9 Mart 2014 Pazar

SA583/ KY5-PT14: Kiziroğlu Mustafa Bey/ Roman- 2/4: Bozuk Düzen

Kiziroğlu Mustafa Bey


-4-
Kadı Cemalettin Taş Han’da esnaf gezmelerini sürdürüyordu. Küçük esnaf dertliydi dertli olmasına ama çekiniyorlardı. Kendi gölgelerinden bile korkuyorlardı. Ekmeğe konulan narha karşı çıktıkları yoktu. Hatta selden ötürü kendileri birçok malı maliyetinin altında satıyorlar, kimi zaman perişan olmuş ailelere ihtiyaçlarını hibe ediyorlardı. Ve ekmeğe konulan narhın bir göz boyamadan ibaret olduğunun da farkındaydılar.

Dertleri büyüktü küçük esnafın. Hem büyük tüccarların fahiş faizleri karşısında belleri bükülüyordu, hem alınan vergilerden canları çıkıyordu. Kadı öyle anlamıştı ki, küçük esnafın verdiği vergi büyük tüccarın verdiği verginin iki katıydı neredeyse. Hoş bu durum yalnız bu Sancağa özgü değildi. Daha önce görev yaptığı yerlerde de aynı durumla karşı karşıya kalmış fakat çaresizlik boynunu bükmüştü.

 İspir Sancağında tefecilikle savaşmaya kalkışmış, neredeyse kellesini kaybedecek olmuştu. Büyük tüccar, “Elbet biz dini bütün kimseyiz.. faizin haram olduğunu bilmez miyiz? Biz faiz alır mıyız? Verdiğimiz borç geçen yıl şunca kumaş alıyordu, şimdi de bunca kumaş alıyor.. biz kumaş parasını tahsil ederken niye faiz alıyorlar oluyoruz ki?” diyorlardı.

Oysa kumaşın, boyanın, baharatın, sair malların fiyatlarını kendileri belirliyorlardı. Böylece insafsız bir tefecilik sancaklarda almış yürümüştü. İşte susuz sancağında da aynı oyunlar dönüyordu. Bu oyunu oynayanlar istisnasız sırtlarını ya beylere ya sancağın eşrafına dayamışlardı.

Bu düzene hayır, deyip başkaldıran da eşkıya oluyordu. Örneğin Bolu’da Köroğlu Susuz da Kiziroğlu. Daha kim bilir nerede hangi oğlu.. az kalsın kendisine de eşkıya diyeceklerdi.

İspir Sancağı imalı suçlamalarda bulunmamış mıydı? “Behey kadı efendi.. ilmiye eşkıyalığa özenirse bunun sonu gelir mi?” dememiş miydi? Sonra da apar topar Sancak Kadılığından Erzurum Kapı Kethudalığı’na gönderilmişti. Görünüşte bir terfi de olsa bu terfinin bir tenzil-i rütbe olduğu zeki birinin gözünden kaçmazdı.
Kadı Mahmut Efendi’nin katli işlerin rengini değiştirmiş, ta payitahttan bir ulak bizzat halife-i ruyi zeminden bir ferman getirmiş, katledilen Mahmut Efendi olayının gerçek akıbetini tespit ve suçluların cezalandırılması ile görevlendirildiğini bildirmişti.

Fermanda yazılanların dışında haberci bu soruşturmanın oldukça gizli yürütülmesi emrini de iletmişti. Mahmut efendinin katlinden birkaç hafta sonra bir ihbar mektubu payitahta ulaşmış, ihbarnamede kendilerine bildirilen olayın bildirildiği gibi olmayabileceği iddia olunuyordu. Bu da bir soruşturmayı farz kılıyordu. “Bu göreve sizin seçilmenizin sebebi padişah efendimiz tarafından çok iyi bilinmenizdir. Bana emredildiğine göre padişah efendimiz sizin gayretlerinizi pek yakından takip etmektedir. Ve dahi size güveni tamdır. Bu güveni sarsmayacağınıza emin olduğu emredilmiştir. Bu soruşturmayı elden geldiğince gizli yapması onun için hayati bir meseledir bu noktayı dahi unutmasın buyrulmuştur!” demişti ulak.

Aynı ulak Kars Beylerbeyliği’ne de bir ferman götürmüş, Kethüda Cemalettin’in derhal Susuz Sancağına kadı olarak tayin edilmesini ve sağ salim yerine ulaştırılması emredilmişti. Birkaç hafta içinde olup bitmişti her şey. Yine bir sancaktaydı. Yine fakir-fukara garip-guraba kan ağlıyordu. Baldırı çıplak, yalın ayak denilenler bir cendere içinde sıkıştırıldıkça sıkıştırılıyorlardı. Bunları düşünerek bir aktarın önünde öylece duruyordu. Biri koluna girince kendine geldi.

“Ne o kadı efendi leb-i deryada gemileriniz mi battı?”

Ani bir boşlukla ürkmüş yana çekildi. Alaybeyi Zülfikâr’ın gülen gözleriyle karşılaştı başını kaldırıp koluna girene baktığında.

“Hay Allah müstehakkını versin sen miydin?”

Alaybeyi omuzlarını kaldırıp göğsünü ileri çıkardı, kaşlarını hafiften çattı:

“Beli ya benim.. Alaybeyi Zülfikâr.. dediler ki git kadı Cemalettin Efendi’ye yardım et. Teftiştedir. Zorluk çıkaran olursa haddini bildir.”

Sözlerini bitirip göz kırptı. Söylediklerinin latife olduğu belliydi, ancak sözlerinin duyulması için de ciddi bir gayret gösterdiği ortadaydı.

“Nasıl, benden tuluatçı olur değil mi hocam?” diye fısıldadı kulağına.

“Olur.. niye olmasın. Ortalık tuluatçıdan geçilmiyor.. e kararını verdin mi, dünürcü gideyim mi?”

Alaybeyi hemen toparladı kendini. Ciddi bir yüz takınıp,“Niye olmasın.. kimden ne eksiğimiz var ki?” diye cevapladı kadıyı. “Hele ilk düğün kurulsun peşi sıra bizim düğünde olur!” dedi.

Kadı sözlerin altında yatanı hemen kavramış rahat bir nefes almıştı. Evet; önce Kadı Mahmut’un katili yargılanıp cezalandırılmalıydı.

“İşte bunu duyduğuma sevindim. Epey bir yardımın dokunur bu şenlikte. Benden daha yakınsın elbet davet olunacaklara. Subaşının eksikliği nasıl giderilir?”

Alaybeyi, Subaşı Macit’in yerine bir ihtimal Çopur’un gelebileceğini öyle bir söylenti duyduğunu anlattı. Kadı şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak, “Çopur ehil midir?” diye sordu. Alaybeyi omuz silkip, “Ondan önceki pek mi ehildi. Ehil arama zamanları hekat oldu be hocam!” diye karşılık verdi kadıya.

Bu arada etraflarında dolanıp selam verenlerin selamlarını alıyor, neşeli tavırlarla öylesine yarenlik yaptıkları imasını vermeye çalışıyorlardı. Rahmetli Subaşı’nın epey bir çaşıdı muhbiri vardı. Alaybeyi bunu bildiği gibi kadı Cemalettin de öğrenmişti. Hele daha ilk huzurdan çıktığında kendisine bir gölge gibi yapışanın farkına vardığında ne yaman izcilerin içinde olduğunu kendine itiraf etmişti. Payitaht boşuna çokça dikkatli olması gerektiğini emretmemişti. İzlendiğini sezmiş ama bir türlü doğrudan yakalayamamıştı izleyeni.

“Geçenlerde biri beni aramış bir türlü bulamamış.. sen bir şeyler duydun mu?” diye sordu Kadı Efendi.
Alaybeyi başını sallayıp “Duyar gibi oldum.. sanırım seyisin biri bir fetva için düşmüş peşine ama yetişememiş.. hem evine gelmeye de çekinmiş!” diyerek cevapladı Kadıyı.

Bir zerzevatçının önünde durdular. “Ben.” dedi Kadı Efendi “Eve bir iki öteberi alıp götüreceğim.. sen de var düğün için hazırlan vakit dardır!”

“Emrin başım üstüne hocam. Huzurda görüşmek üzere.. hürmetler!” deyip gözden kayboldu.

Kadı Cemalettin üzerinde meraklı bakışlarla birkaç sebze meyve alıp evin yolunu tuttu.

Alaybeyi ağırbaşlılığını takınıp beylik konağına vardı. Çopur ve birkaç yeni çeri, beyliğin talimgâhında kılıç talimi yapıyorlardı. Öğleyi biraz geçmişti. Ter içinde kalmıştı talim yapanlar. Çopurun yüzündeki şişlikler inmiş morluklar hala duruyordu. Bir gözü de yarı açıktı. Alaybeyi yanlarına varıp selam verdi. Talim yapanlar durup soluklandılar.

“Çopur tebrik ederim.. Beyimiz Subaşılığa getirmiş seni.” dedi, alay ettiğinin anlaşılması için gayret göstermesine gerek duymadan, “ Pek isabetli bir karar vermiş beyimiz!” diye sürdürdü konuşmasını.
 Çopur kurumuş patlak dudaklarını yaladı. Yalın kılıç Alaybeyine doğru yürüdü. Karşılıklı bir birlerini süzdüler. Yapmacık bir eda ile, “İltifat buyurdu beyimiz. Şimdilik idareten.. eh devlet işi boşluk kaldırmaz.. sizin de yardımlarınızla asil subaşı atanıncaya kadar deruhte etmeye gayret göstereceğim!” cevapladı.

Alaybeyi sert bakışlarla Çopur’un gözlerinin içine baktı, müstehzi bir sesle “Tasalanma tosunum.. elimizden geleni esirgemeyiz!” dedi.

Ççopur için için köpürmüştü. Bu kendini beğenmişe avludakilerin gözü önünde bir ders vermeyi düşündü. Alaybeyi oldum olası kendisine, arkadaşlarına rahmetli Macit’e tepeden bakan bir tavır içinde olmuştu. Şimdi bir fırsat çıkmıştı.

“ZülfikârAağam..” dedi. “Ne yaman kılıç kullandığını bilmeyen yok.. bize de bir iki ders versen.. hazır terimizi de atmışız.. eğer münasip görürsen.. bize bu dersi çok görme!” dedi pis pis sırıtarak.

“Demek kaşınıyorsun!” diye geçirdi içinden Alaybeyi. Bir an, “Şuna bir ders vereyim!” diye düşündüyse de taraçada Rıfat Beyi görünce vazgeçti.

“Yorgunsunuz.. başka bir zaman biraz talim yaparız” deyip konağa doğru yürümeye hamle etti. Çopur önüne geçip yaltaklanır gibi yaparak, “Aman ağam kimin yarına çıkacağının garantisi var ki?”

Sülün Zeki’ye işaret etti kılıcını getirmesi için. Sülün koşarak gelip elindeki kılıcı Alaybeyine uzattı. Alaybeyi bir taraçadaki Bey’e bir uzatılan kılıca baktı. “Eh.. madem ısrar edersin.. kırmayayım seni!” kılıcı aldı. Avlunun ortasına kadar yürüdüler.

Alaybeyi bir türlü anlayamıyordu. Bu Çopur gerçekten kendisiyle vuruşmayı mı düşünüyordu. Kılıç eline bile yakışmıyordu. Keçeye bir iki kılıç sallamakla kılıç kullanmayı bildiğini mi sanıyordu?

 Demek rütbe insana kendinde olmayan özellikleri yakıştırmasını, kendinde bir takım güçleri olduğu vehmine kapılmasını sağlıyordu. Başını salladı.

“Eh Zülfikâr ağa hele hamle et de öğrenelim nasıl hamle edilirmiş!” dedi yine aynı pis gülüşle.
Zülfikâr ani bir hamle yaptı. Çopur ancak geri kaçarak savuşturabildi hamleyi. Yanlış yaptığını anlamıştı Çopur. Ama yapacak bir şey yoktu. Bu oyun sürecekti. Sürmek zorundaydı.

Nara atarak Zülfikâr’a saldırdı. Zülfikâr bir ayak oyunuyla Çopur’un dengesini bozup sırt üstü düşürdü. Düşerken kılıcı da elinden fırlamıştı. Zülfikâr elindeki kılıcı yere bıraktı tekrar konağa yürüdü. Çopur öfkelenmiş ayağa kalkıp hızla Zülfikâr’ın bıraktığı kılıcı almış hamle etmeyi düşünmüştü.

Taraçada Beyi gördü. Bey, başını “Hayır” anlamında sallıyordu. Çopur boynunu büküp öylece kalakaldı. Burnundan soluyordu. Çaresizdi. Kendisini acıklı bakışlarla süzen arkadaşlarına öfkeyle “Ne öyle aval aval bakıp durursunuz.. gidip üstünüzü değiştirin namertler!” bağırdı. Hevesi kursağında kalmıştı. “Bu burada bitmez ben sana diyem Alaybeyi.. bu burada bitmez.. hiç boşuna şişinme!” dedi içinden.


<<Önceki               Sonraki>>


Puran Tilmiz, 10.03.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar




Seçkin Deniz Twitter Akışı