31 Mayıs 2019 Cuma

SA7717/KY1-CÇ633: Ucûbe (5)

"Bir rastlantı sonucu karşılaşmışlardı. İlk başta alay etmişler, sonra acımışlar, sonra büyüsüne kapılıp tuhaf bir hayranlık beslemişler sonra yeniden alaya başlamışlardı. Bir yandan alay edip rahatlıyorlar, bir yandan hayranlıklarını dile getirip rahatlıyorlar, bir yandan her hangi bir bağımlılıkları olmadıklarını ilan ederek rahatlıyorlar, bir yandan istemeden de olsa aşırı bir bağlılık, bir ünsiyet kurduklarından şikâyet ederek rahatlıyorlardı."


Kuşkusuz Simitçiyi duraksatan salt Ucûbe’nin o iki kişiye hakkında olası olarak anlatmış olabileceği şeyler değildi. O iki gencin müşteri olup olmadığının belirsizliği de vardı elbet. Ve karşı durakta duran üç beş kişinin de bunda payı vardı. Her ne kadar duraktakilerin duruşları, bakışları, tavırları ilk bakışta müşteri olmayacakları sanısını uyandırsa da sanılara ne kadar güvenilebilirdi? 


Ucûbe’nin yanındakiler cepte keklik sayılırdı. O da eğer müşteri iseler. Hem müşteri olsalar bile bakalım umduğu kârı elde edebilir miydi? İki kişi yerine dört kişi –duraktan da iki kişi alırsa eğer- daha kârlıydı elbet. Duraktakileri kaçırması kesindi ama Ucûbe’nin yanındakiler öyle mi? Gidecek gibi bir halleri yoktu. Tıpkı onlar da Ucûbe gibi üst geçidin merdivenine deyim yerindeyse mitili sermişlerdi ve daha uzun bir süre orada oturacakları aşikârdı. Öyle ise karşı durağa geçip bir yoklama çekmesi daha ussal değil miydi? Elbette tecimsel açıdan öyleydi. Sorun kendisi oraya varıncaya kadar beklenen otobüsün gelmesi ve duraktakileri götürmesiydi. Başını çevirip yola baktı Simitçi. Dönemeç olmasa, yol karşıya doğru gibi ayan beyan açık olsa sorun çözülürdü ama işte dönemeç engeldi. Hali hazırda ortalıkta otobüs yoktu. Ve fakat kendisi o tarafa hamle ettiğinde her hangi bir taşıtı gizleme olasılığı yüksek olan dönemeçten otobüs çıksa ne olurdu? Boşa bir hamle. Belki bu kere Ucûbe’nin yanındakiler de geçip giderdi kendisinin karşıya geçmek için hamle ettiğini gördüğünde. İki potansiyel müşteriyi de kaybederdi. Hadi kaybetmedi diyelim, diyelim öyle, bu iki gençten gerçekten umduğu kârı elde edeceğini nereden çıkarıyordu? Bu çıkarım yersiz değil miydi? Yersizdi elbet! Yersiz değil, diyene ya kimi zaman başına gelen gasp türü bir şeyi yaşama olasılığından söz etsek. Böyle bir olasılık vardır. Ki Simitçi bunu yaşamıştır. İnsanlar genelde birlikteyken – birden fazla üçten az- bu tip gasp benzeri şeyleri O’na yaşatmışlardır. Simitçi o yaşadıklarını unutacak değildir. Aklından çıkarıp atacak kadar kendini yitirmiş değildir. İnsanlar iki kişi bir araya geldi mi birbirlerinden olmadık güçler devşirir, olmadık eylemlere imza atma hevesi duyar.  Tek başlarına akıllarının ucundan bile geçirmedikleri, geçiremedikleri, geçiremeyecekleri nice şeyi bulup ortaya sererler. Birbirlerinden öyle bir güç alırlar ki sorma! Diyelim tıpkı şuandaki gibi iki kişi onu durdurdu ve simit istediler. Simitçi boş bulunup dikkati elden bıraktı. Birbirlerinden aldıkları güçle –birden fazla üçten az iken- aldıkları simidin parasını vermemenin yollarını arayıp bulurlar. Vermezlerdi. Önce muziplik olsun için başlardılar işe. Sonra da gerçeğe iş dönüşürdü. 

- Simidin de epey bayatmış, derdi biri.. hem de daha dumanı tüten sıcacık simit için söylerdi bunu hiç utanmadan.. bu işin muziplik kısmıdır.. akıllara henüz kötücül şeyler üşüşmemiştir. Simitçi sahte bir gülümseme yerleştirmiştir çiçek bozuğu yüzüne..

- Aman beyim daha şimdi fırından çıktım.. nah on adım gerideki fırından aldım.. şimdi aldım.. diye yanıtlar muzip girizgâhı.

İlk söze başlayan çenesini açıp kaparken güçlük çekiyormuş gibi yapar. Güya zor çiğniyor. Bu esnada arkadaşı da minik bir ısırık alır simitten.. yüzünü ekşitir.. hay ısırmaz olaydım, der gibi çatar kaşlarını,

- Ay.. ay.. yeni dolgu yaptırdığım dişim, derdi arkadaşına göz kırparak.

- Şimdi sen bizden para da istersin, derdi göz kırptıktan sonra..

- Zehir zıkkım olsun, ilenci Simitçinin diline kadar ulaşmış olsa da, dudaklarından dökülmez, dudakları pek bir hazırlıklıdır bu durumlara, yapmacık bir sevecenlikle, dostça, hatırşinaslıkla,

- Canınız sağ olsun, der, ikramımız olsun, diye sözü bitirip sıvışmayı düşünür. Artık kaptırdığı iki simidi unutmuştur. Bir an önce bu iki haylazdan, bu iki haytadan, bu iki şehir eşkıyasından uzaklaşması gerektiğini bilir. Bilir ki ‘sen şimdi üste para da istersin!’ tümcesinden sonra ya ‘Aha bak.. valla dişimdeki yeni dolgu yerinden oynadı!’ savı gelecektir ya ‘Al benden de o kadar sapa sağlam dişim oynadı yerinden!’ ya da ‘Tazminat davası açsan yeridir!’ tehdidi sökün edecek üstü örtük ‘sus payı’ istenecektir. Artık cebindeki üç beş kuruşa da göz dikilmiştir. Kuşkusuz Simitçi abartıyor. Böylesi bir olay başına şuana kadar gelmemiştir ve gelmesi de muhaldir ve fakat Simitçi böylesi şeyleri yaşadıklarına inanan biridir. Bunu da hiç çekinmeden söyler, Ucûbe’ye kaç kere böyle evhamlanıp sonra da o evhamları bizzat yaşamış gibi hissettiğini itiraf etmiştir. Acaba gençlere bu konuda bir şeyler söylemiş midir? Boşboğazın tekidir söylemiştir, diye geçirir içinden Simitçi. 

- Kahretsin! Der kendi kendine.. 

- Senin kendi işin yok mu? Ne diye benim evhamlarımı sağa sola anlatırsın? Her önüne çıkana her duyduğunu, her söyleneni söylemek zorunda mısın? Der. 

Bir süre Ucûbe ile bakıştılar. Ürkek bakışlarını iki davetsiz konuk üzerinde şöyle bir gezdirip ‘yanlarına gitmeli, artık kaçma imkânı kalmamıştır!’ diye geçirir içinden. Ağır adımlarla Ucûbe ve konuklarının yanına doğru ürkek adımlarla yürür. Yürüyüşünde bir itina, bir zarafet de yok değildir hani. Ödlekliğe bulanmış, korkaklığa gark olmuş bir halde, olası istihzalara göğüs germesi gerektiğine ilişkin telkinlerle yanlarına vardı. Başına yerleştirdiği tablayı usulca iki eliyle göğüs hizasına kadar indirdi. Ürkek bir sesle selam verdi. İki genç belli belirsiz bir şekilde selamını aldılar. Ucûbe oldukça sarih ve sevinçli bir sesle selamına karşılık verdi.

- Hoş geldin, dedi Ucûbe, biz de seni bekliyorduk, diye ekledi.

- Hayırdır, dedi Simitçi korktuğunun bilinmesini istemeyerek, beni niye bekliyordunuz?

- Bey Amca simitlerini öve öve bitiremedi, dedi gençlerden Ucûbeye en yakın olanı.

- Evet, diye katıldı öteki genç de..

- Ucûbe hep abartır, dedi Simitçi gülerek.

- Ucûbe mi? dedi gençlerden biri.. ihtiyara çekingen bakışlar fırlatarak..

- He ya.. dedi Ucûbe Simitçinin yanıt vermesine fırsat vermeden, bana Ucûbe der tanıdıklar..

- Siz daha tanışmadınız mı? dedi Simitçi hayretle..

- Yok, dedi diğer üç kişi..

- Gerek duymadınız demek ki! dedi Simitçi.. böyle zor olmuyor mu?

- Yo, dedi düşünceli bir tavırla Ucûbe, sen gelinceye kadar bir zorluk çekmedik.. değil mi gençler?, diye sürdürdü konuşmasını..

- Evet, dedi iki genç de, biraz çekingen bir tavırla..

- Ben olsam patlardım, dedi Simitçi, hemen isim sorardım ismimi söyler söylemez..

- Doğru diyor, dedi Ucûbe, böyledir simitçi, hemen adını sorar.. benim de adımı belki beşinci kez karşılaşmamızda sormuştu..

- Beş az değil mi? Dedi gençlerden İvan İliç’in erken ölümünü Ucûbe’ye soran.

- Yok, dedi Ucûbe, altıdan az, dörtten fazla olması her zaman iyidir.

- Bundan kuşkuluyum, dedi ‘Bey Amca nereden bilecek?’ diyen genç.

- Yersiz bir kuşku? Dedi Ucûbe, her zaman öylesi iyidir.

- Arkadaşıma katılıyorum, dedi genç, peki senin adın ne simitçi? Diye sürdürdü konuşmasını.

- Simitçi, diye yanıtladı Simitçi, bana herkes Simitçi der.

- Ya diğer Simitçiler, senden söz ederken diğer simitçilerden nasıl ayırt edeceğiz?

- Bulvar Simitçisi, dersiniz, dedi Simitçi.

- Bu kentte başka bulvar yok mu? Dedi gençlerden biri gülerek.

- Sahi yok mu? Diye sorusunu yineledi arkadaşı.

- Bu hiç aklıma gelmemişti, dedi Ucûbe şaşkınlıkla.

- Benim de, dedi Simitçi..

- Evde ne diyorlar sana?, dedi gençlerden biri..

- Evdekiler de simitçi demiyorlar ya, diye açıklık getirdi arkadaşı arkadaşının sorusuna.

- Çocuklar Baba diyor, Hanım da Bey.. iki çocuğum bir hanımım var, diye yanıtladı Simitçi.

- Hay Allah! Dedi gençlerden biri.

- Neden öyle dedin? Dedi arkadaşı merakla.

- İki çocuk babasına hiç benzemiyor ki, diye yanıtladı arkadaşı.

- Bence benziyor, dedi diğeri.

- Bence de, diye katıldı konuşmaya Ucûbe. Tam iki çocuk babası tavrı var.. iyice bakarsan..

- Hayır, dedi hay Allah diyen genç, benim kriterlerime göre uyumsuzluk var..

- Senin kriterlerin her zaman tuhaf olmuştur, dedi itiraz eden genç.

- Ne alıp veremediğin var benim kriterlerimle, diye çıkıştı arkadaşı.

- Tamam, dedi Simitçi, ben adımı söyledim, ya sizin adlarınız?

- Benim Adnan, dedi Ucûbe’nin hemen sağında duran genç.

- Benim de Şükür, dedi Adnan’ın hemen yanında duran genç.

Ucûbe şaşırmıştır bu adlar üzerine. Alişan Tankut adlarını duyar yeniden. Kuşkuyla iki gence bakar. İki genç umursamaz bir tavırla bakarlar Ucûbe’ye.  Bir süre devam eder bu bakışmalar. Simitçi de durumdan kuşkulanır. Kuşkulandığını belli etmez. Bu işte bir çapanoğlu olduğu her halinden bellidir. Ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremez. Kendisine arkadaşı tarafından ‘Tankut’ denen ve fakat kendisinin adını Simitçi'ye Adnan diye tanıtan kaşlarını çatarak,

- Bir şey mi oldu Bey Amca? Diye sordu.

- Yok bir şey, dedi utanarak Ucûbe.

Arkadaşının ‘Alişan’ diye seslendiği ve fakat kendisini ‘Şükür’ diye tanıtan genç üsteledi;

- Hayır, hayır, var bir şey.. bir şeyler var Bey Amca, dedi.

- Yok, diye yineledi biraz alınmış bir halde Ucûbe, karıştırıyorum, her halde..

- Neyi karıştırıyorsun? Dedi Şükür.

- Hatırlamıyorum, dedi Ucûbe.

- Neyi karıştırdığın şeyi nasıl hatırlamazsın? Dedi Adnan.

- Ona ara sıra böyle olur, dedi Simitçi gülerek.

- Ara sıra mı? Her zaman mı? Dedi Şükür.

- Daha çok ara sıra? Diye yanıtladı Simitçi.

- Bana hiç öyle gelmiyor? Dedi Adnan gülerek.

- Bana da, dedi Şükür.

- Yok, yok.. içinizi ferah tutun.. ara sıra, dedi Simitçi bu kez oldukça ciddi bir tavır takınmıştı. 

Ucûbe, dışında kaldığı tartışmaya katılıp katılmama konusunda bir türlü karar veremiyordu. Karar verse kimin Alişan-Şükür kimin Tankut-Adnan olduğunu sorarak katılacaktı ve fakat kahretsin yine ikilemde kalmıştı. Her ikilemde kaldığında da ister istemez kendini o ortamdan soyutlamak zorunda hissediyordu. İster istemez böyle oluyordu. Çekip gitmeyi bile düşünecek raddeye gelmişti. O kadar bunalmıştı. Şu sarı çizmeli kızı bulup her şeyi düzeltmeliydi. Bütün yanlışlıklar, tuhaflıklar o kız yüzünden oluyordu. Ve kim bilir daha neler olacaktı? Geç kalmıştı. Kızın hemen peşinden koşmalıydı. İvedilikle yapmalıydı bunu. Ki ayağına tez biriydi, bedensel görünümü aksini söylese de bir tilki kadar ya da bir tavşan kadar ya da bir geyik kadar ya da bir zebra kadar ya da bir hamam böceği kadar ya da bir tazı kadar.. evet bir tazı kadar –ki pala bıyıklarını burmaktan büyük bir haz duyan üvey babası sık sık ona ‘ne tazılar gibi telesiyorsun? Arkandan kovalayan mı var?’ derdi, bazen de tam tersini söylerdi ‘ne o ayağı yanmış tavuklar gibi sürtüyorsun süt ekşiyecek!’- hızlıydı ve kıza yetişip özür diler böylece işlerin yanlış bir hal almasının önüne geçebilirdi. Oysa şimdi böyle bir imkândan yoksundu. Bu yoksunlukla kıvranıp duruyordu. Diğer üç kişi onun kıvranması karşısında ister istemez çaresizlik hissine kapılmışlardı. Onların da ellerinden gelen bir şey görünmüyordu. Belki belki Simitçi bir hal çaresi bulabilirdi. Öyle ya Simitçi Adnan ve Şükür’den ya da Tankut ve Alişan’dan çok önce tanıyordu Ucûbe’yi. Simitçinin, Ucûbe'nin huyunu suyunu bilmesi kadar doğal ne olabilirdi? Madem huyunu suyunu bilirdi öyle ise onu bu çıkmazdan çıkaracak bilgiye büyük bir olasılıkla Simitçi sahipti. Ve fakat Simitçi Ucûbenin hali hazırdaki çıkmazdan çıkaracak bir şey gelmiyordu. İki müşterinin ilan ettikleri açlık tüm hevesini tecimsel kılmıştı.

- Umarım simitlerin tazedir, dedi Adnan..

- Tazedir genç arkadaşım, dedi Simitçi, sabahın simitleri..

- Sabah derken, dedi Şükür, cep telefonun çıkarıp saate baktı, saat şuan bir gibi..

- Sabah simidiyse tazedir, dedi Ucûbe Simitçi'den önce davranarak.

- Tamam da saat kaç itibariyle sabah, dedi Şükür..

- Ben de sabah simidi onbirde olur, diye yanıtladı Simitçi..

- Evet, on bir, diye, yineledi Ucûbe, sabah simitlerini hep onbirde alır..

- Bizim saatle sizin saat uyuşmayacak, dedi Adnan..

- Bizim neyimiz uyuşur ki? Dedi Şükür.

- Ne vakit biz olduk ki? Dedi Adnan.

‘Ne vakit biz olduk ki?’ tümcesi derin düşüncelere sevk etmişti hem Simitçi'yi hem Ucûbe'yi. 

Kuşkusuz Simitçi'nin gittiği yerle Ucûbe'nin gittiği yer ayrımlıydı. Ucûbeyi Deli Aba’nın süt güğümünü taşımasına yardım ettiği anlara götürmüştü ‘Ne vakit biz olduk ki?’ tümcesi. Simitçi'yi karısının Biz el ele verirsek bu şehir yiyemez bizi!’ tümcesini dile getirdiği anlara. Karısının söylediği doğru çıkmıştı. El ele vermişler ve böylece ayak bastıkları vakit kapıldıkları korkuyu, endişeyi, kaygıyı alt etmişlerdi. Sabahın erinde kendisi simit için yollara düşüyor, karısı da ondan birkaç saat sonra evden çıkıp gıpta ile baktığı evlere temizliğe gidiyordu. Hiç yüksünmeden, diliyle yapılan alayları duymazdan gelip işine yoğunlaşıyor, alnının terini silmenin hazzını anlatıyordu yorgun argın eve gelen, süngüsü düşmüş Simitçiye. Simitçi duyduğu korkuları, kaygıları çoktan atmıştı üzerinden. Ucûbe'nin kendisi hakkında şu iki yabancıya anlatması muhtemel şeyleri de unutmuştu. Direnmenin, ayakta kalmanın, ezilmekten, horlanmaktan uzak oluşun sihirli tümcesi ‘Biz?’ karı koca çoktan biz olmuşlardı işe ve başarmışlardı. 

Öyle mi? Ne münasebet? Bu bir yalanın, kendini aldatmanın, olan bitenin üstünü örtmenin yoluydu. Karı koca kendilerini aldatmayı başarmışlardı. Bu aldanış da onları yarı yolda koymamıştı, hepsi bu. Birbirlerine belli etmeden bu yalanı sürdürmenin gerektiğini de çok kısa sürede anlamışlar ve bu aldanışa uygun davranışlar belirlemişlerdi, hepsi bu. Yine de utanmazın, onursuzun yüzüne tükürüldüğünde ‘şükür yağan yağmura!’ tavrından uzak olduğunu söylemeliyiz bu tavrın. Hayır, bin kere hayır! Simitçi ve karısının tavırlarının bu tavırla bir akrabalığı olduğunu düşünmek bile onları yeterince kavrayamamışlığın göstergesi olur. Sıradan bir ön yargıdan ya da sıradan bir peşin hükümlülüğün imidir, diyelim. Böyle diyelim ve oldukça ustalıklı bir seçim olduğunun hakkını teslim edelim, hepsi bu. 

Şimdi de bu gençlerle biz olmanın bir yolunu bulmalıydı. Nereden bakarsan bak iki simit demekti bu. Eğer bir ayrılık inşa edilirse, inşa edilen bu ayrılık derinleştirilirse iki simidin satılmasının önü alınmış demek olurdu. Belki üç simit. Ucûbe belki bu kere para vermeyi aklederdi. Eğer gençler simit alır aldıklarında çıkarıp parasını verirlerse Ucûbe'nin de aynısını yapmasının önünde bir engel kalmazdı. Hep kendisi cömert olacak değildi ya! Bu kere cömertlik Ucûbeye düşüyordu. Belki Ucûbe bilmiyordu. Her ‘Simit ister misin?’ teklifini ikram almıştı belki de? Böyle bir olasılığı göz ardı etmenin kendisine ne faydası olurdu ki? Hiç! Gençler kendisi için Ucûbe için bir fırsattı. Kuşkusuz ‘Ne vakit biz olduk ki?’ sorusunun yersizliği, selamlaşmayla başlayan tanışıklığın, hafif de olsa o selamlaşmayla beliren bir ünsiyetin varlığını duyumsatmalı bu bağı, bu ünsiyeti derinleştirmenin yolunu bulmalıydı. Tıpkı karısına yaptığı gibi. Karsının kızgın, öfkeli olduğu zamanlarda gönlünü alıp yeniden ‘Biz’i tesisi için –kuşkusuz aynını değil- bir şeyler yapmalıydı. ‘Biz ne vakit ayrıydık ki?’ diye söze başlamayı düşündüyse de yersizliğini çabucak ayrımsadı kendine kızdı. Buna çocuklar bile kanmazdı. Ne aptalca, ne budalaca bir yaklaşım olurdu. Belki de selamlaşmayla başladığına inandığı –kendini inandırdığı diyelim- bağın bir anda kopmasına yol açardı. Daha ustalıklı bir şeyler bulmalıydı. Daha gönül okşayıcı, daha göz alıcı, daha dağdağalı, daha dağlayıcı, daha bağlayıcı, daha derin, daha müşfik, daha dalkavukça, daha yerinde, daha kıvrak, daha davetkâr, daha dayanıklı, daha dayanaklı, daha dengeli, ünsiyeti daha depreştirici, daha pekiştirici, daha destansı, daha destekli, daha detaylı, daha diğerkâmcı, daha uysal, daha dileyici, daha dilbazca, daha dinamik, daha işlevsel, daha dinç, daha taze, daha ağdalı, daha acıklı deyişler kurmalı, tavırlar sergilemeli, ‘biz’ olmayışın insanı ne hazin, ne zelil durumlara düşürdüğünü belgeleyecek kanıtlar icat etmeliydi. Ve fakat işte aklına gelmiyordu. Nutku kesilmişti her zamanki gibi. Oysa Ucûbe ne kolayca bulurdu öyle sözler, öyle kanıtlar. Ve fakat işte Ucûbe de susmuştu. Dalıp gitmişti. Kim bilsin hangi mendeburca bir düşüncenin ardına takılıp gitmiştir. Simitçi'nin böyle düşünmesinde –Ucûbe'nin mendeburca bir düşüncenin ardına takılıp gittiği düşüncesi- elbette kavi gerçeklik, en azından kavi benzeri gerçeklik yok değildi. Hani bilse ki şuan Ucûbe de kendisi gibi ‘Deli Aba ile biz’ olmanın keyfiyeti üzerine düşünceye dalmış belki bağışlayabilir, bağışlamasa da en azından suçlayıcı bir dil kullanmaktan uzak durabilirdi. Ve fakat işte Simitçi zihin okuma gibi bir yeteneğe sahip değildi. Zihin okuya bilse işi ne kadar kolay olurdu. Böyleleri olduğu söyleniyordu. Kuşkusuz filmlerde oluyordu.. belki de kof bir savdı bu. Ama olsa ne iyi olurdu, diye düşündü Simitçi. Ne fantezi ama, dedi kendi kendine. Ne karısına, ne müşterilere dil dökmesine gerek kalmazdı. Ne karısının ne müşterilerinin peşinde ayağı kırık it gibi koşmazdı. Ne karısından zılgıt yerdi ne müşterilerinin kazıklarıyla karşılaşırdı. Tek kusuru bu muydu Simitçi'nin? Hayır! Tek kusurun bu olsa, dedi kendi kendine. Ucûbe'ye baktı.

