13 Kasım 2017 Pazartesi

SA5156/KY1-CÇ437: İstilâ-i Cihan-Kara Öfke/Roman II-2

Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak; bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.

İkinci Bölüm
TOPLANMA VE HAC GÖREVİNİ YERİNE GETİRME
-2-

Nil Üzerinde - Caşistanın Yağma Edilmesi – Zervak’ın Elçi Kurulu- Çahner’in Bir Başarısı – Hartum ve Kordon – Balonun Ulaşması – Berdayi’nin Anıları – Selahaddin ile Sultanın Görüşmesi – Çahner’in Kızgınlığı – İki Anlamlı bir mektup – Umutsuzluk!

Maluel ile Çahner’in, çevrelerinde:

- Nil! Nil! diye bağrışıldığı an gerçekten unutulmaz bir anıdır. 

Sultan ile Sudan’lı korumaları, özel ordusunun önüne geçerken gül renkli ve çıplak sırtların zirvesine ulaşmışlardı. Önde yürüyen kılavuz başı, mızrağının demiriyle, kutlu çamuruyla bereketli ve verimli ettiği geniş ovada yılankavi bir mecrayı izleyen nehri gösteriyordu.

Altı haftadan beri, iki Fransız: durumu, suları ve dağları kendilerine pek karma karışık görünen bir memlekette yolculuk ediyorlardı.

Haritalar henüz Vada ile Darfur’un güneyindeki geniş araziyi beyaz gösterdikleri için haritasız olarak dağlar, nehirler, ormanlar arasından geçerek yürüyorlardı.

Kılavuz:

- Nil! Suyu en değerli nehir! diye şarkı söylüyordu.

Şimdi nerede bulunduklarını biliyorlardı. Bu bol ve bereketli Büyük Şiryanın kenarında, henüz uzak olsa bile, kentin izlerini göreceklerini sanıyorlardı.. çünkü o yörede egemen olan Ahmet El Mehdi batının büyük bir düşmanıydı
.
Sultan da bu görüntüyle ferahladı. İki gün sonra, iki Nil’in ( Beyaz Nil ve Mavi Nil) buluştukları yerde var olan Amederman’a ulaştı.

Ertesi hafta, Atuka ordusu da gelerek nehrin sağ kıyısında toplanmış, mehdi hükümetinin seçkin askerlerinden on bin erle güçlendirilerek Habeşistan’ı batılılardan kurtarmaya gitmişti. 1891 de, İtalya himayesini reddederek (krallar kralı) ününü alan Menlik’in ardılı III. Menlik Mehdinin Sultan adına gönderdiği memurları kibirle ve küçümseyerek karşılamıştı.

Etrafında senelerden beri hazırlanan çalışmalar ve genel harekete inanmıyordu. Babasından daha az ciddi ve ve vatanperver olduğundan İtalyanlara boyun eğerek İtalya’dan bir askeri eğitim birliği getirtmiş ve ordusunu Avrupa yöntemiyle düzenliyordu.

- Gidin Mehdi iddiasında bulunan o adama söyleyin. Beş yüz yıldan beri; Hristiyan olan Habeşliler onun buyruğuyla din değiştirecek değiller.

Habeş imparatorları dinlerine o kadar sağlam değildiler; Menlik de Teodoros gibi bir gün Habeş Patrik’inin üzerine tabancasını doğrultarak resmi takdis törenini gerçekleştirmesini emretmişti.
Bundan başka, Habeş Patrik’i o kadar saygınlığını kaybetmişti ki ne halk ne de seçkinler üzerinde gücü kalmamıştı.

Dolayısıyla, Menlik’in tavrı dinden çok kibrinden ileri geliyordu, bu tavrı da gerek kendisine ve gerekse halkına çok pahalıya mal olacaktı. Sultan ret yanıtı ve küstah tavrını işitince, özel ordusunun önemli komutanlarına:

- Gidiniz! Gidiniz! Merhametsizce davranınız.. bu melunlar Afrika toprağında bir kara lekedir. Beş yüz yıl öncesine kadar Müslümandılar, dinlerini inkâr ettiler, soydaşlarını, renkdaşlarını batılılara sattılar.. Allah ve Afrika halkı indinde mahkumdurlar.. dedi.

Bu ordunun komutasını önce Ömer’e vermeyi düşünmüştü; ancak alel usul yığılan orduların hareketini ve toplanmalarını düzenlemek için genelkurmay başkanına (oğlu Ömer) oldukça fazla ihtiyacı vardı. Dolayısıyla Kral Munza’yı Habeş’e gönderdiği orduların başkomutanı yaptı.

Sultan güvenliği için yanında otuz bin askeri bıraktı ve Selim bu ordunun komutasına verildi.

Ordunun doksan bin asker gücünde olan büyük bir bölümü üç koldan Habeşistan’a yürüdüler. 

Bunlardan iki Mavi Nil’i izledi ve üçüncüsü de Tigre eyaletinin önemli bir kenti olan Aksum üzerine yürüdü.

Diğer taraftan Zervak da erkenden Kızıl Denize ulaşmak üzere Kassasla yoluyla önden gitti. 

Beraberinde: bütün çölden toplanılan ve birkaç aydan beri durmaksızın gönderilen tuzu taşıyan bir birlik götürüyordu.

Merkum, iki bin Kallas’lı korumayla kıyıdaki kabilelerin güvencesi altında Bab El Mendi boğazının karşısında Sultanın amacını kolaylaştırmak için bir patlayıcı madde fabrikası kuracaktı.

Yüzbaşı Maluel, bu iki tehlikeli düşmanın doğu yönünde gözlerden kaybolduklarını görünce rahat bir nefes almıştı.

Atuka’dan hareketlerinden beri Necme’yi bir an yanından ayırmamış, onu rahatlatmak ve mutlu etmek için çabalamıştı.. O değil, Munbututu Kralının adamları çevrelerinde dolaşıyorlardı. Eğer Ömer’in çadırının yanından çadır kurmamış olsaydı çoktan zavallı kızcağız kaçırılmış olacaktı.

Barut fabrikası müdürü Zervak’ın kindar bakışlarına belki yüz kez hedef olmuştu. Necme’yi zencilerin elinden kurtardığı gece bunun üzerine ateş ettiğini sonradan Mata’dan öğrenmişti. İşte O’nun kin ve kötü niye beslemesine sebep buydu.

Fakat Zervak, acaba niçin daha ilk günden itibaren Munza’nın amacına katılmıştı? İşte bunu bilmiyordu.

Bunun nedenini Ömer’den sormuştu. Her ikisi de, bu kızın kara gözlerinin Zervak’ı büyülediğini akıllarına getirmişti.

Çevresinde kopan bu fırtınalardan haberdar olmayan genç kız yüzbaşına olan sevda ile meşguldü.  Hareket sırasında aynı çadırda yatıyorlarsa da aralarında bir perde bulunuyordu.

Zavallı kız, sevgilisinin yatağında iki tarafa döndüğünü dinleyerek bir çok geceyi uykusuz geçirmişti.

***

Bu bir sürü kabilenin mahşeri andırır hareketi sırasında, bu gaza günlerinde, erkeği, seçtiği veya satın aldığı kadınlara, bağlayan ilişki pek karışıktı.

Yalnız, Reislerin eşleri dışında, diğer kadınların büyük bir bölümü güçlerinin yettiğince orduyu izleyen hizmetçi kadınlardı.

Hemen hepsi yüzlerine peçe çekmek adetinden vazgeçmişlerdi; Çünkü bu adet genel değildi; Tuaregler ’de erkekler yüzlerini peçe ile kapadıkları halde kadınları yüzleri açık geziyorlardı. Çahner da her gün bunların yanında, tam bir özenle bazı başarılar elde ediyordu.

İlk zamanlarında, Cezayir’de kadınları tarafından aldatılan Arapların korkunç intikamını anımsayarak ‘Korkunç bir olay!’ın gerçekleşmesinden çekinerek pek sakınımlı davranıyordu ancak,  nehirler ve Uvvamla yakınında terk edilen birliği izleyen bir sürü kadınları gördü.

Pek tuhaf duygulara tutkun olduğundan genellikle Maluel’i sırrına ortak kabul ediyordu.

- Hotantulu kadınlar.. bunu düşleyen yerliler için güzel yüzlü bir alem olmasının nedenin şimdi anlıyorum: her şey alışkanlık ve muhite bağlıdır. Kadınların mükemmelliği görece bir şey imiş. Avrupa’da hep korseli, fistanlı, eldivenli kadınlar gördüğümüz için bunları, bellerinin inceliğine, gerdanlarının parlaklığına, saçlarının rengine, göğüslerinin beyazlığına göre değerlendiriyorduk.
Zihnimizde düşlediğimiz yakın biriyle karşılaştığımızda güzel diye beğeniyordu. Fakat, Munbutu’luların da bir güzellik anlayışı var ki bu da misk yağıyla örülmüş saçları, memeleri müthiş bir biçimde sarkık, karnı kabarık, iri ayaklı, kalın kalçalı iri yarı bir kadındır, işte görme gücüyle bu gerçeğe, güzelin göreceliği gerçeğine ulaştım.

Maluel bu sözlere gülerek.. Oh..

- Ben bu düşsel güzelden hemen uzaklaşırım.. ancak, kanımca, bu gezgin süvaride sevimli bir küçük dilberle karşılaştım.

- Ya! Gerçek mi?

- Evet.. bu, çikolata ile safran arasında.. yani ne siyah ve ne de kırmızı renkli.. sonradan kendisine sunduğum ipek mendilden pek memnun olarak bana samimi bir biçimde bağlılık gösteren albenili bir çocuktur.

- Demek evlenilecek öyle mi?

- Pek o kadar ileri gitme.. evlenilecek değilse de hemen ona yakın bir şey..

- Öyle ise seni kutlarım!

- Dur bakalım.. daha bitirmedim.. bunun gerçek güzelliği nedir biliyor musun? eşsiz bir masumiyet.. Afrika’da böyle başka birinin bulunacağını ummuyorum..

- Sana anlatayım: onlar altı yaşında nişanlanırlar; on yaşında gelin on iki yaşında ana olurlar.. senin genç dilber kaç yaşında?

- On yedi yaşında kadar var.. bana karşı pek itaatkâr davranıyor..

- Şansım başka türlü de yardım etti; en azından doksan yaşında bir ömür törpüsü cadı, bunu herkese karşı benim için koruyor.

***

Sultan, Mehdi’nin Nil nehrinin sağ kıyısında kurulmuş Amederman’daki sarayını kabul etmedi. Özel kuvvetlerin kalanıyla harabe Hartum şehrine giderek ordugâhını kurdu. Maluel Kur’un tarihinin en ünlü bir noktasına ilişkin kendisine verilecek kapsamlı bilgiye pek memnun oldu.

Gerçekten Hartum adı ne anıları anımsatan bir addır!

Mavi Nil ile Beyaz Nil’in buluşma noktasındaki şimdi harap olan yerde geçmişte büyük ve uygar bir kent kuruluydu.

İkinci çağda, Hartum ’un birkaç kilometre ilerisinde Âluâ adında eski bir Hristiyan kenti vardı.

Mehmet Ali Paşa, Sudan kentini merkezi idaresi altına almak üzere seçtiği kentte kışlalar ve ambarlar inşa etmeye karar verdiği zaman Âluâ’dan bir eser bulamamıştı.

Daha sonra, elli yıl süresince büyüyen Hartum, Fra’ana devrinden beri ıssız ve boş kalan Nil’in çevresini gürültülerle dolduruyordu.

Türk, Mısırlı, Arap, Zenci, Dunkulu ve Berberi halkı, Rum, İtalyan, Fransız orada bir aile bireyleri gibi yaşıyor. Esir ticaret merkezi iken Avrupa ile büyük Nil havzası arasında bir ticaret ve trampa deposu oldu.

Dinsel, siyasal, bilimsel kurullar Hartum’dan hareket ediyorlardı. 

Şuvanfrüt Hartum’dan yola çıktığı gibi Nakhtigal de Hartum’a gelerek eksiklerini gidermişti. Sonra, Sudan’da Mehdi kalkışması baş gösterdi.. Dervişler Sudan kentinin başkentini kuşattılar.

Gordon Paşa, lort Kranvil ’in verdiği yardım sözüne güvenerek kenti savunma kararlılığı gösterdi.

İngiltere’nin en parlak generallerinden lort Volse kırk sekiz saat bir gecikme ile yardıma geldi. Fakat, özverili Gordon ölmüş ve kent de tahrip edilmişti.

Şimdi bunun harabeleri üstünde ot bitmiyordu; nehrin diğer kıyısında Amederman on yıl içinde, bir küçük kasabadan yüz yirmi bin nüfuslu bir büyük kent olmuştu.

Burası, mimari bir tarza göre yapılmayan ev yığınından ibaret olup bir kentten ziyade bir ordugâhı andırıyordu.

Zira Ahmet bin Nebi’nin, Tuti Adası karşısındaki Nil’in son sahilinde altmış dokuz bin savaşçının yerleşmesi için sarayında davul çaldırması yeterliydi.

Caminin minaresine bir sancak çektiği zaman her iki nehirden, Hartum’dan ele geçirdiği toplarla silahlı buharlı vapurların geldiğini gördüğünde karşı koyabilirdi.

***

O gün, öğle vaktini geçerken sıcaklık artık gücünü kaybetmek üzereydi. Sabahtan beri çadırın boğucu havasından kurtularak eski kentin ıssız bahçelerinde biraz serin hava almak için Maluel Necme ile birlikte gitmişti. Mezbure, Ömer’in, dostunun sevgilisine hediye ettiği uzun ipekli bornozu giyinip yüzbaşı ile beraber ıssız sokaklardan geçerken gözlerini havaya kaldırarak tanımlanamaz bir tuhaflıkla şaşkınlık içinde haykırdı.

Ordugâhın birkaç yüz metre üstünde tuhaf şekilli bir hava cismi görmüştü. Bu sultana ulaşacak Çar Balonuydu.

Maluel aynı anda olağanüstü bir heyecana kapıldı.

Aldanmıyordu; tanımını bildiği ve denemelerini gazetelerde okuduğu iki katlı koni şeklinde bir hava taşıdı, Avrupa uygarlığının bir son buluşu, bir Fransız mühendisinin dehasıydı.

Kalbi hızlı hızlı çarptı.

Bu, Fransa’dan gelen bir kurtarıcıydı. Necme’yi çekerek:

- Çabuk koşalım! dedi.

Ordugâh bir uğultu içindeydi. Zenci özel birlikler üzerlerinde duran bu tuhaf araca ağızları açık olarak baka kalmışlardı.

Bulunduğu yükseklikten içindekileri görmek olası değildi. Maluel bir Fransız bandırası görürüm umuduyla baktıysa da bir şey göremedi. Çadırına gelerek Necme’yi içeri bıraktı ve Ömer’in çadırına gitti. Burası boştu.

Kapıda bekleyen zenci parmağıyla sultanın çadırını gösterdi.. oraya gidince, kapının önünde duran iki Sudanlı nöbetçi tarafından durduruldu.

Sultan Ömer’le toplantı yaptıklarından kimsenin içeri girmemesini emretmişti.

Yüzbaşının öğrenebildiği şey: meçhul baloncuların, üzerinde Arap harfleriyle Fatiha suresi yazılı beyaz beze sarılı bir kâğıt atmış olmalarıydı.

Fatiha suresi! Acaba bu Fransız baloncu niçin müslüman olmuştu?

Çahner da koşa koşa geldi, balonu gördüğü zaman bu çapkın teğmen ötede beride dolaşıyormuş.. heyecandan kıp kırmızı kesilerek koşmuştu…

- Bizi aramaya geldiler galiba! diye bağırdı.

Merakı son derece artan yüzbaşı:

- Bekleyelim! Doğallıkla Ömer’den haber alırız.. yanıtını verdi.

Fazla beklemediler; ancak, Ömer çıkmadı; çadıra giren iki zenci ellerinde büyük bir yeşil bayrak olduğu halde çıktılar.. bunlardan biri, elleriyle ayaklarına, akbaba pençelerine benzer çelik çengelleri takarak bayrağı belin sardı ve biraz ötede bulunan büyük bir hurma ağacına tırmandı.

Vahalarda bulunan yerliler ve özellikle çocuklar bu çengeller aracılığıyla hurma ürününü toplamak üzere ağaçlara çıkarlardı; koltuklarının altlarına taktıkları bir kayış veya iple ağaçta serbest kalarak elleriyle işlerini görürlerdi.

Sancağı ağacına tepesine çıkaracak zenci, dalların arasında kaybolmuştu.. birkaç saniye sonar, sancak, şemsiye şeklinde ağacın üstüne yatay olarak açılmıştı.

Bu baloncular için bir işaret idi.

Bunun üzerine balon inmeğe başladı.

Çahner heyecanla bağırdı:

- Bakınız! İniyor! İniyor! Ne güzel bir alet! Eğer benimle gelmeyi kabul ederse Huri ile beraber güle oynaya giderim.. Huri, teğmenin bulduğu zenci kızının adıydı. 

Devam etti;

- Niçin kabul etmesin? Bu çocuk bir tayin ekmeği kadar ağırdır; bu gemiyi yöneten cesur adamlara zorluk vermez.. göreceksiniz yüzbaşım, onlar bu konuda bana karşı çıkamayacaklar.. 

Balon gittikçe alçalıyordu. Bu inişi izleyen zencilerin bakışlarında derin bir hayret görülüyordu. Elli metre mesafede Çar yeninden durdu; küpeştene bir ip atıldı; kıvırcık saçlı, uzun ve sert sakallı bir baş göründü, bir ses Arapça:

- Yavaş yavaş çekiniz! diye bağırdı.

On kişi ipe sarılarak balon, ordugâhın ortasında yer indi.

Maluel ile Çahner, bu alüminyum canavarın çevresini kuşatan çam kırmaları arasında kendilerine yol açamadılar..  çaresiz daha sabretmeleri gerekiyordu.

Avrupalı gibi giyinmiş bir adam, ip merdiven hızla inerek etrafına biraz endişeli bakışlar gezdirdi.. bunu almaya gelen iki silahlı Sudanın önünde zenciler çekilerek, sultanın çadırına girdi.

Fakat Çahner şaşkınlıkla haykırdı:

- Mümkün değil! Mümkün değil!

Maluel sordu:

- Yine ne var?

- Fakat, olamaz! bu, büyük bir benzerlikten başka bir şey değildir.. bu herifin burada ne işi olabilir?

- Nasıl bir benzerlik a canım! Hangi adamdan söz ediyorsun?

Çahner, anımsamaya çalışarak, alnını ellerinin içine aldı:

- Durunuz! Şuraya inen pis kafalı herif: ben asteğmenken Batna’da birçok uygunsuz davranışlarda bulunan bir öküze çok benziyor. Bu kokmuş bayın burada bulunması için ne gibi bir neden olabilir. Ancak bizim Batna’daki serserinin sakalı yoktu..

Gözleri havada olarak balonun teknesine baka Maluel:

- Bak! Şu yolcular kim oluyor?

Küpeşteye dayanan iki Tuareg, subayların anlamadığı Temahak lehçesiyle ipi tutan yerlilerden biriyle bağıra bağır konuşuyorlardı.

Bunların arkasında Şeyh Mustafa her zamanki sakin tavrıyla bu manzarayı seyrediyordu.

Çahner:

- Baloncuların beraberlerinde taşıdıkları çevirmenler olacak. dedi.

- Değil.. öyle olmuş olaydı bunlardan birinin çevirmenlik için Avrupalıyla beraber yere inmesi gerekirdi.

- Ömer, Fransızca, İngilizce, Almanca bildiği için buna gerek yok.

- O halde bunların rehine olması gerek..

- Kim için? Ne için rehine alınacak? Balon sultanın denetimi altında değil mi? rehineler, balonculara ne gibi bir yarar sağlayabilirler?

- O halde?

- Bir şey anlamıyorum. diye yanıtladı Maluel.

- Ben de öyle.. görüşme uzadı.. galiba çok önemli olsa gerek.. 

Evet.. gerçekten çok önemliydi.

Selahaddin yine başarıyordu.

Sultan, ansızın ortaya çıkan bu araçtan ne şekilde yararlanacağını anladı. Bu adamdan çekinmesini gerektirecek hiçbir ussal neden yoktu.

Cezayir’den getirdiği mektup, Ebu Muhammed’in inanmasını sağlamıştı.

Yalnız Ömer, bu adam hakkında iyi bir düşünce edinmemişti.

- Baba siz de bilirsiniz ki ben canilerden pek ürkerim. Bu adamın yüzü, Zervak’ın yüzü gibi hiç hoşuma gitmedi. Bu adam bir haine benziyor.. ne malum? Belki bu haini sizi öldürmek için kendini feda eden köktencilerden biridir! dedi.

- Buraya girmeden önce üstü başı arandı.. hiçbir silah yoktu.

- Balonda pek müthiş silahlar olması olası..

- Bizi davet etti; gittiğimiz zaman bütünüyle her yerini gezeriz..

- Yeni buluş bazı silahlar bakışlarımızdan kurtulabilir!

- Yanına güvenilir adamlar bırakırız; onu asla yalnız bırakmazlar.. örneğin Matiya..

- Razı olur mu acaba?

Selahaddin her koşulu kabul ediyordu; bilakis,  Cezayir’den getirerek burada bırakmaya mecbur olduğu adamların yerine Sultan’ın tarafından zeki adamlar atanmasını rica ediyor.

Ebu Muhammed sordu.

- Kaç kişiye gereksinimin var?

- Dört kişi yeterli olur!

- Ömer bunları sen seçeceksin!

- Baş üstüne! 

- Balonun bu anda bize ne gibi işler görebilir?

- Öncelikle buyruklarınızı çok kısa bir süre içinde hareket halinde bulunan bütün ordulara iletmek.. bir kısmı kuzey doğuya, bir başka kısmı doğuya yönelmiş bir çok ordulara rastladım; doğuya yönelmiş olanlar birkaç haftaya kadar buraya yetişirler; onlara göndereceğin ulaklar uzunca bir zaman sonra varabileceklerdir.. balonum kartal kuşunda daha hızlıdır; Avrupa ordularında telgraf telleri ne ise senin için de balon odur!

- Bu anda, ordularımızın tümü gereken direktifleri, buyrukları almış olduklarından gönderilecek başka buyruk, direktif yoktur; fakat, Arabistan’a geçince bu ulaklık görevini pek güzel yerine getirirsin..

Ömer:

- Şimdilik, Kızıl Denizde ne kadar düşman gücüyle karşılaşacağımızı bir öğrenebilir.

- Güzel düşünce! İlk işimiz, ordularımıza Bab'ül Mendep  boğazını açmaktır. Kızıl Deniz kıyılarında, Aden körfezine git, düşman gemilerini say ve gel bize haber ver!

- Baş üstüne; buyruklarınıza tamamıyla uyacağım.. kulunuz, Cezayir’de ki zafer gibi denizde de düşmanlarını yenmek için duacınızdır.

- Cezayir’de mi? O yöredeki ordularımıza ilişkin bilgin var mı?

- İbn-i İmame’nin bütün Fransız ordusuyla ettiği savaşta bulundum.. kazandığı şanlı başarıyı gözlerimle gördüm. Bir tek düşman askeri kurtulmadı..

- Çok şükür yarabbi!

- O kadar uzak yoldan gelen ilk defa gelen sensin; düşün ki Laguât ile Hartum arasında beş aylık yol vardır.

- Eğer senin izlediğin yönü bilmiş olsaydım daha iki ay önce haber verirdim.

- Bu başarı iki ay önce mi oldu?

- Evet!

- Benim için ne kadar yararlı olacağını şimdi iyice anlıyorum.. buna ilişkin bana ayrıntılı bilgi ver!
Selahaddin savaşı tüm ayrıntılarıyla anlattı.

Ebu Muhammed:

- Şimdi artık, bana hizmet etme düşüncesiyle gelmiş olduğuna tam inandım.. buna karşılık nasıl ne gibi bir ödül istersin?

- Nemi isterim?

- Evet; altın ister misin?

- Hayır; bana yerecek param var; paralarımı Avrupa’da bıraktım da sana hizmet için geldim.

- O halde sana ne yapabilirim?

- İstediğim şeyi siz bana verebilirsiniz.. vatanımda terk ettiğim mutluluklarıma karşılık sayenizde bir çok zevklere, eğlencelere kavuşabilirim.

- Düşündüklerini açıkça söyle!

- Sizin canla başla çalışacağım.. Avrupa’ya ayak basacağın güne kadar hiçbir isteğim, istediğim yoktur.

- Ayak basınca?

- O zaman, bağlılığıma güveniniz tam olursa beni bir orduya komutan olarak atarsınız!

Sultan yanıt vermedi; böyle bir isteği aklına bile getirmemişti.. bakışları Ömer’in hayret dolu gözleriyle karşılaştı.

- İyi ama, deneyimsiz komutanlık olur mu?

- Ben Fransız ordusunda askerli ve subaylık yaptım.. birkaç çatışmada bulundum, tabya bilgim var.. her halde zenci kabile reislerinden bir çoğundan daha fazla bilgiliyimdir.. işbaşında beni değerlendirirsiniz. Bana emanet edeceğiniz askerlere komutama gelince bunda hiç kuşku etme! Avrupa’da bir general düşününüz ki benim gibi, ordumun üstünde her şeyi görerek birkaç dakika içinde istediği yere giderek askerlerine komuta etsin! Uzaktan keşif görevini yerine getirerek seni tehdit eden tehlikeleri zamanında bildireceğim. Meydan savaşları ayaklarımın ucunda gerçekleştirilecek ve kararlaştırdığımız işaretler aracılığıyla yapabilecek her kıta, kabul edilecek düzene ilişkin sana yer bilgisi vereceğim.. böyle bir hizmeti, hali hazırdaki komutanlarından hangisinden beklersin?

Sultan, Ömer’le şifreli sözlerle konuştuktan sonra:

- Katılıyorum! Avrupa’ya geçene kadar önden git, bilgi al, beni durumdan haberdar et, güvenliği sağla.. sen müslüman olduğun için bir komutan görevini görebilirsin, ancak beni buna inandırmak koşuluyla!

Selahaddin saygıyla eğildi.. görüşme sona ermişti. Kendisini getiren iki Sudanlıyla birlikte balonuna gitti.

Fakat Çahner onu gözetliyordu. Yanından geçince yüzbaşıya:

- Artık bu kez kuşkum kalmadı.. şimdi gördüğüm adam, Batna’daki tefeci, faizcidir.

- Tefeci mi?

- Evet, bu: iyi tanıdığım tarih ve Arap şubeleri subaylarıyla aralarında geçen bir takım olaylardan sonra istifa etmek zorunda kalan bir askeri çevirmendir. İstifasından sonra tefeci Yahudilerde bulunan senetlerimiz toplayarak bizden istediği intikamı alıyordu.

- İyi bir adammış desene(!)

- Öyle değil mi ya(!) ben kendi hesabıma yüz elli Frank için bu uğursuzun sayesinde altı yüz Frank masraf ettim.. ne yapalım? Bunu tenha bir sokakta bekledik. İnzibatlarla birlikte iyi bir dayak attık! Ah! Eski cani!

- Eski bir çevirmen mi dedin?

- Evet.. sonra dolgun maaşla Sahra-i Kebir Demiryolu Şirketine çevirmen olarak girdi.

- Adı nedir?

- Bir mağribi adı! Bir Arap adı.. Selahaddin! Evet, Selahaddin!

Oldukça sararan yüzbaşı:

- Selahaddin mi? Çahner, sözlerin doğru mu?

- Tastamam! İyi ama.. ne oluyorsunuz yüzbaşım? Sanırım siz de bu çapulcuyu tanıyorsunuz!

- Evet tanıyorum!

- Sakın siz de mahkeme mübaşirlerinin hışmına uğramış olmayasınız?

- Hayır! Benimki başka!.. size sonra anlatırım..

Maluel, üzüntülü bir düşünceye daldı.. yalnız sık sık:

- Bu çapulcu burada ha! Bu olası mı? sözlerini yineliyordu.

Birkaç dakika sonra, Ömer’in yanına girmişti.

Mecnunun tuhaf yüzünden şaşıran genç prens sordu:

- Neyin var?

- Anlatacağım.. ancak, söyle: babanın çadırından çıkan bu Avrupalı, baloncu.. Selahaddin diye bilinmiyor mu?

- İyi aklıma geldi.. adamın adını sormamıştık. Selahaddin mi dedin? Olabilir.. çünkü kendisi Müslümandır.

- Müslüman mı? Hayır! Yahudi!

Ömer anlamlı bir biçimde yüzünü ekşitti.

- Hayır, tamamen Müslüman.. Cezayir müftüsünden bir de öneri mektubu getirdi.

- Cezayir’den mi geliyor?

- Orada çevirmendi değil mi?

- Bunu da sormamıştım.. Düzgün Arapça konuştuğu için olası olabilir.

- Dinle Ömer, senden ne babanın ne de senin sırrını öğrenmek isterim.. sen benim için gerçek bir kurtarıcısın; hayatımı, varlığımı sana borçluyum..

- Bana bunları niçin söylüyorsun? Sana gösterme zorunda olduğum tavır, davranış okul arkadaşlığımızın gereği değil midir? Sen de olsan aynını yapmaz mıydın?

- Evet, pek doğru.. bunları söylemekten amacım, bu adamın buraya ne yapmaya geldiğini sormaktır.

- Bunu da söyleyeyim.. bir giz değildir; babama, kendisini ve balonunu sunmak için gelmiş..

- Sunmaya sebep neymiş?

- Bizimle birlikte sizinkilerle savaşmak için.. Oh! Bu adam kötünün teki; ancak öncede söyledim: böyle büyük bir eylemde herkesten yararlanmalıdır..

- Memleketine ihanet etmesinin nedeni nedir?

- Bunu da sormadım. Görüyorsun ya, bizler o kadar gizli şeylere düşkün, meraklı değiliz. Sorulacak bir sürü soru varken bu sorular aklıma gelmedi. Yalnız şunu söyleyeyim, Avrupa’ya ayak basınca Müslüman ordusunda bir komutanlık bekliyor.

- Bu sefil bir komutan olacak ha?

- Evet.. herhalde.. büyük savaş kuramlarına yabancı zenci kabile reislerinden daha iyi görebilir.. sorduğun sorulara bakılırsa sen Selahaddin’i tanıyorsun.. bildiklerini bana da anlat:!

- Daha sonra anlatırım! Öndeyilerim sırf kişiseldir.. önce onunla görüşmeliyim.. bugün gitmiyor değil mi?

- Hayır.. onun için balonun yanında bir çadır kuruldu.

Maluel derin bir düşünceye dalmış gibi görünüyordu. Ömer sordu:

- Demek, sen de bu beladan nefret ediyorsun, öyle mi?

- Evet..

- Sence önemli bir neden olsa gerek.. seninle beraber gerekli önlemler almak gerekir. İstersen onunla konuş; fakat, işi bozmamaya gayret et!

- Ne demek istiyorsun?

- Öfke itkisiyle yapılan devinim bazen onarımı pek zor olan bir kötülüğe neden olur. Örneğin, aranızda bir kavga olur; sen tabancanı çekip kurşun sıkarsın.. o zaman; ne baloncu ne de bilgi kalır.. hepsine uğurlar ola! Sonra kabak senin başına patlar.. çünkü babam bundan pek hoşlandı.. dolayısıyla sana dinginlik öneririm.

- Bu konuda merak etme.. gerçi Avrupa’da değilsek de, son derece öfkelenmiş olsam bile kendini savunmaktan aciz bir adamı öldürecek kadar adi değilim, velev bu adam rakibim olsa bile..

- Bir rakip ha! Anlıyorum! İyi ama, o zaman küçük mağribi kız ne olacak?

- Sana önceden de söylemiştim, küçük bir kız kardeş! 

- Ne tuhaf bir rastlantı.. sakın ha, kötü bir şey yapma.. düelloya falan gerek yok!

- Peki peki rahat ol, korkma!

Bir sürü duygunun etkisi altında eziliyor ve uzun bir rüyadan uyanmamış olduğunu sanıyordu.
Kristiyan! Bu isim, kaç kez zihninde belirmişti! Ancak her gün yavaş yavaş etkisi hafifliyordu. 

Karşılaşmalarının, sözlerinin ve verilen sözlerin anıları düşünce dünyasında oldukça açıklık kazanıyordu.. fakat hepsinden daha etkili olan bir duygu uyanmaya başlamıştı bu da genç kızın, peşine düşüldüğünü itiraf etmesiydi..

Şimdi bu adam karşısına çıkar çıkmaz bütün anılar beynine üşüşüyordu. Kristiyan bunu anlatırken ağlamıştı.

Bir baloda, Selahaddin Kristiyan ile dans ederken istenmedik bir itirafta bulunmuştu… halbuki kız yanıt vermemişti.. Selahaddin, birçok kez bu yaklaşımını, kabalıklarını yinelemiş ve sonunda bir gün artık Kristiyan dayanamamış her şeyi Maluel’e anlatmıştı. 

Şimdi şansı onu yine karşısına çıkarmıştı!

Fakat Selahaddin Cezayir’i hangi nedenle terk etmişti? Niçin? Bunu anlamak için kendisine sormaktan başka çare yoktu. Bir tehlikeye meydan vermemek için silahını çadıra bıraktı.

***

Birçok hurma ağaçlarının kütüklerine güçlü bir biçimde bağlanan balon, yerden birkaç metre yüksekte hafif hafi sallanıyor ve ip merdivenin yanına oturan Mata da koruma görevinin yerine getiriyordu.

Selahaddin çadırdan çıktı; kıyafetini değiştirdiği için adeta tanınmaz bir hale gelmişti.. Kibar bir Arap gibi giyinmişti.

Tercüman, başarısının yarattığı sevinçten ötürü yalnız kalmayı duyumsadığından ötürü ordugâhın biraz uzağından bulunun Hartum harabelerinin yolunu tuttu.

Programının ilk bölümü bütünüyle gerçekleşmişti. Düş kurmada pek ileri vardı: Avrupa’ya çıkmışlar, kendisi de Sultanın güvenini kazanarak ordu komutanı olmuştu… Paris’e gitmiş.. Paris hepsinin arzu ettikleri hedefti.

Kadınları erkeklerin seviyesine çıkaran, onlara saygıyı oldukça gerektiren bir gelecek uygarlığın nezaket anlayışı artık mahvolacak ve yeni bir elin yengisine geçecek bu memlekette barbarlık hüküm sürecekti.

Kristiyan! Kendisini büyüklük taslayarak kapı dışarı eden bu genç kız, artık kendi egemenliğine geçecekti.

Bu şekilde kuruntu ederek eski Hartum’un rıhtımlarından birine ulaştığı zaman
- Selahaddin.. hey Selahaddin! Diye çağrıldığını duydu. Titredi ve geri döndü… Bu şekilde kimliğinin ortaya çıkacağını aklına getirmemişti.

Bu anda, gür sakallı, mavi gözlü, teklifsizce ağır elini omuzuna koyan bir adamla yüz yüze geldi… Adam kendisine Fransızca olarak:

- Evet! Ta kendisi… bizim eski Selahaddin haydudu! Aldanmamışım.. tefeci habis buraya yine ne halt etmeye geldin? Söylemişti.. Bu adam da Çahner’di.

Selahaddin, şaşkın şaşkın bakarak muhatabının alaycı simasını anımsamaya çalışıyordu.

Çahner:

- Eski fesat, beni tanımaya uğraşma, çünkü birlikte deve gütmedik… Yalnız, borç verdiğin bizim gibi parasız pulsuz teğmenler, çavuşlar hakkında açtığın davalardan belki tanırsın. Ben; beşinci avcı bölüğünden çavuş Çahner’im..

Tercüman hala konuşmuyordu.

- Anımsayamıyor musun? bence hep bir.. bu da kötülük yaptıklarının sayısının çok olduğunu kanıtlar… ya şimdi? Tabi artık bu ticaretinden vaz geçtin.. çünkü buraya; sultana haftalıkla faize gelmedin! Buraya niye geldin? Bana bunu anlat!

Çahner, herifin omuzundan tutarak her konuşmada silkeliyordu. Sonunda Tercüman;

- Bırak beni! diye haykırdı.

Çahner güldü:

- Haydi! Haydi! O kadar çabuk kızma.. bak, ben eski kepazeliklerden ötürü sana kin beslemiyorum… artık, Batna’daki Arap mezarlığının batısında sana attırdığım sopaları da burada yinelemek istemem. Ah! Bak, şimdi anımsamaya başladınız.. talihimiz ne tuhaf rastlantılar doğuruyor!

Selahaddin, hala başka bir yanıt vermiyordu.

- Şimdi, kendimi tanıtayım; artık ciddi olalım.. geçmişte yaptıklarınıza karşın yine sizi gördüğüme memnun oldu. uzuna zaman beri Fransa’dan hiçbir haber alamadık.. siz de oradan geliyorsunuz değil mi?

Selahaddin, başıyla onaylar gibi yaptı.

- Pek büyük bir başarı kazandınız.. Balonunuza ilişkin gazetelerden edindiğim bilgilerden hareketle buraya gelmek için ancak on gün harcadınız..

- Evet..

- Elbet buraya bir görevle geldiniz.. bu zahmeti boşu boşuna çekmediniz ya!

Selahaddin rahatça bir nefes aldı.. endişesi yok olmaya başlamıştı.

- Pek doğru.. buraya bir görevle geldim.. bunu sonra size anlatırım.. ya sizi buraya hangi rüzgâr attı?

- Bizim halimiz bir romandır.. Avcılarımız bizi çölün ortasında bıraktılar.. Cezayir’de herkes bizi ateşte kızartılmış biliyor..

- Doğrudur; bu haber pek derin bir üzüntü yarattı.. subaylardan pek azı Fransız postlarına ulaşabildiler. Kuşkusuz siz postalardan uzaktınız değil mi?

- Evet! Tambukutu’dan on beş kilometre uzaktaydık. Solumuzda faslılar, kuzeyimizde Tuaregler, güneyimizde Masinaliler vardı. eğer, Yüzbaşı Maluel  Prens Ömer’i tanımamış olaydı..

- Yüzbaşı Maluel mi?

Bir ses:

- Ta kendisi! dedi.

Matmazel Kristiyan’ın nişanlısı ortaya çıktı; Selahaddin’in gözleri de haddinden ziyade büyüdü.
Acaba düş mü görüyordu? Ne kadar ters, ne kadar uğursuz bir rastlantıya uğramıştı?

Çahner, Yüzbaşısını süzerek simasından onunla tercüman arasında önemli bir sorun olduğunu anlamakta iken Selahaddin de gözlerini bu iki Fransız subayının birinden ötekine yöneltiyordu.

Bir sessizlik çöktü.

Çıldırma  noktasına gelen Selahaddin gözleriyle balonunu aradı.. kaçmak için bir eylemde bulundu.
Çahner yeniden elimi adamın omuzuna koydu.

- Ben aranızda fazla değilim ya yüzbaşım!

- Hayır aziz dostum.. bu sefil adamla aramızda geçecek sözlerin bir de tanığı olmak gerekir ki senden iyisini bulamam. (Tercümana seslenerek) Siz de kaçmak için zahmet etmeyiniz. Bir kere elime geçtiniz, istediğimi öğreninceye kadar kurtulmanın olanağı yoktur.

Çahner, tabancasını çekerek:

- Şayet kaçmaya kalkışırsan, önce size Nil’in suyunun içirmekten başlayacağım.. gerçekten Cennet suyu olup olmadığını söylersiniz.. sonra beynine kurşun sıkınca hapı yutarsın.. iyi bil ki burada, senin gibi bir adamın yaşamını kimse umursamaz.. cinayet davası da görülmez..

Yüzbaşı Maluel, subayın koluna elini koydu. Ve silahını indirtti.

- Bu adama ateş etmekten kesinlikle kaçınınız.. onun yaşamını korumaya mecburum.. söz verdim..

- Söz mü verdin? Kime?

- Yeni efendisine, Sultana! Çünkü bu rezil, Cezayir’den buraya, Dünya İşgal Ordusu’na katılmak için geldi.

- Ya; bana söylediği görev bu imiş öyle mi? Ne cesaret!

- Yakında bir ordu komutanı olduğunu da göreceksiniz…

Çahner yere tükürdü. Arapların bu şekilde bir adamı aşağıladıklarını görmüştü.

Maluel devam etti:

- Şimdi bu adamın yaşamına kastetmemek için verdiğim sözün sebeplerini anladınız mı? bunun için silahınızı yerine koyunuz. Tercüman efendi siz de sorularıma cevap veriniz.

Selahaddin bütün cesaretini topladı; yüzbaşının bu şekilde konuşması büyük bir yanlıştı. Hiçbir tehlikeyle karşı karşıya olmadığını anlayarak büyük bir kibirle sordu:

- Siz sorguç görevi görmek mi istiyorsunuz?

- Evet.. buna hakkım var; buraya uğursuz bir amaçla geldiniz. Gerçi ben esir isem de niçin ihanette bulunduğunu anlamak isterim…

Selahaddin güldü.. gözlerinde bir sevinç pırıltısı fışkırdı. Elinde bir intikam aracı yok muydu?

- Yüzbaşı, arzu ederseniz işi açıkça konuşalım… bana, vatanıma ihanet ediyorsun diye serzenişlerde bulunma… sen de şu temelsiz sözlerine kalben gülüyorsun ya!

Maluel yumruklarını sıktı.. Tercümana doğru bir adım atarak:

- Sefil! dedi.

- Sefil! Evet, çünkü sırrınızı keşfettim; çünkü hiddetinizin, Matmazel Förtiye’ye karşı beslediğim sevgiden ileri geldiğini anladım..

Subay çılgıncasına bir öfke ile:

- Sus! Sus! O’nun ismini söylemeyi yasaklıyorum size.. diye bağırdı.

Selahaddin’in dudaklarında uğursuz bir gülümseme belirdi.

- Bana yasaklıyorsunuz ha! ne tuhaf şey! Görünüşe göre birkaç ay gecikmişsiniz; çünkü, son aldığınız haberler yeni değil.. O’nun ismini anmayı yasaklamak bana düşer.

- Size mi?

- Evet, bana! Saklamaya ne gerek var? Kristiyan’la ben nişanlandım.

Bu sözleri acı bir sessizlik izledi.

Sonra Maluel bir kahkaha savurdu.. fakat, elleri titriyor, bu gülüşün asabi bir kaynağı olduğu görülüyordu. Beyni ateşler içinde yanıyor, ne yapacağını bilemiyordu! Rakibini kindar bir bakışla sözdü; O’nun gözlerinde sırrını okumaya çalıştı.

Fakat, heyhat! O gözlerde bir sevin parıltısı, dudaklarında hin bir gülümsemeden başka bir şey görmedi. Kendi kendine:

- Ya doğruysa! Dedi kendi kendine. Şikâyete hakkım var mı? diye ekledi.

Fakat, bu düşünce de hemen yok oldu… düşünüyordu.

Konuşmanın etkisi, durumun tuhaflığı ve öfkenin sürüklediği acı verici üzüntü, geleceğin belirsizliği, özetle her şey kendi aleyhine birleşmişlerdi. Şimdi eski aşkı kalbinde olanca şiddetiyle sancıyordu.

- Olanaksız! Yalan söylüyor.. iyi ama bu yalana ne gerek vardı? Kendine hâkim olmak için büyük bir gayrette bulundu; omuzlarını silkerek:

- Haydi oradan budala! Böyle uydurma şeylere beynimi iknaa çalışıyorsun! Ben Matmazel Füritye’yi pek iyi bilirim… böyle bir şeyi asla seçmez! Nişanı bozamaz! dedi.

- Nişan bozmak mı? Ölüm bütün ilişkileri bozmaz mı? uzun zamandan beri Cezayir’de sizi ölmüş zannettiklerini bilmiyor musunuz? Sevininiz.. Matmazel Füritye sizin için üç ay ağladı… kimseyi görmek istemedi..

Maluel, kendini tutmak için pek güçlük çekiyordu; Çahner’e döndü.. az kaldı:

- Bunu bir kuduz köpek gibi gebert! Haydi öldür! diye bağıracaktı.

Fakat kendini güçlükle de olsa tuttu, her şeyi öğrenmek istedi.

Selahaddin devam etti:

- Babası O’nu Paris’e götürdü; zaten babası da sizin evlenmenize pekiyi gözle bakmıyordu.

- Kısa kesiniz, sonucu söyleyiniz!

- Mösyö Füritye, kızını sosyete buluşmalarına götürdü. Bir gece baloda kendisine rastladım, yine ilan-ı aşk ettim. O da kabul etmeye eğilimli göründü. Onu iknaa başarmıştım. Birliktelik arzumu uygun gördü. kesin olan bir şey varsa o da..

- Sus kepaze herif! Hilekârlıkta, entrikada pek ustaymışsın. Fakat bu yalan dolanlarında mantık ve doğruluk noksan. Ezberlenmiş bir ders gibi okuduğun bu şeyler doğru olaydı o mutluluğu bırakıp buraya gelmeye kalkışır mıydın? O’ndan altı bin beş yüz kilometre uzağa hiç gelir miydin?

- Eğer sözümü tamamlamaya fırsatım olsaydı bu itirazınıza gerek kalmazdı. Evet, davranışın size garip görünüyor.. bu da aramızda kararlaştırdığımız amaca dayanır; O bunu onaylıyor, bekliyor.

Bu son üç kelimeyi, kendinden emin bir adam gibi ağır ağır söylemişti. Yüzbaşı Teğmenin omuzunu ovarak:

- Kristiyan biliyormuş! Kristiyan bunu onaylıyormuş! Ah! Çıldırmak sırası bana mı geldi? Zavallı Çahner, seni de böyle uğursuz bir acıya tanık tutarak üzdüğüm için beni affet! Bak, bak! Şu rezil büyücünün nişanlım hakkındaki uygunsuz sözlerini işitiyor musun? dedi..

Konuşmanın başlangıcından beri zorlukla kendini tutan Teğmen:

- Bu herif, müthiş bir fesattır, bu davranışına, size karşı bu gururuna neyin sebep olduğunu söyleyeyim ister misiniz? çünkü korkacak bir şeyi olmadığını sanıyor.. dur bakalım sen büyük bir söz altında bulunuyorsun. Ancak benim öyle bir sözüm yok.. şimdi O’na öyle bir iş yapayım ki buna sağlıklı bir masaj gibi gelsin..

- Hayır, Çahner, hayır..

- Oh! Hiçbir şeyden korkmayınız; tabancamı kullanmayacağım, göreceksiniz. diyerek kollarını sıvamaya başladı.

Selahaddin omuzlarını silkerek:

- Ya görüyorsunuz işte Yüzbaşı.. gerçeğin ışığı gözlerinizi kör etti.. sizin için pek kötü.. çünkü görmeniz gereken bazı gerçekler var.. ben buraya kendi arzumla gelmedim, Matmazel Füritye’nin babası gönderdi. 

Şunu da itiraf edeyim ki, bu Mösyönün hayal ettiği damat ben de değildim. Beni de damatlığa kabul etmedi. Güveni sarstın diyerek birçok uyarıdan sonra beni de kapı dışarı etti. 

Öyküsünün bu noktasına gelince, Tercüman büyük bir heyecana uğramıştı; tavrındaki sahtelik kayboldu.. evet kapı dışarı edilmişti; fakat, babası tarafından değil, kız tarafından.

Daha hızlı konuşarak:

- Evet, bu şekilde her ikimizi de üzdü, karamsar etti.  Kristiyan’ı bir manastıra götürdü; fakat, gidişinden önce kendisini görebildim.. planımı söyledim.. servetim Mösyö Dörvil adında bir mühendisin imal ettiği bir balonu satın almaya yeterliydi.. işe, kimsenin amacımı bilmeksizin hareket ettiğim sırada O’nun onayını aldım… Babasına lanet ediyordu, beni kutsadı..

Maluel bu sözleri dinlerken acı bir hülyaya dalmıştı; kendine betimlenen bu kız ile tanıdığı Kristiyan arasında büyük bir ayrım görünüyordu. Sakin bir sesle sordu:

- Demek her şeyi söylediniz o da onayladı öyle mi?

- Evet her şeyi söyledim.. beni sevdiği için hepsini kabul etti. Ah! Kristiyan, saçma sapan sözlere önem veren kadınlardan değildir. Aşkına bir engel görünce, hiçbir şeyden çekinmez.. siz O’nu iyi anlamamışsınız azizim! Size olan aşkı geçici bir aşktı..

- Ah! Melun! Sen büyük bir hilekâr imişsin! Artık yetişir.. biraz önce sırlardan söz ediyordunuz; onlar neymiş?

Selahaddin, boynuna asılı bir hemailden etrafı incili küçük bir resim bulunan bir yüzük çıkardı ve Yüzbaşıya uzattı:

- Bunu tanıyor musunuz?

Bunu, yolculuğa çıkarken Kristiyan’ın babasının mühendis Dörvil’e getirdiği paketten çalmıştı…
Subayın gözünden iki damla gözyaşı aktı.

Ölü gibi sapsarı kesildi.. bu yüzüğü, bir çok kere kızın parmağından gördüğü için tanıyordu. Bunu, kız on dört yaşındayken annesi yaptırmıştı… hatta Fransa’dan ayrılırken bunu kendisinden istemeyi bile düşünmüştü.. fakat bir türlü cesaret edememişti.

Boğuk bir sesle:

- Onu çalmışsınız! Onu çalmışsınız! dedi.

Suskunluğu gittikçe acı bir hal veren Selahaddin:

- Acele etmeyiniz, dahası var.. bu yazıyı tanıyor musunuz?

- Size mi yazdı?

- İşte son sözleri.. hareket edeceğim sabah aldım…

Tercüman, delikanlıya: kendisine ait iken şans eseri olarak iki anlamlı bir tümceyi içeren mektubu uzattı.

Subay okudu:

“Sevgilim, sizi bekliyorum; Oh! Kristiyanınızın yanına çabuk dönerek bu çocukluk yüzüğünü, bir daha ayrılmamak üzere getir.. kalbim sonsuza kadar sizindir. Önceleri sevdiğimi sanmıştım. Fakat, yalnız bugün size karşı olan aşkımın ne kadar büyük olduğunu duyumsuyorum.. ya siz geliniz ve yahut Cenab-ı Hak beni size kavuştursun.”

Selahaddin, rakibinin üzerinde, bu mektubun yarattığı üzüntüyü dikkatle izlemişti.. kalbini büyük bir dinginlik kapladı.. intikamını alıyordu.. çünkü subay müthiş bir biçimde ıstırap çekiyordu. 

Darbe iyi vurulmuştu!

Maluel sarhoş gibiydi. Mektubu buruşturarak ayrımında olmadan cebine koydu.

Söz söylemek istedi: tıkanmış boğazından bir kelime çıkmadı. Büyük bir ıstırap içinde ordugâha doğru gitti.

Çahner, bir amir, bir dost gibi gördüğü adamın karşı karşıya kaldığı büyük azaba neden olan caninin kafasını yılan gibi ezmek arzusuyla ve derin bir endişe içinde Maluel’i izlemek istedi.

Selahaddin bunu anladı. Buna da bir intikam darbesi vurmak üzere eğildi.

- Bu gürültü arasında unuttum; size de Fransa’dan haber getirdim; biraz önce haber soruyordunuz.. işte sizi ilgilendirecek bir haber.. eski bir avcı askeri olduğunu için herhalde hoşunuza gider.

- Ne dedin?

- General Karteron’un komutasında olan yirmi bin kişilik Cezayir Ordusu Laquat’ın güneyinde son askerine varıncaya kadar öldürüldü.. elbet bundan haberiniz yoktur..

- Ya, öyle mi?

- Evet, bu çatışmada bulundum.. bizimkiler büyük bir zafer kazandılar! Bu anda Bin İmame Cezayir’in kapılarına dayandı.. delikanlı bu haberim de güzel değil mi?

Selahaddin, intikam arzusunda çok ileri gidiyordu.

Önce Çahner bu haberin güvenilirliğine güven duymadı. Fakat kendisini de üzmek azap içine sokmak istenildiğini anladığından adamın midesine bir tekme ve aynı zamanda iki gözünün arasına bir yumruk indirdi.. Tercüman boylu boyunca yere yuvarlandı; nefesi kesildi. Biraz hafifleyen Çahner:

- Ah! Bu fesat, bu edepsiz rezil! İşte bu Yüzbaşı için! sonra benim ve daha sonra General Karteron için! Fransız ordusu için! Al! diye bağırdı.

Sıçanla oynayan bir kedi çevikliğiyle şiddetli tekmeler atarak herifi allak-bullak ediyordu.

- Al! Bu da deminki rezil ettiğin genç kız için.. haydi şimdi git de muşmula suratını ona göster!
Muşmula sözü abartı değildi… yediği yumrukların etkisiyle Tercüman’ın yüzü morarmış, şişmiş, kanamış, tanınmayacak bir hale gelmişti. 

Çahner memnun bir halde ellerini ovuşturarak oradan sıvışmıştı.

- Onu, işini yapamayacak kadar dövmedim; Yüzbaşının verdiği söz de bozulmamış oldu. eğer dayağı atmamış olaydım deli olacaktım… artık bundan sakınmalı.. gözlerimizi dört açacağız! Evet, kendimizi sakınmalıyız!

Selahaddin, öfkesinden kudurarak ve bir dirseğinin üstüne dayanarak kalkıp ağzından köpükler saçarak:

- Git, git! Benim de sıram gelecektir.. Ah! Serseri! Tüfeklerden birini ne halt etmeye yanıma almadım. Fakat bu gece! Yarın! O’nu kıyma gibi doğrayacağım!

Gece oluyordu. Kanayan suratını kapamak için kefiyesini gözlerine kadar indirdi. Çadırına giderek kudurmuş gibi kapandı.

Gerçekte başarısı tamam değildi.

Harabelerin sessizliği içinde, Maluel yalnız kalmak gereği duyarak ordugâha giden patikadan ayrılmış, Necme endişe içinde en ufak bir çıtırtıya kulak vererek çadırda kendisini çadırda beklerken o yere uzanmış ve başını elleri arasına alarak hıçkırıklarla ağlamağa başlamıştı.
  



<< Önceki                   Sonraki>>





Cemal Çalık, 13.11.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
İstilâ-i Cihan-Kara Öfke

Cemal Çalık Yazıları








Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı