15 Şubat 2014 Cumartesi

SA555/AŞ37: Kabataş’taki 30 Saniye ve Türkiye

“Kabataş’taki 30 Saniye’de genç bir kadının başına ne geldiyse, bugün Türkiye’nin başına gelen de o.”


Her şey netleşiyor; tabi hayatın, okyanus gibi, tüm pislikleri kıyılara yığmak gibi bir özelliği var. Kim insan kim değil, kim takipçi kim değil, kim operasyon çocuğu kim değil, kim kiminle ne tür işbirlikleri içinde; hepimiz er veya geç öğreniyoruz. İtiraf etmeseler de, sözleri, fiilleri ve nihâî amaçları bize olan biteni tek tek ayrıntıları ile anlatıyor; ayrıntılardaki şeytan net bir şekilde poz veriyor.


Star Gazetesi’nin ‘Paralel yapının yüksek yargı üyesi hâkim ve savcılara yönelik talimatlarını içeren ses kaydı ortaya çıktı’ diyerek verdiği haber, istikrar kaygılı hepimize anlamsız gelen, tabi biraz da, verilerden yola çıkarak anlamlandırdığımız ‘gerçeği’ somut bir şekilde ortaya koydu.

19 maddenin sıralandığı kayıtta “Hizmetin bekaası için Türkiye’nin feda edilebileceği”, “Takiyye, inkar  ile her yolun kullanılabileceği”, “insanların zaaflarıyla tehdit edileceği”, “Seçimlerde yüzde 65 ile bile gelseler dosyalarla götürüleceği’ gibi ‘anlamlı’ uçların yanı sıra, Başbakan Erdoğan’dan ‘Uzun’ diye söz edilen kayıtta muhteşem bir özet var: “MOSSAD, CIA ve diğerleri Uzun’u götürmek istiyor”

Uzlaşma, barış vesaire derdinde olanlara da Gülen’in engerekli mektubuna benzer içeriklerle cevap veriliyor: 

“Ok yaydan çıktı bir kere. Bu safhadan sonra geri dönüş ‘yok olmamız’ anlamına gelir. Onun için tüm imkânlar kullanılarak taarruz tek yoldur. Önümüze kim çıkarsa ezip geçeceğiz. Seçimlerde yüzde 65 ile bile gelseler, dosyalarla götürmek zorundayız. 44 yılda ördüğümüz hırkayı ‘buyurun siz giyin’ diyecek değiliz.”

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın Başbakan’ı tehdit eden yazılarından, GYV’nin Genel Başkanı Mustafa Yeşil’in darbe muhtıralarından daha pervasız olan açıklamaları ve sayısız Zaman ve Bugün gazetesi manşetinden, haberinden, köşe yazısından, STV, Samanyoluhaber, BugünTV, KanalTürkTV yayın ve programlarından yola çıkarak Ulusalcılara, Ergenekonculara, CHP’lilere, Destici yönetimindeki BBP’ye, MHP’ye, TürkSolu’na kadar aklımıza gelen ne varsa hepsi ayın ondördünde çekilen gece fotoğrafı kadar net bir şekilde karşımıza çıktı: 

“Komünist, Faşist, Alevi ve CHP’li fark etmez herkesle ittifak edin!”

Peki, ne için? ‘Hayrı kesir için şerri galil irtikap edilir’ (Büyük bir fayda için küçük kötülük yapılabilir)” İçin. O ne demek? “150 devlet içinde hizmet hareketimiz ve müesseselerimiz var… Bu hizmetin bekaası için gerekirse Türkiye feda edilir. 5 bin savcı o kadar hâkim, on binlerce polis ve asker şehit olmaya hazır. Kayıplar önemli değil. Türkiye’deki mücadelede ABD’nin yanında yer alırsak güçlü çıkarız!”

Hedef belirtildikten sonra sıra, kullanılacakların niteliği ile yöntem ve tekniklerdeydi: “Tedbir, inkar ve takiyye ile her yolu kullanarak mücadele edeceksiniz. 93’ten sonra mütevelli olanlara yetki verilecek. 93’lü yıllarda hizmete girenler bugün yapılıp söylenenleri geçmişle mukayese edip sorguluyorlar. Bunlarla bir sonuca varmamız mümkün değil. İstişareye tabi olunacak. Orada tebliğ edilenlere mutlak itaat edilecek. Başbakan bu gücü tahmin edemediği için baş edeceğini düşünüyor.”

Savaşan sınıf hangisi olacak? Elbette şakirdler ve klasik CIA ve MOSSAD teknikleri ile ‘Şantaj’la elde edilecek olanlar... yani: “Bütün bilgiler her alanda amir, memur, hâkim, savcı, asker, general, vali, müsteşar, esnaf ve talebe sayı ve özellikleriyle masamızda. Herkesi her an ‘hain ilan ediliriz’ endişe ve baskısı altında tutun. Gerekirse zaaflarını açıklamakla tehdit edin. Hizmetimizi muhafaza için güçlü olandan yana olmak esas düsturumuz olmalı!”

19 Ocak’ta Adana, Ceyhan Gişeleri’nde Mit’e ait üç tırın savaş koşullarındaki gibi durdurulması, jandarma tarafından kuşatılması ve dört MİT personelinin aşağılanarak, tartaklanmasına dair bütün görüntüler de yayınlanınca, artık anlaşılmaz olan şeyler anlaşılır hâle geliyor. Evet; devletin haremi de Erdoğan’ın alaşağı edilmesine kurban verilebiliyormuş demek ki, diyorsunuz. 

Zaten Adana Başsavcılığının 19 Ocak’taki rezaletini  karşı casusluk olarak soruşturması da bunu destekliyor.

Terörle Mücadele Kanunu'nun 10. Maddesi ile Yetkili Adana Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ali Doğan'ın yürüttüğü soruşturmada Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar 10 Şubat 2014'te çıktı. 2014/27 sayılı kararın sonuç bölümünde TIR'lara eşlik eden MİT görevlileri hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığı belirtildi.  

“Genel itibariyle Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli İstihbarat Teşkilatı, söz konusu ihbarlarla etkisiz hale getirilme, faaliyetleri ve çalışanları deşifre edilmeye çalışılırken, bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında herhangi bir şekilde faaliyet gösteren karşı casusluk örgütlerinin hiçbir faaliyetinin bu şekilde ihbara konu edilmemesi de sorgulanması gereken bir husustur. Buradaki ihbarlarla soruşturmayla bağlantıları tümüyle ortaya çıkarılabilecek yapının, ülkenin Milli İstihbarat Teşkilatı'nın tüm faaliyetlerini, çalışanlarını deşifre etmek suretiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin İstihbarat Teşkilatı'nı yabancı istihbarat servisleri karşısında çaresiz ve savunmasız bırakmayı amaçladığı değerlendirilmektedir."  

"TIR'ların Adana Ceyhan gişelerinde durdurulduğu, bu sırada MİT araçlarına uzun namlulu silahlar doğrultulduğu, araçların çok sayıda jandarma mensubunca sarıldığı, MİT personelinin görevde olduklarını belirtmelerine rağmen kelepçe takıldığı, TIR'larda bulunan konteynırların açıldığı, bu sırada kamera ve fotoğraf makinesi ile tüm işlemlerin kayıt altına alındığı, olay yerine yetkili ve görevli Cumhuriyet Savcısı'nın geldiği, çeşitli aşamalardan sonra araçların tutanakla Adana MİT Bölge Başkanı'na teslim edildiği anlaşılmıştır."

Paralel yapı denen yapı, açıkçası örgüt, bütün haşmetiyle ortaya çıkıyor. 17 ve 25 Aralık’taki suikast operasyonlarını da çok rahat bir vicdanla algılıyorsunuz, geriye doğru, 7 Şubat 2012’ye kadar olan biten her şeyi ve Gülen’in bedduasının mantığını konumlanacağı yere teslim ediyorsunuz. Gülen ve cemaatin neye güvendiğini de görebiliyorsunuz. Devletin içine yerleştirilmiş fedailer, yani Başbakan’ın tabiri ve kendilerinin hemen empati kurup benimsemesi ile haşhaşîn örgütü ve CIA, MOSSAD kanalıyla ABD ve İsrail.

ABD Dışişleri Sözcüsü Marie Harf, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin de, 'ABD'nin Türkiye'nin iç işlerine karışmayacağı' sözlerini anımsatarak, 'Bu konuları konuşmayı kendilerine bırakıyoruz' deme lütfunda bulunmuş ve “Tekrar ediyorum, Türkiye'deki yerel gelişmeleri izlemekteyiz ama Türkiye'nin iç işlerine karışmayacağız ya da buradan herhangi bir analiz yapmayacağız” diyerek hezimeti itiraf etmişti.

“Karışmayacağız!” demek, ‘karışıyorduk, karıştırıyorduk, suçüstü yakalandık’ demenin başka bir şekilde ifade edilmesiydi.

Zaten ABD Türkiye Büyükelçisi Francis Ricciardoone’nin, işadamları ve siyasi parti genel başkanları ile görüşerek planlarını yaptığı bir operasyonu hepimiz duymuştuk, Ricciardone istenmeyen adam ilan edilmek üzereyken, film kopmuştu; ‘İmparatorluğun Çöküşünü İzlemek’ gibi bir zevk burnundan gelmişti Ricciardone’nin ve yerel uşaklarının.

Allah âdildir, bundan zerre kadar şüphemiz yok. Derken kendi elleriyle hazırladıkları bir dizi sekansı, Allah’ın Elçisi’ni stadlardan, rüyalardan çıkarıp kamyon şoförü haline getirdi. Şefkat Tepe adlı STV dizisi Fethullah Gülen’in sapkın din anlayışını herkesin anlamasını sağladı. Biraz sonra da Azrail insan kılığında tecessüm edecekti  Küçük Kıyamet adlı başka bir dizide. 

Bütün bunları izlerken, dinlerken ve yorumlarken, birdenbire 1 Haziran 2013’te Gezi Parkı Eylemlerinin en ateşli günlerinde, Kabataş’ta bir genç kadını taciz edenleri savunan, kadını yalancılıkla suçlayan ve Başbakan’ı da özür dilemeye davet eden yayınlar paldır küldür gündemimize girdi. Aydın Doğan’a ait KanalD Kabataş İskelesinden bir kameradan alınan görüntüleri yayınladı… Spiker, kadını yalanlayan bir dille ağacın ve turnikelerin arkasında görünmez halde duran kadına ait olduğunu iddia ettiği görüntüleri yorumladı. 

Zaman Gazetesi internet sitesi “İlk görüntüler, Kabataş’ta başörtülü kadına darp iddiasını doğrulamıyor”  başlığıyla verdi haberi.

Hemen hiçbir şeyin net bir şekilde anlaşılmadığı, kırmızı, yeşil, mavi oklarla yönetilen dikkatimiz de hiçbir şey fark edemiyordu. Kurgusal yeteneklerimiz ne Doğan Medya’nın ne de Cemaat medyasının bildiklerinin çözümlemeye yetmiyordu; onlara göre bu görüntüler kadını yalanlıyor.

Televizyonlarda bir sürü yorumcu geçinen kadın-erkek tip kadınının ‘yalancılığını’ hiç sıkılmadan ‘tescil’ ederek başka nedenler aramaya başlıyorlardı.  Eski MİT mensubu  Mahir Kaynak’ın kızı Prof. Deniz Ülke Arıboğan 13 Şubat 2014 günü twitter hesabından şöyle diyordu mesela: ‏@DenizUlke: “Kabataş olayı hayal gücü yüksek bir genç kadının çevresini ve herkesi kandırmasının hikayesi mi, yoksa iktidarın psikolojik harp kurgusu mu?”

