlanma ile alakalı savaşın merkezinde binlerce yıldır tartışılmakta olan borç ve ekonomi açısından ahlak meselesi yer almaktadır. Borca yönelik faiz ödenmesi fikrinin çıkışı İ.Ö 1800’lerde Babil kralı olan Hammurabi zamanına dayanmaktadır. 

Hammurabi kanunlarına göre tahıl borçlanmasındaki maksimum faiz oranı %33 iken gümüş için bu oran %20 idi. Bu noktada “adil” olunmasına çok dikkat edilir, komşusuna büyükbaş hayvanlarını borç olarak veren kişi, hayvanlarını geri alırken onlardan doğacak buzağıların bir kısmını veya tamamını da almaya hak kazanırdı. Sümerlerin faiz için kullandığı, mas kelimesi buzağılar anlamına geliyordu. Aristotle, gümüş gibi durağan ve ürün vermeyen bir emtianın faiz getirmemesi gerektiğini savunuyordu.

Vergi ile alakalı meseller paranın işletilmesi gerektiğini vurgulasa da aşırı faiz uygulaması anlamına gelen tefecilik kavramı Katolik Kilisesi tarafından geliştirilmiştir. 


Bakınız; Matta 25-27: “Öyleyse paramı bankacılara vermen gerekirdi ve böylece geldiğimde benim olanı, faizi ile birlikte geri alırdım.”

Daha sonraları üretken olan ve üretken olmayan borçlar kavramı ortaya çıkmıştır; hastane tedavisi için komşuna para ödünç verirsen faiz beklememen gerekir, fakat borcu yeni bir işe başlaması için vermişsen o zaman faiz alabilirsin.

Genellikle borç alıp verme sürecinde borç verene potansiyel olarak gayr-i ahlakî taraf olarak bakılırken, “açgözlü” alacaklı sebebiyle borcunu geri ödeyemeyen borçlu kişiye karşı sempati beslenirdi. Fakat asıl mesele şuradaydı; alacaklılar borçlarını geri alma noktasında riske girmek istemiyorlardı ve bu riske karşılık yüksek oranlarda faiz uygulanmasını istiyorlardı. Oranlar üzerindeki kısıtlamalar ise buna izin vermiyordu. 

Homer ve Sylla tarafından yazılan “A History of Interest Rates” (Faiz Oranları Tarihi) kitabına bakıldığında, doğal olarak, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından 12 yy.’a kadar geçen süreçte borçlar ve uygulanan oranlar ile alakalı herhangi bir veriye rastlanmıyor. 

Bu noktada ahlaki tutumdaki gerçek anlamda bir değişim ise 17. yy sonları ve 18. yy başlarında Hollandalı ve İngiliz tüccar sınıflarının ortaya çıkmasıyla görülüyor. Bu tüccar sınıflar ihtiyaç duydukları parayı ülkenin zenginlerinden aldıkları borçla karşılıyordu (İngiltere Bankası'nın kuruluşu bu tarihlere dayanmaktadır). Tüccar sınıfının kraldan aldığı parayı geri ödemesi kendi menfaatineydi. Borcun geri ödenmesi noktasında güvenirlik ne kadar artarsa borç alım maliyeti de o kadar düşüyordu. 

Çoğu sert bir Protestan görüşe sahip olan bu borç veren kişilere göre borcun geri ödenmemesi ahlaki anlamda bir zafiyet göstergesiydi. 

1945'lerde belki de borç almalar çok yaygınlaştığı için ahlaki tutum da değişmişti; böylece ''eğer borç alanlar günahkâr ise hepimiz suçluyuz'' düşüncesinin ortaya çıktığı görülüyor. 1930'lardaki büyük bunalımı yaşayanlar için borç, mahvoluşa götüren yol demekti. 1945'den sonra doğanlar içinse hem ulaşılması kolay bir şey hem de hayatla başa çıkabilmek için kullanılan yegâne yöntemdi, geri ödemeden kaynaklanan yük enflasyon sayesinde ortadan kalkıyordu.

Bu noktada siyasi sınıfın hem borç alan hem de parayı kontrol eden zümre olduğunu görüyoruz. Ortaçağ kralları yapacakları savaşları finanse etmek için borç almaya ihtiyaç duyuyordu; geri ödeme zamanı geldiğinde ya bunu doğrudan reddediyorlar ya da arzı azaltılmış para olarak ödeme yapıyorlardı. Daha önce ifade edildiği gibi İngiliz ve Hollandalı tüccarların 1700’lerden sonra kendi hükümetleri ilişkileri çok daha iyiydi. Fakat yabancı hükümetlere borç verildiğinde her zaman daha çok hileye başvurulurdu. Borç verilen hükümet dost bile olsa, Çarlık senetlerini satın alan Fransız yatırımcıların sonradan farkına vardığı gibi olaylar hızla tersine dönebiliyordu.   

Bağımsız bir ulusu anlaşma yapmaya nasıl zorlayabilirsiniz? İngilizlerin birkaç olayda silahlı botlarını göndermesi ve Woodrow Wilson’un Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nde gerçekleştirdiği icraatlar bu soru ışığında değerlendirilebilir. Birinci Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan tazminat konusu tartışmaya yeni bir boyut kazandırdı; Keynes, “Barışın Ekonomik Sonuçları” ismini taşıyan ünlü kitabında, Almanların ödeyeceği tazminatın diğer ülkelerin zararına olması pahasına ticaret fazlası olarak sonuçlanması gerektiğini belirtmiştir. “Fazlalıkların biriktirilmesi” noktasında eski merkantilist yaklaşım yanılıyordu, bir milleti refaha eriştiren şey fazlalık veya zarar değil ekonominin büyümesiydi. 

Fakat ahlaki tartışma bitmedi ve kendisini “çirkin borç”-yurttaşların kleptokratik* yöneticilerin (Zaire’deki Mobutu gibi) yükümlü olduğu borçlardan dolayı sorumlu tutulamayacağı fikri- olarak kendini gösterdi. 1980 ve 1990’larda Afrika uluslarının borçlarının affedilmesine yönelik çeşitli öneriler gündeme gelmiştir.

Yunan/Alman meselesine geri dönecek olursak, bu noktada borçlular sorumsuz ve müsrif görünürken, borç verenler ise açgözlü ve cimri konumuna düşmektedir. Ayrıca bu durum, geri ödeme yapması mümkün olmayan başka bir milletin ekonomisi üzerinde hak iddia ederek ticaret fazlalığı oluşturmanın anlamsızlığı yönündeki Keynes’in düşüncelerini yeniden gündeme getirmektedir. 

Çirkin borç ile alakalı tartışmaların gerçekliği bulunmamaktadır; Yunanistan 1974’den beri demokrasi ile yönetilmektedir. Fakat ekonomik anlamda şunu söylemek anlamlıdır; eğer geçmişe sünger çekilir ve her şeye sil baştan başlanırsa herkes bundan kazançlı çıkacaktır. Bu şartlar altında Yunanistan’ın reformlarını gerçekleştirmeyeceğini ve diğer ulusların da bunu kendilerine örnek alacaklarını belirten karşıt argüman ise tam bir ahlaki felaket anlamına gelir.

Para ve tahviller üzerindeki negatif oranlar, parasal genişleme ve diğer faktörleri barından hâlihazırdaki olağandışı finansal durum, yavaş yavaş yayılmakta olan bir krizin göstergesidir. Bu sürecin sonunda yeni bir sistem ortaya çıkacaktır, bununla birlikte bu yeni sistem, deflasyondan veya doğrudan doğruya borcun ödenmemesinden mi kaynaklanır, ya da enflasyondan ve kapitalin gerçek anlamda erozyonu sonucunda mı ortaya çıkar bunu söylemek oldukça zordur. 

Şu anda tek çıkış noktası olarak Yunanistan görünmektedir.  

Buttonwood's notebook/Financial markets/ Economist, 6 Şubat 2015



Tamer Güner, 19.02.2015, Sonsuz Ark, Çevirmen Yazar, Çeviri 







Çevirenin Notu:

(*) Kleptokrasi: Bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması demektir ve kısaca Hırsızlar rejimi anlamına gelir. Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği ülkelerde görülen bu durum, o ülkelerin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri olmaktadır. (wikipedia)


Metnin Orijinali:
http://www.economist.com/blogs/buttonwood/2015/02/euro-crisis?fsrc=scn/tw/te/bl/ed/debtmoralityandthecycle

Seçkin Deniz Twitter Akışı