23 Eylül 2013 Pazartesi

SA421/KY1-CÇ56: Hira /Roman - 1/3

Bir felaket erişmediyse henüz size, bir tufan vurmadıysa sizi henüz, bir çığlık yakalamadıysa ansızın uyur uykunuzda, bilin ki;Mesih’in muştuladığı gelecektir. Gelmesi yakındır!”

 
-3-
610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam kenti arkasında bırakmış çölün içinden, sesini duyduğu, çağrısını işittiği Nurdağı’na doğru emin adımlarla yürüyordu. Ukaz panayırında devesinin üstünde yaşlıca bir adamın sesleri çınlıyordu kulağında. Yaşlı adamın kızıl devesinin etrafını çevirmiş birkaç kişiden biriydi Emin olan. Pür dikkat dinliyordu. O yaşlı adam tıpkı içindeki sesti. O yaşlı adam,  içinde dile gelenleri dışarı aksettirendi sanki.

“Dinleyin, Ey Mekkeliler! Ey Yesribliler! Ey Taifliler! Ey Yemenliler! Ey Necidliler! Ey çölün dört bir yanından, dört bir yöresinden gelenler dinleyin! Bu sesime kulak verin ki sizden öncekiler gibi siz de öleceksiniz. Siz de yapıp ettiklerinizden sorulacaksınız. Ey Kureyş’in uluları yetmedi mi ezdiğiniz yoksulları? Yetmedi mi haramiliğiniz? Bilin ki kendi yükünü başkasına yükleyen melundur!"

 “Ey yeryüzü mazlumları, ey yalın ayaklılar öldürün korkularınızı; korkularınızı kurban edin! Korkularınıza kurban etmeyin kız evlatlarınızı! Bilin ki sizi bağda, bahçede, tarlada sürmek için efendilerinizin uydurmalarıdır kız evlatlarınızın sizi utandıracağı. Onlar sizin nüfusunuz artmasın dilerler. Çoğalmanızdan korkarlar. Siz çoğalmayasınız, olana razı olasınız diye ekmişlerdir her birinizin yüreğine kendi korkularını. Görmüyor musunuz bunu? Siz çoğalırsanız tükenir saltanatları, bunu anlamıyor musunuz? Sahi bunu göremiyor musunuz? İşinize mi geliyor böylesi? Başkasının yükünü yüklenmek midir sizi sarhoş eden? Bu ne çirkin bir sarhoşluktur!”

“Ey çöl sakinleri, durup bir düşünün, durup bir bakının etrafınıza! Mini minnacık olsun duruşunuz razıyım buna da. Yeter ki bir an durun ve düşünün bu hep böyle gider mi? Ya da bu hep böyle gitmeli mi? Ne kadar az aklediyorsunuz! Ne kadar az düşünüyorsunuz! Sizden öncekiler gibi helak olacaksınız diye korkarım. Azgınlığınız Nuh tufanını çağırıyor farkında değil misiniz? Çöl ortasında gemi yapan yok diye mi rahat içiniz? Gemi yapan yok diye mi tufanların önü kesik sanırsınız? Yazıklar olsun böyle düşünene!”

“Dinleyin, ey insanlar! Bu çığlıkları duymazsanız sizi öyle bir çığlık yakalayıverir ki, şimdi ki sağırlığınız bile kâr etmez. Ve sonra üzerinize alev kesilmiş taşlar yağar. Bunu mu istersiniz? Bunu mu arzularsınız! Ey bir kumaş parçası, ey bir gerdanlık için panayırın altını üstüne getirenler durup bakmaz mısınız, durup bakmayacak mısınız mahzun yüzlere? Sararmış benizlere bakmayacak mısınız? Size güneş düşmesin diye sayelik tutanları daha ne kadar aşağılayacaksınız renklerinden ötürü? Bir felaket erişmediyse henüz size, bir tufan vurmadıysa sizi henüz, bir çığlık yakalamadıysa ansızın uyur uykunuzda, bilin ki;Mesih’in muştuladığı gelecektir. Gelmesi yakındır. Yakındır gelmesi iyi bakın etrafınıza belki o aranızdadır. Aramızdadır. Gözünüzü dört açın! Dikkat kesilin! Sesini duyun! Sesine kulak verin! Çağrısına uyun! ”

“ O gelecek!” diyordu tekrar tekrar yaşlı adam.

“ Görüyorum gelmesi yakın! Seziyorum gelmesi yakın! Bırakın tembelliği hazırlığınızı yapın!” diyordu yaşlı adam. Durup durup:

“ Bir duman kaplamadıysa yeryüzünü, gökler sımsıkı kapalıysa, tufanlar bu çığlıklara karşı duyarsız ise bilin ki O’nun gelmesi yakındır. Belki gelmiştir ve hatta aramızdadır. Dikkat edin. Yok! Dikkat kesilin! O’nun sesine kulak verin! O’nun çağrısını işitin! O’nun çağrısına icabet edin! Ve fakat İsrail oğulları gibi, Mesihîler gibi kirletmeyin O sesi.”

Yaşlı adam bir an sustu son söyledikleri üzerine. Bir andı bu susuş ama sanki çağlar kadar sürmüştü. Bir ömür boyu süren bir susuşu andırıyordu ihtiyar adamın susuşu. Gözleri dolmuştu. Bir iki damla düşmüştü hatta o gözlerden. Bir şey görmüş olmalıydı, bir şeyler duyumsamış olmalıydı. Mesih’in muştuladığının gelmesi yakındı yakın olmasına ama.. hayır! Yaşlı adamın gözlerinden düşen yaşlar sevinç gözyaşları değildi. Hüzündü.

Hüzünlenmişti. Kendisinin O muştulananı görmeyecek olma olasılığı değildi O’nu hüzünlendiren. Yeise düşüren. Üzen, ağlatan kendi kaybı değildi. Bu apaçık belliydi yaşlı adamın duruşundan. Bakışından. Konuşmasından. Ve devesinin huysuzlanmasından. Bir şeyleri sezmiş olmalıydı. Bir şeyleri görmüş olmalıydı. Bir tuhaflık vardı bu gözyaşlarında.

“Ah!” dedi; ta içten gelen bir ahtı bu.

“Ah kardeşlerim! Ah mahzun, mazlum kardeşlerim korkarım o seste kirlenir. O seste kirletilir. Tıpkı Mesih gibi. belki Mesih’i katletmediler, evet katletmediler ve fakat O’na öylesine bir dirilik payesi verdiler ki, insanın keşke O ses hiç duyulmasaydı diyesi geliyor, diyesi gelir. Mesih’i öylesine bir katlettiler ki. Mesihi Mesih yapan çağrısı değil miydi? Mesihi Mesih yapan duruşu değil miydi? Başkaldırısı değil miydi Mesihi Mesih yapan? Mesihi insanlık düşmanları germedi çarmıha, geremediler. Ama öyle bir çarmıha gerildi ki Mesih ah! Mesih öylesine çarmıha gerildi ki, indirene, indirecek olana şükür. Ve fakat Ey insanlar korkarım.” Dedi ve yutkundu yaşlı adam.

Emin olandan başkası görmedi sanki bu yutkunuşu. Bu yutkunuşta öyle acılar, öyle sızılar, öyle korkular, öyle üzgüler, öyle feryatlar, öyle pişmanlıklar, öyle yalnızlıklar, öyle sıkıntılar, öyle vefasızlıklar, öyle pervasızlıklar, öyle dermansızlıklar, öyle yaralar, öyle sövgüler, öyle yersiz övgüler, öyle patavatsız söyleyişler, öyle hırçınlıklar, öyle aşağılıklar, öyle adaletsizlikler, öyle çirkinlikler, öyle mutsuzluklar, öyle kötülükler, öyle iyilikler, öyle sevinçler, öyle güzellikler, öyle mutluluklar, öyle hakkaniyetler, öyle adilce, öyle onurlu, öyle gururlu, öyle asilce şeyler görmüştü ki sanki. Sanki yaşlı adam bilinmesin istemişti de bütün bunları o yüzden yutkunmuştu.

Ve fakat işte bu yutkunuş faş etmişti sanki her bir şeyi. Yaşlı adam ağlamaklı bir sesle sürdürdü konuşmasını:

“Çöl için için kaynıyor. Çöl alev alev yanıyor.” diyordu yaşlı adam. Kimileri alaya almıştı çoktan yaşlı adamın sözlerini. Kimileri kulak kesilmişti tıpkı Emin olan gibi. Kimileri sonsuz bir susuzluk duyup kaçmıştı bu yaşlı hatibin yanından bir kırba su bulmak için.”

“Dünya kocaman bir çöldür!”, demişti yaşlı adam. “Çöle dönmüştür, Mesih’in kaybolmasından beri yeryüzü çöldür. Mesih’in getirdiği mesajın bulanmasından beri çöldür yeryüzü. Çöldü yeryüzü. Mesih’in mesajı kirletilmiştir acımasızca!”, demişti.

“Hem öyle, arenalarda Mesih taraftarlarını aslanlara atanlar tarafından değil, tıpkı kendinden öncekilerde olduğu gibi kendisini izlediğini söyleyenler tarafından kirletilmiştir Mesih’in mesajı!” diyordu.

Mesih elinde kalın bir urgan demişti:“Bu urgan şu iğnenin deliğinden geçerse mal biriktirenler de öyle girer cennete!”

“Ve fakat mal biriktirenler onun adına öyle mabetler yaptılar ki! O mal biriktirenler öyle kurnaz kesildi ki; Mesih adına yaptılar her bir şeyi. Ter çaldılar, mabet yükselttiler. Cenneti parselleyip parselleyip sattılar!” demişti adam.

“Hazırlığınız yapın!” dedi yaşlı adam bir kez daha. İlk kez söylüyormuşçasına duydu bazıları. Bazıları alay etti ihtiyarın kan donduran sözleriyle.

“Bunaktır! Zavallı ne dediğini kendisi bile anlamaz. Anlaşılmaz eski masalları anlatır durur. Ya İsrail oğullarını kötüler, onların masallarını anlatır, ya İsevi’leri yerden yere vurur, ya onların masallarına inanmamızı ister. İbrahim’e iftira atar. Biz İbrahim’den gördük, İbrahim’den bildik bu dini. Putmuş taptıklarımız. Ahmak işte. Sanki biz bilmeyiz taşın, kayanın bize bir faydası dokunmadığını. Onlar bizim ölmüş ulularımız. Onları unutmamak, yeri göğü yaratana aramızda aracılık yapmaları içindir yapıp ettiklerimiz. Bir uluya erişmek için aracıya ihtiyaç olur da yaratana aracıya ihtiyaç duyulmaz mı? İşte bu kadar aklı vardır bu yaşlı bunağın. Boş verin, dinlemeyin, dinleseniz de gülüp geçin!” dedi bazıları.

Bazıları gülerek, biraz da öfkeyle:

“Boş verin geçin bu yaşlı bunağı! Durup dinlenilecek yer değildir onunkisi. Her panayır bulur birkaç yalın ayağı gururunu okşatır onlara! Yaklaşamaz Ululara diğer şairler gibi. Kötü bir şairdir, hatta şair bile değildir Ulularımıza söyleyecek sözü yoktur. Kim ne yapsın bu bozguncunun sözlerini? Kim ne yapsın yaşlı bir bunağın ipe sapa gelmez sözlerini? İşte bakın dinleyicilerine; ya öksüzlerdir ya yetimlerdir ya efendisinden dayak yemiş kölelerdir ya dilenmeye yüzü olmayan dilencilerdir  ya yolunu yitirmiş avare gezginlerdir  ya iş bulamayan fahişelerdir ya kervanı yağma edilmiş kervan zedelerdir ya bağı bahçesi selden harap olan rençperdir ya sürüsüne kurt dalmış bir çobandır.  Hele bakın şunların suratına! İyi bakın şu zavallı bunağın etrafını çevirenlere? İnsana benzer bir yanları var mıdır? İnsanlığa bunların ne faydası vardır ki? Bir faydaları dokunabilir mi bunların? Her birini köle pazarında satmaya kalksan üste para ister alıcılar. Bakın ne kadar zavallı her biri! Ne kadar çaresiz her biri! Ne kadar sefil her biri! Ne kadar vahşi her biri! Ne kadar yoksul her biri! Hiç birinin suratında meymenet yok! Hiç birinin sözlerinde insaf yok. Her birinin iş gücü bozgunculuktur. Ya dinimize dil uzatırlar, ya Ulularımıza dil uzatırlar, ya tüccarlarımızın kazandıklarında gözleri vardır, ya bağımızda, bahçemizde, mabedimizde gözleri vardır. bunlar insanlık için yüz karasıdır. Tıpkı bu yaşlı bunak gibi. Tıpkı ne dediğini kendisinin bile anlamadığı bu çöl kaçkını gibi!” böyle diyerek yaşlı adamın sözünü, sözlerini başkalarınca duyulmasın için gayret gösterdi.

Kulaklara fısıldanan bu sözler utandırdı dinleyicilerin içinden birçoğunu. Hak verir oldu fısıldanan sözlere. Usul usul terk ettiler yaşlı adamı. Kulaklarını tıkadılar sözlerine yaşlı adamın. Kimi gülerek bastırmayı seçti fısıldanan sözlerin yüreklerine ektiği utancı. Gülerek utançlarından kurtulmayı umdular.

Yaşlı adam hiç birini umursamadı. Yaşlı adam kendisi için anlatıyordu sanki. Kendisi kendisine kulak kesilmişti sanki. Emin olanla karşılaştı gözleri yaşlı adamın “Hazırlığınızı yapın!” sözleri döküldüğünde yeninden. Görmüyordu. O ateş gözlerin farkında değildi. Hazırlıksızdı. Gelecek olanı muştuluyordu, hazırlığa çağırıyordu ve fakat kendisi hazır değildi. Kendi çağı değildi.

610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam bir gece yarısı çölü aşmış, Nurdağı’nın eteğine varmıştı. Ukaz panayırındaki yaşlı adamın sözlerini yineliyordu. Bu sözler kendi sözleriydi. Bu sözler kendi içinde birikenlerdi. Hele, “Yükünü başkasına yükleyen melundur!” sözü. Bu söz onun dudaklarından dökülmüştü yeryüzüne. Onun dudaklarından dökülecekti yeryüzüne. Hazırlığını yapmalıydı. Madem bir gelecek olan vardı. Madem soluğu diriltici olan Mesih bir gelecek olanı muştulamıştı. Onu karşılamak için ihtiyarın dediği gibi hazırlığını yapmalıydı. Kulakları o sesi duymalıydı. O sesi anlamalıydı. Belki sesini duyduğu dağ gelecek olanın adını fısıldayacaktı. Dağ belki bu yüzden seslenmişti kendisine. Dağ muştulananın adını söylemek için çağırmıştı belki. Bu yürüyüş, bu yalnız yürüyüş adı duymaya hazırlık içindi belki. Belki.

<<Önceki            Sonraki>>

Cemal Çalık, 23.09.2013,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Hira




Seçkin Deniz Twitter Akışı