Prof. Deniz Ülke Arıboğan’a göre kadının doğru söylemiş olma olasılığı yok. Haberi ve görüntüleri izleyen Seçkin Deniz’in sorularına da cevap veremiyor Arıboğan.

Önce Kanal D spikerinin görüntülerle ilgili haberini okuyalım:

“19:48:15'de 10-15 kişilik bir başka grup geliyor. Z.D’nin yanında 30 saniye kadar duraklıyorlar. Polise göre burada söz dalaşından dolayı bir hareketlilik oluyor. Grup 19.50'de görüntüden uzaklaşıyor. Çevrede yine bir olağanüstülük gözlenmiyor. Kabataş iskelesinin güvenlik görevlileri de normal işlerine devam ediyor.”

@Seckin_Deniz, soruyor: “18 dakikalık görüntülerin tamamını izledim. Kırmızı, yeşil ve mavi oklar dışında bir şey göremedim. Merak ediyorum; kim, hangi ultragüçle bu okları çizdi ve tespit yaptı? Yine merak ediyorum... Okla işaretlenen yerde ben nedense hiçbir şey göremiyorum; gören neyle gördü? Ağacın ve turnikenin tam arkasında kalan olayları bilmek ve görmek imkansızken, kadının yalan söylediğine nasıl inandınız? Diyelim ki kadın, 10-15 kişiyi 60-70 kişi olarak ifade etti, siz olsaydınız tek tek sayar mıydınız? O görüntülerde kadını yalanlayan hiçbir şey yok. O görüntülerde aksine kadını doğrulayan şeyler var. Çocuğuyla duran bir kadının yakınından geçen 10-15 kişi 30 saniye orada neden duruyor? 30 saniyeye kaç hakaret sığabilir sizce? Hakaretleri duyabiliyor musunuz? Sizi ikna etmek için kaç hakaret etmeleri yeterli, kaç saniye beklemeleri yeterli? Tekrar soruyorum, o görüntülerden bebeğin ve kadının tartaklanmadığını iddia edebilecek kadar ne var elinizde? Tekrar soruyorum; kadının yalan söylediğini nasıl, hangi delillerle iddia edebiliyorsunuz?  Son sorum; siz böyle bir yalan söyler miydiniz?” 

Prof. Deniz Ülke Arıboğan ,Seçkin Deniz’in sorduğu sorulara DM’den, yani gizli mesajdan cevap veriyor; sorulara verilecek cevabı yok çünkü.

Seçkin Deniz, ertesi gün, yani bugün, yorum yapıyor: “Kabataş görüntülerini gören kör gözler o grubun 30 saniye boyunca kadının yanında ne halt yediğini anlatsın. Deney yapacağım; 15-20 kişilik bir gurup 30 saniyede ne kadar işer ölçeceğim. Deney yapacağım; bir bebek arabası 30 saniyede 30-40 el tarafından kaç kez döndürülür, çocuk kaç kez darp edilir, ölçeceğim. Bir deney yapacağım; bir kadına 15-20 kişi tarafından 30 saniyede kaç tekme atılır ölçeceğim. Bir deney yapacağım; acaba siz kaçınız insan çıkacaksınız, ölçeceğim.  Bir deney daha yapacağım; 15-20 kişi bir kadına 30 saniyede ne kadar küfrederler ölçeceğim ve bunları size hediye edeceğim. Açık ve net söylüyorum.. Kabataş'ta saldırıya uğrayan kadına inanmayan kadınlar ve erkekler bu işin işbirlikçileridir; emin olun!” 

Kabataş’taki 30 Saniye bir deney aracı aslında, adı da ‘İnsanlık Ölçer’.

Mağdur genç kadın cevap veriyor: "Benim yaşadığım acının büyüklüğü ve altında ezildiğim o yük yetmezmiş gibi bir de insanlara kendimi inandırmak zorunda bırakıldım. Çok ağır bir yük, çok büyük bir acı. Tarif edilemez bir acı. Temennim bunu bana yaşatan insanların, hak ettikleri cezaya çarptırılmaları ve benim çektiğim acıyla kıyaslanamaz, ama onların da bunun bedelini ödemeleri."

Avukatının yaptığı açıklama: “Basın yayın organları tarafından müvekkilime ait olmayan bir kısım beyanlar esas alınarak görüntülerin bu beyanları desteklemediği iddia edilmekte, müvekkilim etrafında kalabalık bir grup tarafından toplanılmış olması önemsiz bir olay gibi gösterilmekte, görüntülerin net ve belirgin olmamasından da istifade edilmek suretiyle müvekkilimin gerçek dışı beyanda bulunduğu yönünde bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır."

Başbakan, Haliç Metro Köprüsü’nün açılışında bugün konuştu, cevap verdi, arsızca özür bekleyenlere:

'Kabataş’ta yavrusuyla beraber orada bir kızımıza yapılan bir saldırıyla alakalı bakın onun da üzerinde oynamaya başladılar. O günden bugüne sesleri çıkmayanlar, bunu da yalanlamaya kalkıyorlar. Medya dünyasında amiral diye geçinenlere söylüyorum. Bugün attıkları başlığı özellikle hatırlatıyorum. Bunun altında da boğulacaksınız. Sizler Adli Tıp raporlarını nerenize saklayacak, nerenize koyacaksınız? Bu bayanın çocuğu ile beraber orada aldığı raporu ne yapacaksınız? Bunların hayatı yalan üzerine inşa edilmiştir. Aradan 8 ay geçti. 8 ay; şimdi kendilerine göre yeni yeni senaryolar hazırlıyorlar. O hanımefendi ve çocuğu konusuna; yeni bir hazırlığın içindeler. Bunları yutturmazsınız. Her şey açık net ortada. O zaman savcının bütün tespitleri, Adli Tıp raporu ortada. Şimdi siz bunu tersine çevirmek istiyorsunuz. Neden? Altında boğuldunuz. Tarih sizi affetmeyecek. Tarih bu yalan senaryonun yanında yer alan medyayı da affetmeyecek.” 

Ankara 12. İdare Mahkemesi de dünün diğer taarruzunu haber verdi bize. Mahkeme, “gizli faaliyet usul ve teknikleri MİT tarafından istihbari faaliyetlerde kullanılabilirse de” demesine rağmen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, yazar Mehmet Altan'ın telefonlarını takma isimle dinleyen Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensupları hakkında soruşturma izni vermemesine ilişkin kararını iptal etti. Mit mensupları 'resmi evrakta sahtecilik', 'haberleşme ve özel yaşamın gizliliğini ihlal' ve 'görevi kötüye kullanma' suçlarından soruşturulacaklardı. 

Bu yol bize Mit Müsteşarına giden yolun tekrar açıldığını hatırlatmıştı ki, bir haber daha düştü internete. MİT Müsteşarı'nın ifadeye çağrılmasıyla başlayan krizin ardından TEM Amiri'nin polislerle toplantı yaptığı ortaya çıktı:  “Bu süreçte ülkeyi gerçekten nasıl adım adım uçuruma götürdüklerini gördüm. Bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız KCK operasyonları ile ülkeyi bölünmekten kurtarmışız. Yaptığımız iş gerçekten çok büyük.” dendiği iddia edildi. 

Artık anlıyoruz;  hayatın, okyanus gibi, tüm pislikleri kıyılara yığmak gibi bir özelliği var.

Kabataş’taki 30 Saniye’de genç bir kadının başına ne geldiyse, bugün Türkiye’nin başına gelen de o.

Kabataş’taki ahlaksızlığı sahiplenenler, bugün Erdoğan’a ve Türkiye’ye yapılan saldırıları da sahipleniyorlar. Psikolojik, sosyolojik tüm harekat tipleri amansız bir şekilde uygulanıyor.



Arif Şahin, 15.02.2014, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 37





Seçkin Deniz Twitter Akışı