Ucûbe gözlerini hemen ayaklarının altındaki torbaya dikmiş kımıltısızca duruyordu. Bir tür trans. Bir tür kendinden geçiş. Bir tür kendini andan, çevresinden soyutlama, kendine ait kurgusal bir dünyada at koşturmaydı. Pos bıyıklarını burmaktan büyük bir keyif alan üvey babasının attığı fırçaları boynu bükük dinlemek zorunda kaldığı anlardan birinde miydi? Hayır! Odun nalınla kafasına hamle eden üvey annesine karşı savunma halinde miydi? Hayır! Berber koltuğunda berberin abuk sabuk sorularla canını sıktığı anların içine mi düşmüştü? Hayır! Bıyığı yeni terlemiş kendinden birkaç yaş büyük gençlerin imalı sözlerine karşı duymazlığı seçtiği zamanlara mı düşmüştü? Hayır! Taşıyamadığı süt güğümünü Deli Abanın elinden kaptığı gibi yokuşu zorlanarak tırmandığı anları mı yaşıyordu? Hayır! Kızıl saçlı gudubet dulun katı açılmamış küfürlerini duymamak için balkondan kaçışlardan birinde miydi? Hayır! Lacivert saçlı, sarı çizmeli, pantolonunun sağ bacağı lime lime olan üçüncü kez söylenen ‘Bilmiyorum!’ sözcüğüne muhatap olan kızın yaşattığı buhranlı, bunaltıcı, kaygılandırıcı anda mıydı? Hayır! Torbasından bir şeylerin eksik olup olmadığını mı anlamaya çalışıyordu? Hayır, dedi Simitçi. Simitçi Ucûbe'nin bir mal düşkünü olmadığını biliyordu. Tamam, Ucûbe'nin gözleri torbasına mıhlıydı adeta, mıhlı olmasına mıhlıydı ama bakalım torbayı görüyor muydu? Bundan emin değildi. Yine zihin okuma yoksulluğunun acısını iliklerine kadar duydu Simitçi. Şu Mentalist dizisindeki kahraman gibi olmayı ne çok isterdi. Şimdi o burada olsa, olup biteni anında anlar, olup bitecek olanı kendi isteği doğrultusunda düzenler, ona göre tavırlar sergilerdi. Ucûbeyi, şu yabancı iki genci istediği yöne yönlendirirdi çabucak. Böylece herhangi bir ikilemde kalmaz, tereddüdün koynuna düşüp acı çekmezdi. Ne kolay acı çeker olmuştu. 

- Madem burada hep bir aradayız, öyle ise biz olduk sayılmaz mı? Dedi yapmacık bir gülüşle.

- Simitçi doğru söylüyor, dedi Şükür düşünceli bir edayla.. geçici bir bizlik durum söz konusu.. derinlikli olmasa da, bir bizden söz edilebilir.

- Ne derinlikli ne sığ, diye katıldı konuşmaya Ucûbe. Adlarımız bir sorun olduğu müddetçe bir bizden söz edemeyiz.

- Bence de, dedi Adnan.. Bey Amca haklı Şükür!

- Bak şimdi, dedi Şükür, benim çıkarımıma karşın hemen de bir başkasının çıkarımını savunursun.. hem de hemen her zaman.. niye böyle yapıyorsun Adnan?

Ucûbe yerinden kalktı, bir basamak aşağı indi, sırtını Simitçi'ye, yüzünü gençlere döndü. Simitçi'ye sırtını döndüğünde yüzü ister istemez gençlere dönmüştü, bunun başka türlü olmasına bir olanak yoktu. Belki yan dursa böylece ne Simitçi'ye arkasını dönmüş olurdu ne de yüzünü gençlere dönmüş olurdu. Peki, Ucûbe böyle yapmış olmakla konumunu bildiği ya da en azından konumunun farkında olduğu söylenebilir miydi? Bu kuşkuluydu. Ucûbe her zaman muhatap aldığı kişi ya da kişilere karşı yüzünü dönmeyi adet edinmişti. Muhatap aldığı kişinin dışında kalanların arkasında, sağında solunda olmasını hiç umursamazdı. Sağında solunda, arkasında olanlar da Ucûbe'nin bu tavrını elbet umursamazdı. 

Tam bu esnada –yüzünü gençlere, arkasını Simitçiye döndüğü esnada- sala verilmeye başladı. Ucûbe tam bir şeyler söylemeye niyetlendiğinde başlayan sala ile duraksadı. İçini çekti. Gözleri gençlerden kayıp torbaya ilişti. Hem gençler hem Simitçi bir anlam verememişlerdi Ucûbenin ayağa kalkması, bir basama inmesini ve sonra da susup iç çekmesini. Kuşkusuz okunan salanın susmasında bir payı varsa da kalkıp kendini konumlandırmasındaki etkenler konusunda ikircikliydiler. Konuşmak için mi kalkmıştı? Bir şey mi söyleyecekti. Kuşkusuz evet! Yoksa ne diye bin bir güçlükle kalkıp da karşılarına geçsindi ki? Besbelli konuşacaktı ve konuşmasının etkisini güçlendirmek için de, muhataplarının dikkati dağılmaması için de ayağa kalkmıştı.

- Ne oldu Bey Amca? Dedi Adnan.

- Bir şey olduğu yok, dedi Simitçi, sala okunuyor, kimin öldüğünü anlamaya çalışıyor.

- Bana da öyle geldi, dedi Şükür, Bey Amca ölenlere pek meraklı.

- Ölüleri parlatmayı sever, dedi Simitçi, dirilerle haşir neşir olamadığı için, ölüleri parlatır.. parlatacak yeni bir nesne bulmanın peşinde şuan.

- Alınmasın, dedi Adnan gülerek Simitçi'ye göz kırpmayı ihmal etmeden.

Simitçi bu göz kırpmayla gönendi. Heveslendi. İkisiyle olmasa da göz kırpan yabancı gençle iyi bir alış veriş imkânının doğduğuna hükmetti. Salanın bitmesiyle mi, sala bitmeden mi bir adım daha atmalıydı? Karar veremiyordu. Oysa Simitçi karar vermede Ucûbe gibi değildi. Kararlarını hemen verirdi. Ucûbe bir şey yapmak istediğinde öyle mi böyle mi, diyerek bin dereden su getirir, insana –ve kendisine de kuşkusuz- karabasanlar yaşatırdı. Ya şimdi ne oluyordu? Ne olmuştu? İşte hazır göz de kırpılmıştı. İvedilikle bir adım daha attı. Oldukça ustalıklı bir adımdı, hiç kimsenin sezmediği sezip de ürkmeye fırsat vermeyen bir adım. Bu atılan ustalıklı adımla kendine olan güveni arttı Simitçinin. Gençler bu ustalıklı adımı görememişlerdi çünkü bakışları Ucûbe'ye kilitlenmişti. Ucûbe de ister istemez görmemişti, göremezdi çünkü sırtı Simitçiye dönüktü. Hoş gençlerin gözleri Ucûbe'de olmasaydı da göremezlerdi attığı adımı, çünkü Ucûbe perdeliyordu Simitçi'yi. Ucûbe'nin bu kadarcık olsun bir yararı olmuştu. Atılan ustalıklı adım böylece gençlerin ürkmesine engel olmuştu. Böyle aptalca, eblehçe bir çıkarıma neden gereksinim duyduğuna bir türlü anlam veremedi Simitçi. Gençler ne diye ürksündü ki yaklaşmasıyla? Kendileri çağırmıştı. Simit alacaklarını belli etmişlerdi. Kendisi duraksamıştı. Şimdi de artık hangi iblis el attıysa muhakeme yetisine gençlerin kendi yaklaşmasından ürkeceğini ve bu ürkmeyi sakınarak atılan adımla, kendisini perdeleyen Ucûbenin konumuyla bertaraf ettiği yargısına ulaştırmıştı. Bugünde aklın ötesinde bir olağanüstülük, bir tuhaflık, bir gudubetlik, bir terslik vardı ya.. bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Daha başından beri mi böyleydi? Yani güne başlarken mi belli etmişti kendini? Hayır! Her şey mutat olduğu üzere gelişmişti. Sabah ezanı okunmadan kalkmış, tuvalete gitmiş, tuvalete giderken karısının her zamanki ‘Bol su dök, az su döküyorsun kokuyor!’ mırıltısını işitmiş, sifonu iki kez çekmiş –birincisinden sonra haznenin dolmasını beklemek zul gelse de bunu yapmaktan yüksünmemişti- çocukların uyuduğu odaya şöyle bir bakmış –üstü açık olan varsa örtmek için bunu hep yapardı, babasından öyle görmüştü, nöbeti babasından devralmıştı- mutfaktan simit tablasını almış, çıkış kapısına yönelmiş, kapıyı usulca açmış, yine usulca kapatmış kapıyı ve simit imalathanesine doğru yaya olarak yürümüş, simitlerini almış sessiz sedasız sokaklardan caddeye çıkmış ilk müşterisini kovalamıştı. Onbire kadar iki yüz simidi satmış, ikinci parti için yine imalathaneye doğru yollanmıştı ıslık çalarak. Her şey her zamanki gibi gerçekleşmişti. Ne bir kara kediye, ne bir kara köpeğe, ne bir uğursuza, ne bir gevezeye, ne bir kapkaççıya, ne bir düzenbaza, ne bir şakşakçıya, ne bir arkacıya, ne bir simsara, ne bir pezevenge, ne bir kaltağa, ne bir ihtikara, ne bir dikene rastlamıştı. Her günkü sıradan, eli ayağı temiz, ak pak yüzlü, işinin gereği peşinde koşanlara rastlamış satacağı simitleri onlara satmıştı. Ya şimdi şu olan biten neydi böyle? Hiç ama hiç yakışmıyordu. Muhakeme yetisinden yana hiç kaygı duymamıştı. Çünkü hiç mütereddit olmamıştı. O hali hiç yaşamamıştı. Belki yaşamıştı da şimdi karıştırıyordu. Hep yaşadığı için. Biraz düşünse hemen her işinde mütereddit olacağını ayrımsayacak bu kere bu haline lanetler savuracak, hayıflanacak ‘Niçin zihinlerini okuyamıyorum insanların?’ içlenmesini öteleyip ‘Niçin hep mütereddidim.. soyunurken, giyinirken, taze simiiit, diye bağırırken, biri simit almaya yaklaşırken.. niçin niçin niçin?’ diyecekti. Ve fakat buna vakti yoktu. Ucûbe dönüp kendisine bakmaya başlamıştı. Baktığı yeri görmeyen bakışlardı bunlar. Bu bakışı iyi bilirdi Simitçi. Korkutucu, ürkütücü bakışlar mıydı? Hayır! Derinliği olan bir bakış! Bin kere hayır! Öylesine sıradan bakışlar. Ucûbenin sık sık yaptığı görenlerin ‘dalmış’ diye yargıda bulunduğu sıradan bakışlar. Kuşkusuz hepten boş sayılmazdı. Ardından saçma sapan, insanı yoran bir sağanak başlayacağını ima eden bakışlar. Başını hafif sağa yatırıp gençlere bakarak;

- Tanrı bize dayanma gücü versin! Dedi gülerek, Tanrı dediysem sizleri tanımadığım için.. ben evde Allah derim.. neme lazım..

İki genç birbirlerine şaşkın şaşkın baktılar. Sırtını kendilerine dönen Ucûbe'nin duruşuna mıydı şaşkınlıkları, Simitçi'nin sözler miydi? Pek anlaşılmıyordu ama enikonu şaşırmışlardı işte. Şaşırdıklarını birbirlerine dudak bükmelerinden, gözlerini iri iri açmalarından, yüzlerinde beliren tuhaf tebessüme benzer imden hemen anlaşılıyordu. Belki Adnan annesinin biber temizlerken halden hale girişini gözlerinin önüne getirmişti de Simitçi'nin başını sağa eğerek kendilerine bakışıyla bir benzerlik kurmuştu da o benzerlik üzerine şaşırmıştı. Belki Şükür’ün vurdumduymazlığı olanca ağırlığıyla ortaya çıktığı içindi. Şükür’ün şaşkınlığına ilişkin bir çözümlemenin gereği yok. Şaşkınlığının altında arkadaşının şaşkınlığının olduğu gün gibi ortadaydı.

Evet,  ‘Bunda şaşıracak ne var?’ denmesini gerektiren bir şaşkınlık olduğu açıktı. Bütün bunların hiç birinin Ucûbe için bir anlamı yoktu. Simitçinin başını sağa eğmesine bile aldırış etmemişti. Kırk beş derecelik bir açı ile dönüp her iki tarafa da yan durmasını sağladı. Yan duruşun yeterli olduğuna karar verir vermez,

- Biz sözcüğünün bir derinliği yok, dedi, bir derinliği olsa üç harfli olmazdı.

- İşte başladı, dedi Simitçi, gözleriyle gençlere Ucûbe'yi işaret etti.

- Ama sefalet sözcüğü öyle mi ya? Dedi Ucûbe. Bir süre sustu ve gözleri parıldayarak sürdürdü konuşmasını.

- Sefalet sözcüğü bir adet yedi harfli bir sözcük olup, bundan dokuz adet beş harfli, on adet dört harfli, yirmi adet üç harfli sözcük çıkar.. böylece şairin,
“kılmış bu revişde nüktedanlık
Gül-rîzliğ ü güher-feşanlık” dizeleri kanıtlanmış olur. Oysa ‘Biz’ sözcüğü öyle mi? Hepi topu üç harf işte.. kim nasıl gül saçsın? Kim nasıl inci serpsin? Ne aptalca, ne budalaca sözcüklerden medet umar insan? Ne hazindir insanın bu sığlığı! Bir dur diyen çıkmadığı sürece de korkarım bu hal sürüp gidecek. Sarı çizmeli, saçları lacivertli, lime lime olmuş pantolonuyla pervasızca insanların yolunu kesecek.. merhamet avcıları yolumuza dikilecek.

Gitti, dedi kendi kendine Simitçi, gitti bizim üç simit. Lanet olsun sözcüklere, dedi öfkeyle kendi kendine, lanet olsun sefalete de ‘biz’e de, yeri mi? Zamanı mı? Hazır iki müşteri. İki simit satışı demek ve gudubet yüzünden gitti gidecek. 

Simitçi bu mıntıkaya hevesle geldiğine bin pişman olmuştu. Durağa baktı. Durak da ıssızdı. Orada duran bir iki kişiyi kaçırdığına yandı. İki göz iki çeşme ağlasa yeriydi ve fakat bunu yapamazdı. Adının dilenciye çıkmasına gönlü yoktu. Merhamet avcısı olmayı gururuna yedirememişti. Yediremezdi. Ama ya o iş için, dedi kendi kendine, utandı. Utancından saklanacak bir yer aranmayı aklından geçirdi çabucak vazgeçti bundan. O başka, dedi kendi kendine. Karısına diş biledi. Allah’tan merhamet avcılığı hevesini bir karısı biliyordu. O da kimseye anlatmazdı her halde. Anlatır mıydı yoksa? Yok canım, dedi, daha neler? Dünyada yapmaz öyle şey.. hem anlatsa kendisi hakkında ne düşünmezlerdi? Hem eşler arasında dilencilik mi olur? Bayım, bayım, dedi mırıldandığını sanarak söylemişti. Oysa çevredekiler azıcık dikkatlerini vermiş olsalar duyarlardı kendi kendine yaptığı bu çıkışı. Allah’tan kimsenin dikkatini vermemişti. Tüm dikkatler Ucûbenin ‘sefalet’ sözcüğü üzerine söylediklerine toplanmıştı da Simitçi ucuz atlatmıştı. Simitçi kendini topladı. Yüzündeki ekşimsiliği attığını düşünerek;

- Simit istiyor musunuz? Dedi gençlere. Ucûbenin solundan geçip gençlerin yanına vardı. Gençler kendilerine uzatılan simit tablasından birer simit seçip Simitçi'nin istediği parayı verdiler. Ağır ağır yemeye başladılar.

- Beğendiniz mi? Diye sordu Simitçi güler yüzle.

İki genç de başlarını sallamakla yetindiler.

- Sen ne düşünüyorsun? Dedi Adnan Simitçi'ye.

- Hangi konuda? Dedi Simitçi.

- Sefalet sözcüğü konusunda, dedi Adnan.

- İpe sapa gelmez şey işte, diye lafa girdi Şükür.

- Yok belki doğrudur, dedi Adnan..

- Hangisi doğrudur? Dedi Şükür..

- Türetilen sözcük sayısı, dedi Adnan..

- Doğru olsa ne olacak, dedi Şükür.

- Arkadaşın haklı, dedi Simitçi..

- Hep böyle midir? Diye sordu Şükür Simitçi'ye Ucûbe'yi işaret ederek.. Simitçi başını çevirip bir heykel gibi duran Ucûbeye baktı. Dudaklarını büzüştürdü. Yüzünü ekşitti.

- Evet, dedi, bir sözcükten kaç sözcük türetildiğini söyledikten sonra bir süre böyle kalır.

- Belki de söylediği sayıların doğru olup olmadığını test ediyordur, dedi Adnan..

- Yok, dedi Simitçi, niye öyle durduğunu bilmem de söylediği sayılarda kuşkusu yoktur.. kaç kere denediysem dediğinden ne bir eksik çıktı ne bir fazla.

- Peki ikili sözcükleri niye söylemiyor? Dedi Şükür kuşkuyla..

- İki harfli olanları sözcükten saymıyormuş, sesmiş..

- Ne budalaca bir çıkarım, dedi Adnan..

- Bence de, dedi Simitçi, birçok budalalıklarının yanı sıra bu budalalığı, ikili sözcükleri sözcükten saymama daha bir budalaca..

 - Ya şu lacivert saçlı kız konusu? Dedi Şükür..

- Onun için bir şey diyemeyeceğim, dedi Simitçi, her gün bir başka kızdan, uçuk renkli saçları olan kızdan söz eder, gerçek midir? Uyduruyor mudur? Bilmiyorum.. hele bir de gudubet kızıl saçlı duldan söz eder ki, akıllara seza..

- Hiçbir tepki vermiyor, bizi duymuyor mu? Duymazdan mı geliyor? Dedi Adnan..

- Kuvvetle muhtemel, dedi Simitçi, duymuyor, ama.. işte Ucûbe bu.. bilinmez ki.. belki de duymazdan geliyordur.. kuşkuluyum.. bizim kaşık düşmanının da böyle tavırları vardır.

- Epey canın yanmış gibi kaşık düşmanından, dedi gülerek Adnan..

- Eh işte.. her ailede olan ufak tefek şeyler, dedi Simitçi utanarak..

- Yok yok, dedi Şükür, seninki biraz farklı gibi..

- Daha neler, dedi Simitçi daha bir utanarak..

- Hadi ama, dedi Şükür, çekinecek ne var? Yabancı kimse yok aramızda.

- Siz hele bir de dilenciyi görün, dedi Simitçi..

- Hangi dilenci?, dedi Şükür..

- Buranın müdavimlerindendir, dedi Simitçi..

- Bayağı kalabalıksınız yani? Dedi Adnan..

- Hem de ne kalabalık.. bakmayın masa sandalye çay ocağı olmadığına.. açık kır kahvesine döner burası zaman zaman.. Ucûbe'nin yarenleri çoktur.. mesela – kolundaki saate bakıp- yarım saat sonra iki genç burada olur.. onlar her gün gelirler, bir iki saat kalırlar, Ucûbe'yi ağzı açık ayran delisi gibi dinlerler, gülerler, itiraz ederler, alay ederler, utanırlar, sonra da allak bullak olmuş bir halde çekip giderler.. arada sırada sizin gibi yoldan geçenler de takılır..

- Sözün üstüne söz getirmede pek ustasın, dedi Şükür Simitçi'ye.

- Bu da nereden çıktı şimdi, dedi Simitçi şaşırmış gibi yaparak.

- Senin kaşık düşmanıyla ilgili, dedi Şükür gülerek.

- Eh aile işleri özeldir, dedi Simitçi kızararak.

- Aşnalı fişneli işlerde canın yanıyor besbelli, dedi Şükür.

- Bu konuyu kapatalım, dedi Simitçi kızgınlığını belirterek.

- Sen nereden bileceksin?, dedi Adnan Şükür’e.. kırk yıllık evliymiş gibi konuşur, ahkâm kesersin..

- Bilirim işte, dedi Şükür, hem öyle bilirim ki kırk yıllık evlilere taş çıkarırım..

- Hüsnü kuruntun, dedi Adnan, ortalığı kızıştırmaya karar vermişti iki arkadaş. Birbirlerine göz kırpmışlar, Simitçi'nin ağzından laf alma eylemine geçmişlerdi.

- Ağzın süt kokuyor, dedi Şükür Adnan’a, herkesi kendin gibi biliyorsun.. sabahlara kadar yalvarıyordur Simitçi.. 

Simitçi utancından kıpkırmızı kesilmişti. Karşısında sırıtan şu suratı dağıtmamak için kendini güç tutuyordu. Şükür kendinden iri yarıydı iri yarı olmasına ama gözünü dal budaktan sakınan biri değildi Simitçi. Öyle anlar olurdu ki dayak yiyeceğini bilse de kavgadan kaçmazdı. Şimdi de kaçmazdı ya.. müşteri hakkında tecavüz sayıyor ve bu yüzden kendini tutuyordu.

- Gerçekten, dedi Simitçi ezilip büzülerek, mahrem konularda konuşmayı sevmem.. hem hiç hazzetmem.. şurada ağız tadıyla edilen muhabbeti bozmanın anlamı ne?

- Haklı, dedi Adnan göz kırparak arkadaşına.. nereden çıkardın yalvardığını?..

- Kaşık düşmanı dedi, diye yanıtladı Şükür.. biri karısına kaşık düşmanı demişse ortada soğuk bir yatak var demektir..

- Bütün Anadolu'da söylenen bir sözden mi çıkardın? Dedi Adnan..

- Bütün Anadolu'nun yatağı soğuktur da ondan.. dedi Şükür.. elinin yerine kadın geçmiştir hepsi bu..

- Zırvaladığının farkında mısın? Dedi Adnan.. leylekler mi getiriyor bizi?..

- Ne muazzam bir çıkarım, dedi Şükür gülerek.. kafanla, beyninle tartmıyorsun söylediklerimi.. ve böyle abuk sabuk çıkarımlarda bulunuyorsun.. Simitçi doğru söyle, bak doğru söylersen tüm simitlerini alır yürümekten kurtarırım seni, -elini cebine sokup yüz lira çıkardı, Simitçiye doğru uzatıp-, bak, dedi, işte yüz lira.. yüz tane simit yok.. hepsini alıyorum.. doğru söylersen eğer.. haftada kaç kez birlikte oluyorsun kaşık düşmanıyla..

Simitçi gözleri önünde sallanan yüz liraya baktı baktı. Yutkundu. Mahrem konularda konuşmayı sevmezdi. Bu onun kırmızı çizgisiydi. Bu çizgiyi aşamazdı. Günlerce gezeceğini bilse de.. ama simit işte. Bayatlardı. Bayat simitle günlerce gezilmez ki. Ayaklarına da kramplar girmişti. Ve fakat kırmızı çizgi. Gözleri önünde sallanan yüz lira. Fiyatı yüz lira mıydı yani? Dilencinin yerinde olmayı istiyordu. İşleri ne kolay olurdu.

- Sizleri bu şekilde konuşmaktan men ederim, dedi Ucûbe. 

Simitçi bu söyleyişle rahatladı. Başından aşağı dökülen kaynar suların acısı diner gibi oldu. Yüz lirayı tutan parmaklara kilitli gözlerini kurtarmak için çırpındı. Olmuyordu. Bu şehir yemişti kendisini. Bu şehir yutmuştu kendisini. Dudakları kıpır kıpır, gözler sallanan parada. Yutkundu. Şükür’ün sinsi bakışlarıyla karşılaştı bakışları.

- Buranın muhtarı, kaymakamı sen misin Bey Amca? Dedi Adnan Ucûbe'ye.

- Mahremiyet ihlallerinin olduğu her yerin muhtarı, kaymakamı benim, dedi Ucûbe dikleşerek.

- Bizimki coştu, dedi Şükür, göğsünü kabartarak. Elindeki yüz lirayı yavaş yavaş cebine götürdü gözlerini Simitçi'ye dikerek. 

Simitçi'nin avını kaçıran her hangi avcı bir hayvanın çaresizliğine düşüp düşmediğini anlamaya çalışıyordu. Simitçinin yutkunmalarını o hale –avını kaçıran her hangi bir avcı hayvanın haline- yordu. Gülümsedi. Keyfine diyecek yok gibiydi. Simitçi ağır ağır cebe konan yüz liradan sonra başını yere eğmiş, gözlerini burnu eskimiş, boyası uçmuş ayakkabılarının  ucuna dikmişti. Ucûbe Simitçi'nin bu haline pek bir içerlemişti. Deli Aba'nın kendisi hakkında ileri geri konuşan gençlerin sözlerini işittiğinde duyduğu mahcubiyeti andırır bir haldeydi Simitçi. Gözleri doldu Ucûbe'nin. Niye böyleydi bu zıpırlar? Niye birini yaralamak için böylesine çırpınırlardı ki? Eğlence bunun neresindeydi? Bu nasıl bir eğlence anlayışıydı? Bunlara bir ders veren hiç olmamış mıydı? Hiç mi her hangi bir bunlara ders verme gereksinimi duymamıştı? Bu ne vurdumduymazlıktı? Bu sefalet içre halin sürmesine, büyümesine, gelişmesine, derinleşmesine niye göz yumulmuştu? Göz yumuluyordu? “Dün böyleydi, bugün böyle ve korkarım yarın da böyle olacak!” diye geçirdi içinden Ucûbe.

- Buna müsaade edemezsin, demişti Deli Aba. Gücün yettiğince karşı çıkmalısın, karşı durmalısın.

- Ben ne yapabilirim ki? Demişti Ucûbe, çaresizlik içinde.

- Gücün neye yetiyorsa, demişti Deli Aba. Baktın susturmak, durdurmak için elinden bir şey gelmiyor o vakit o cemiyetten, o toplantıdan uzaklaş. Duymazlığı seç!

- O zaman evden çıkmamalıyım, demişti öfkeyle Ucûbe. 

Hoş evde kalsam da kurtulmuş olmayacağım ki.. pos bıyıklı iblis.. Deli Aba olanca gücüyle sağ eliyle sol yanağına tokadı patlatmıştı.. yanağında patlayan tokattan çok şaşkınlık yakmıştı canını Ucûbe'nin. Böyle bir şey beklemiyordu. Deli Aba pos bıyıklıyı günahı kadar sevmezdi. Nefret ederdi. Adı geçtiğinde okkalı bir tükürük salardı nerede olursa olsun. Ya şimdi bu neydi? Takdir görmeyi, sevgi görmeyi, alkışlanma görmeyi ummuştu. Bütün bunların yerine okkalı bir tokat gelmişti. Canı yanmıştı. Canı yanıyordu. Dişlerini sıktı;

- Kötü bir şey mi dedim? Dedi dişleri arasından.

Deli Aba tokat attığı eli bir daha kaldırdı. Zorlukla tuttu kendini..

- Bak bir de soruyor, dedi öfkeyle.. bir de soruyor..

- Ama sen hep küfredersin? Dedi Ucûbe biraz gerileyip gelmesi muhtemel tokadın menzilinden çıkmayı umarak..

- Ben senle bir miyim? Sen benim yaşıtım mısın? Demişti Deli Aba. Ben o evde miyim? Pos bıyıklının ekmeğini mi yiyorum? İblis diyeceksen çık o evden? Durma orada..

- Ya hakaretler, aşağılamalar, demişti Ucûbe ağlamaklı.

- İyi ya.. katlanmak zorunda değilsin.. çık git, diye yanıtlamıştı Ucûbe'yi Deli Aba.

- Nereye? Demişti Ucûbe. Nereye gidebilirim ki?

- Al işte, demişti Deli Aba, hem gidecek yerin yok  yerin olsa da gidecek cesaretin yok, hem de sana kapısını açmış birine hakaret ediyorsun.. ha yer arıyorsan, yer olsa giderim diyorsan işte Berber Naim çırak arıyor.. Dükkanın arkasında küçük de bir oda var.. git konuş.. yerleş.. Pos Bıyıklı arkandan gelecek değil ya!

- Ya gelirse?, demişti Ucûbe gözlerini iri iri açarak..

- İşte o zaman ‘canın cehenneme pos bıyıklı iblis!’ der suratının ortasına yumruğu indirirsin.. artık reşitsin.. karışamaz sana! Ama nerde sen de o yürek! Pısırığın, korkağın önde gidenisin.. sığıntılık hoşuna gidiyor, demişti Deli Aba öfkeyle.

- Sanki Berber Naim pos bıyıktan daha hırlı, tümcesi diline kadar uzanmıştı Ucûbe'nin ve fakat söyleyememişti. 

Susmuştu. Gözleri dolu dolu olmuş, başını Deli Aba'dan öteye çevirmiş, kazara düşmesi muhtemel gözyaşlarını görmesini istememişti. Sonra da konuşmayı daha fazla uzatmanın anlamı olmadığına hükmetmiş ağır adımlarla sessizce uzaklaşmıştı çeşmenin başından. Deli Aba'nın homurtuları gelse de arkasından duymazdan gelmişti. Yediği tokadı bir gören olmuş muydu? Hayır! İştahlı iştahlı konuşmalarına tanık olan biri olmuş muydu? Hayır! Kulağına küpe olacak bir şeyler kalmış mıydı? Hayır! Yok, evet.. evet kulağına küpe olacak bir şeyler kalmıştı. Engel olamıyorsa orada kalmazlığı, kaçıp gitme becerisinde ustalaşmıştı. Dedikodu mu yapılıyor? Kulaklarını tıkar oradan uzaklaşırdı. Biri birini mi çekiştiriyor, hop ayağa kalkıyor fersah fersah ötelere kaçıyordu. Böylece gönlü ferah kalmayı başarıyordu. Kuşkusuz bu bir kaçıştı. Yine de vurdumduymazlıktan evlaydı. Ya şimdi ne yapmalıydı? Kaçıp gittiği yerlerde kendisi bir ilintiydi oysa burası onun mekânıydı. Onun yeri yurduydu. Kaçıp gitmesinin olanağı yoktu. Kime bırakabilirdi burayı? Nasıl bırakırdı? Daha kaç beyaz otomobil saymıştı? Hiç! Şu sarı çizmeli, lacivert saçlı kızın ardından gidip özür dilese bütün bunların olmasına engel olabileceği düşüncesi kapladı tüm benliğini. Kendine lanetler savurdu. Şu densizce Simitçi'yi sıkıştıran, mahremiyetinin en derinlerine girmek için hayasızca uğraş veren adı Alişan mı Şükür mü, yoksa Tankut mu Adnan mı olan rezilin ortaya çıkmasına neden olduğu düşüncesiyle kahrolmuştu. Sarsılıp bitap düşmüştü. Bu cendereden, bu iğneli fıçıdan bir an evvel kurtulmalıydı, kurtaracak bir yol bulmalıydı. Nasıl? 

Deli Aba olsaydı bir koşu ona gider sorardı. Bir mihmandarı olmayış ne kötüydü! Kaçıp gitmek en iyisi gibi görünüyordu. En iyi yaptığı şey her zaman bu olmuştu. Yine böyle yapmalıydı. Ve fakat neden yapamıyordu? Neden ayrılamıyordu? Buranın onun mekânı olması neyi değiştirirdi? Tapulu malı değildi ya! Hem tapulu malı olsa ne olurdu? Sanki daha önce hiç yapmamış gibi! Yapmıştı. Deli Aba'nın önerisiyle sığıntı olduğu pos bıyıklarını burmaktan hayli zevk alan Üvey Babasının evinden ayrılıp Berber Naim’in dükkânına sığınmış, sığındığı o mekânda yedi sekiz ay çalışmış tanık olduğu mahremiyet ihlallerinden birinde daha fazla dayanamamış dükkân kendisine emanet halindeyken –kimse yoktu, ne çırak, ne kalfa ne Naim usta henüz gelmemişti, dükkânı açmış, sabah temizliğini yapmış, çayı demlemiş, yandaki fırından altı tane acem ekmeği almış sonra içe doğan bir bilgiyle- kaçıp gitmemiş miydi? Göğermiş peynirden bir lokma almadan, demlediği çaydan bir yudum içmeden dükkânı açık bir halde bırakıp gitmemiş miydi? Şimdi gitse ne olurdu? Kim ne derdi? Ki hazirundan tanıdık olan, geçmişi olduğu bir Simitçi'ydi, onun dışındakileri doğru dürüst tanımıyordu bile.. ayıp olsa, kınayan olsa bir Simitçi olurdu. Eve gitmeli, karanlık odaya kapanmalı. Gudubet kızıl saçlı dulla karşılaşmamak için balkona da çıkmamalıydı. En iyisi buydu! 

Ya Simitçi? Simitçi bu haylazların elinde bir pinpon topuna dönmez miydi? Tamam, kendisine emanet edilen dükkânı açık bırakıp kaçıp gitmişti ama kimse yoktu. Kimseye sırtını dönmemişti. Burada durum aynı değildi. Simitçiye arkasını dönüp kaçmış olurdu giderse eğer. Zavallı Simitçi ne hale gelirdi? Kimseyi yarı yolda bırakan biri olarak anılamazdı. Anılmamalıydı. Hayır, bin kere hayır! Bu affedilmez bir kalleşlik olurdu bunu yapmayacaktı. Yapamazdı. İzzet-i nefsinde derin yaralar açılmasına neden olurdu. Bunu ne kendisine ne Simitçi'ye yapamazdı. Simitçi'ye baktı. Çaresizlik içinde kıvranan Simitçi'yi süzdü bir süre. Oflayıp puflayan Simitçi bakışlarını sağdan sola, soldan sağa, başını önüne arkasına, arkasına önüne çeviriyor, her haliyle kendisini kurtaracak bir dal arayışı içinde olduğunu belli ediyordu. Bu adamı burada, bu çıyanların, bu yılanların, bu çakalların, bu kurtların, bu sırtlanların, bu sülüklerin, bu timsahların, bu tilkilerin, bu uğruların içinde bir başına bırakmak hangi insafa sığardı? Ucûbe de amma insafsızmış, demez miydi her hangi bir duyan? Derdi. Demesinde haksız da sayılmazdı. Diyeni kimse de kınamazdı. Kınanacak, yerilecek biri varsa da kendisi olacaktı. Olurdu. Hayır, gitmeyecekti. Gidemezdi. Bu densizlere hadlerini bildirmeden terk edemezdi burayı. Terk etmeyecekti. Hem dilenci de gelmemişti. Evet, dilenci gelmiş olsaydı işte o zaman belki gitmesinde o denli derin yaralar açılmazdı. Dilencinin kendi eseri olan yarasına takılırdı bu gençler. Böylece Simitçiyle uğraşmaktan vaz geçerlerdi. Dedikodu yapsalar da, birilerini çekiştirseler de kendisi çoktan uzaklarda olurdu. Lanet olası dilenci niye gecikmişti ki? Hiç böyle yapmazdı. Bunda da bir terslik vardı. Yoksa bugün gelmeyecek miydi? Tam da ona gereksinim duyanlar varken. Tam zamanıydı işte. Yaşanılan tüm terslikleri ancak bir merhamet avcısı hale yola koyardı o da bugün gelmezliği seçmişti öyle mi? 

- Alacağın olsun? Dedi yüksek sesle. Çevresindekilerin bu çıkışını duymasını umarak yapmıştı bunu ve fakat kimse her hangi bir tepki vermedi. Gençler iyiden iyiye kızarıp bozaran Simitçi'ye asılmışlardı. Simitçinin eğlence arayan bu iki genç için tam da ağızlarına layık bir av gibi görüldüğü anlaşılıyordu. Dilenci yoksa yok! Onlara yem edecek değildi Simitçi'yi. Aralarında köklü bir bağ olmasa da, bir uhuvvet vardı, yüzeysel bir uhuvvet olsa da öyleydi. Öyle ise Simitçiye arka çıkacaktı. Berber Naim’in eline nasıl ki Çırak Taceddin’i bırakmamıştı Simitçiyi de bırakmayacaktı.

- Alacağın olsun! Dedi yeniden.

- Duymazlar seni, dedi Simitçi hüzünlü bir sesle. Ağlamaklı bile denebilirdi.

- Haklısın, dedi Ucûbe, sefalet diz boyu, diye sürdürdü konuşmasını.

- Bilseydim bugün buraya gelmezdim, dedi Simitçi.

- Ben de, dedi Ucûbe.

- Hey, dedi Şükür, hey siz, misafirler yanında kendi aranızda su kaynatmaya utanmıyor musunuz? 

Arkadaşına göz kırptı. Arkadaşı aynı şekilde karşılık verdi.

- Hani sorsan, dedi Adnan, kim bilir misafirperverlikle ilgili ne öğütler, ne kriterler sıralarlar.. iş eyleme geldi mi de böyle vurdumduymaz tavırlar takınırlar, Küçük Prens olup da deme ‘işte böyledir büyükler!’ diye.

- İşte böyledir büyükler, dedi Şükür, deveyi hamuduyla götürürler ve fakat iş söze geldi mi ihsanın, yardımlaşmanın, paylaşmanın ululuğundan söz ederler.. böyledir büyükler! 

İki arkadaş var güçleriyle ayaklarını yere vura vura gülmeye başladılar. Birbirlerine tutunmasalar merdivenden aşağı yuvarlanmaları işten bile değildi.

- Uzattınız ama siz  de, dedi öfkeyle Ucûbe, ne de çabuk bizi ev sahibi kendinizi misafir ilan ettiniz? Ne çabuk da nefretinizi, öfkenizi, hıncınızı  iyilik, güzellik, güler yüzlülük kalıbına döküp çıktınız pazara? Ne ustaymışsınız gözbağcılıkta.. 

İki genç toparlandılar. Soluk aldılar. İkisinin de gözleri gülmekten yaşla dolmuştu. Şükür sağ elinin tersiyle gözlerindeki yaşı sildi, arkadaşını çimdikledi.

- Ahha, dedi Şükür, bizim Bey Amca coştu.

- İyi ama siz de haddinizi aşıyorsunuz, dedi Simitçi Ucûbe'den güç alarak. 







Cemal Çalık, 31.05.2019,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü

Cemal Çalık Yazıları











Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı