"24/25
Aralık gecesi olabilecek en feci şeylerden biri oldu. Donduk."
Vinyet/ Hakan Arslan
"Şimdiye
kadar asker ve zabitler, hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Bu
halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyor ve öyle ölüyorum. Düşmana,
sonuna kadar karşı koyunuz. Her halde sonunda muvaffak olacağız. Ben, kalben
müsterih olarak ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, padişahım!"
Suskunum.
Suskunum,
çünkü; gönlümü doyuma ulaştıracak o sihirli kelimeden yoksunum.
Devasa
bir bütünün, kıtalara sığmaz bir vücudun azası gibi hisediyorum kendimi, derin bir
minnetle doluyorum.
Varlığı
sık sık, başka dünyalarda inşa edilmiş insan düşmanlarımla tehdit edilen bu
devasa bütün, bu muhayyel vatan, bu sınırları biraz flu ve oldukça iddialı
fikir kanımı coşturuyor benim.
Bin
yılı aşkın bir süre boyunca canlı bir organizma gibi gelişip serpilen bir
şeydir bu sınırı belirsiz vatan. Birbiri ile girift ve derinlemesine ilişkiler
ağı ile mutlak bir asudelik kazanan, sonsuz sayıda aşk, acı, sevinç, hüzün ve
dua ile örülü, her biri diğeri ile ilişkili diller, kelimeler, yüz ifadeleri ve
mimikler, binlerce eşya/yapıya işlenmiş desenler ve her bir ifadesinin altında muazzam öyküler
yatan devasa bir muhayyel vücud’dur bu. Toprak değil elbet, ve lakin topraktan
bağımsız da değil.
Sadece
dağ/bayır değil, sadece dil ve kültür değil, sadece dua ve yakarış değil, Arap
değil sadece; ne de sadece Türk, sadece Kürd, içinde harika tadları ile Ermeni
var, muhteşem tınıları ile Süryani, Türkmen/Laz, onlarca Kafkas Halkı, doğudan
batıdan kardeş/komşu/akraba olmaya niyetli nice topluluk bu muhayyel vatanın
inşasında emek, tapusunda pay sahibi…
Sınırlarının
belirsizliği işte tam da buradan, bu birbirine ulanan, eklenen, birbiri ile
biteviye harmanlanan toprakların, dillerin, ırkların süreğen bir dansa benzeyen
capcanlı, ritmik ilişkisinden kaynaklanıyor.
Yüzyıllar
içinde bu asudelik defalarca sınandı, defalarca kanlı hesaplaşmalara uğradı,
ama her defasında büyük bir rikkat ile yeniden bir arada olmayı, birbirine
tutunmayı başardı. Her hengameden, her saldırıdan daha da kavileşerek, daha da
genişleyerek, daha gümrah bir aile olarak çıktı. En büyük ve en tehlikeli sınavı,
yüzyıl evvel başlayan ve ağır darbeler/yenilgiler getiren Cihan Harbi ve
devamında ki gelişmeler ile yaşadı, yaşıyor bu muhayyel vatan.
Daraldıkça
daraldı, muazzam genişlikteki topraklar neredeyse tek bir vilayete, onlarca
farklı etnik yapının barındırdığı muhteşem renklilik neredeyse tek renge,
harikulade bir zenginliğine sahip dil ve diğer ifade imkanları, müziği,
mutfağı, mimarisi güdük bir fukaralığa düçâr oldu.
Şimdi
yüz yıl sonra, evlerimzin tam ortasından geçen sınırlar çekip, köylerimizi,
kasabalarımızı yaban kılan, sadece topraklarımızı değil, akıl dışı bir cüret
ile gönüllerimizi, akıllarımızı yaban kılmaya kalkışan bu kirli
saldırıların/planların tekrar başına dönerken, minnetle anmamız gereken önemli
direnişlerimiz var.
Her
birini sahne sahne beynimize kazıyıncaya kadar konuşacağız, vecd halinde ki
şamanlar gibi döne döne adlarını haykıracağız bu direnişlerin.
Kanlı
elleri ve dizlerine kadar kana bulanmış feci haklı, tehlikeli ve ciddi yüzleri
ile bu kahramanları, şehidleri gönlümüzün her bir hücresine kazıyacağız.
Ve
işte bu gün Sarıkamış’ta ‘yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesat çıkaran’ ve ‘insan
öldürmekten daha feci bir suç olan baskı ve zulüm’ düzenini dayatmaya kalkışanlara
karşı kahramanca bir direniş sergileyen Koç ve Kuzu’lardan konuşacağız.
Kıştı.
Hem
ne kış, aklın sınırlarını zorlayan, insan doğasını ölümle kışkırtan bir kış.
Kış
kadar zorlayan bir şey daha vardı;, ev de, devlet de tamtakırdı, torbada tayın,
kuşakta fişek yoktu, her köşesinden vatanın kötü haberler, cesaret kırıcı
söylentiler, yürek burkan feryadlar geliyordu. Kış sadece Sarıkamış’ta, sadece
Allahuekber dağlarında değil, bu vatanın her bir köşesinde karınlarımıza
gümlüyordu. Buzdan keskin bıçkılarıyla her yanımızı kanatan, merhametsiz bir
baskın gibiydi kış.
Onbinlerce
ana kuzusu, onbinlerce Kürd, Türk, Arap, Çerkes ve Laz, onbinlerce
kardeş/komşu/akraba, aynı ilaha yakaran, aynı ilaha farklı biçimde yakaran,
kendi meşrebince inleyen, farklı şarkılardan, devasa bir koro gibi muazzam bir
tek ses yükselten dev bir vücud olarak dikildiler Allahuekber dağlarının
sırtlarına.
Kudüs’ten,
Diyarbekir’den, Halep’ten, Şam ve Bağdat’tan, Hersek ve Voyvodina’dan, Batum ve
Trablustan bu imdada koşan onbinlerce genç, çocuk ve yaşlı.
Sanki
bir Capac Hucha törenindeymişçesine, kendini kurban
sunan bu çocuklar, gençler derin bir inanç ve umud ile dikildiler düşmana karşı.
Bu saldırıların aklı zorlayan bir nefret içerdiğini ifadeye gerek yok.
Sadece onurumuz için savaştık.
Namusumuz, topraklarımız için savaştık. Kimsenin toprağına,
onuruna göz koymadık.
Kimsenin vatanını işgale gitmedik. O yüzden masum kurbanlar
olarak, donmak gibi dehşetli bir ölümün kucağına atladık, haklıydık.
Hala hafızalarda capcanlı yaşayan kıyımlar, tecavüzler, sonu
tehcir gibi bir trajedi ile biten gelişmeler, Sarıkamış Direnişi’nin İslam Milleti’nin
bekası için ne anlam ifade ettiğini apaçık ortaya koyar.
Hemen bütün İslam Vatanı’nı saran bu saldırıların içerdiği
nefretin boyutlarını göstermesi açısından, o yıllarda Trablusgarb çevresinde
müslüman ordu ve halklara karşı faaliyet gösteren İtalyan bir generalin şu
beyanatı ibretliktir: "Ayaklananları yakmakta veya diri
diri derilerini yüzmekte bizi serbest bırakacak kanunlar çıkartmalıyız. Çünkü
içimizde yanan intikam ateşi yalnız idam etmekle sönmüyor."
Kars,
Erzurum boyunca Rus kuvvetlerinin ve onlarla işbirliği halinde ki Ermeni
çetelerinin kurduğu baskı karşısında Enver Paşa askerlere şu emri verdi:
"Askerler!
Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun
olmadığını gördüm. Lakin, karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda
taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nimete
kavuşacaksınız. Alem-i İslam’ın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize
bakıyor."
Evet,
son bir himmet, islam topraklarının her yerinden ağır yenilgiler ala ala
gerileyen ordu, son bir gayret ve iyi bir planla Ehl-i Salib’in kurduğu muazzam
cephede bu hamle ile bir yarma yapacaktı.
Kar
kalınlığı iki metreye yaklaşıyordu. -26 derece ile hava, zaten aç ve sıcak
iklimden gelen, donanımı yetersiz askerin gücünün çok üstünde bir zorluk
dayatıyordu.
24/25
Aralık gecesi olabilecek en feci şeylerden biri oldu.
Donduk.
Ateş
yakamadan, feryad edemeden, kursağımızda lokma olmadan donduk.
Uykuya
dalar gibi, kendimizi Allahuekber dağlarının göğsünde Ümmete ve vatana kurban
eyledik.
Sarıkamış
harekatında bizzat bulunan Kaymakam Şerif Bey vaziyeti tarihe şu not ile düştü:
“Hava
soğuk, saatler pek uzundu. Gece oldu. Keskin bir soğuk ve şiddetli tipi
başladı. Asker, ayağındaki çarıkla diz boyu karlı orman yamaçlarında, zabitinin
gözünden kaybolmuş ve şurada burada istirahate koyulmuştu. Bunların içinde ateş
yakmaya muvaffak olan vardı. Fakat birçokları da orada ebedi bir uykuya
dalmıştı. Yol boyunca perakende olarak kıtasından geri kalıp da donan asker ile
ormanlar içinde kalan bedbahtlar, gündüz olduktan sonra anlaşıldı ki,
fırkaların mevcutlarından daha fazla idi.”
Donarak direndik biz o gün, donarak kazandık. Rus yenemedi
bizi, biz donarak Rus’u yendik.
Mustafa Ekici, 04.01.2015, Sonsuz Ark, Konuk
Yazar