26 Ocak 2018 Cuma

SA5543/KY57-AHCZD77: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 40: En'âm(1-13)

  "Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


EN’ÂM SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (1-13. Ayetler)[1]
  
 Sure Mekke döneminde inmiştir. Sûrede başlıca tevhide, adalete, peygamberliğe, ahirete dair meseleler ile küfrün ve batıl inançların reddi ve bazı temel ahlâk kuralları konu edilmektedir.

الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ ثُمَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah’a mahsustur. Ama yine de kâfir olanlar (putları) rablerine eş tutuyorlar.” (En’âm Suresi,6/1.)

Âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan, Mevlâmız yüce Allah'a hamd ederek, O'nu överek ve her türlü noksanlıktan tenzih ederek söze başlarız. “Allahım! Senin yüceliğin bütün yüceliklerin üstünde, sana yönelen övgü (hamd) bütün övgülerin fevkindedir” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 127, 239).

En’âm Sûresi, her yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanlara bildirmekle başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı ulûhiyyet vasfı yalnızca O’na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine yardım ettiğini hayal ettikleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Yüce Allah bütün mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yaratıcısı olduğu halde âyette O’nun, yer ve gökleri, karanlıkları ve ışığı yaratan olduğu hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü “yer” ve “gökler”, diğer yaratılmışları da kapsayan en kuşatıcı kavramlardır. Bu arada karanlıklar kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir. Nitekim bir tek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur), birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade edilmiştir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/370.)

Hamd kavramı ve türevleri Kur'an-ı Kerim’de altmış sekiz yerde geçmektedir. Beş sure (Fatiha, En’am, Kehf, Sebe, Fatır) bu kelimeyle başlamaktadır. Beş yerde Peygamberimize (s.a.v.) nisbet edilerek kullanılmıştır. Hamd kelimesi, isim olarak yirmiüç yerde “elhamdülillah” şeklinde gelerek lafza-i Celal ile bir terkip oluşturmuştur. Onbeş ayette Rab ismine veya Allah’a raci bir zamire muzaf olmuştur. Hamîd ismi on ayette “Ğani”, üç ayette “Aziz”, bir ayette “Mecid”, bir ayette “Hakîm”, bir ayette de “Veli” ismiyle beraber Allah’a nisbet edilmiştir.(Bekir Topaloğlu,  DİA., Hamd ve Hamîd, XV/443,458.)

“Kur'an-ı Kerim’de hamd kelimesi bazen nimetlere (Kehf, 18/11; Fatır, 35/1; Zümer, 39/74), bazen cennete(Yunus, 10/10), bazen de sıkıntılardan kurtulmaya(Mü’minun, 23/28) karşılık söylenen bir söz olarak zikredilmiştir. Birçok yerde Allah’ın (cc) yaptıkları, yarattıkları ve büyüklüğü zikredilerek hamdedilmiş (Fatiha, 1/1-3; En’am, 6/1; İsra 17/111; Kasas, 28/70, Rum, 30/18; Sebe, 24/1) , dolayısıyla bize hamdetmemiz gerektiği öğütlenmiş, kimi yerde meleklerin Hamdi anlatılmış (Bakara, 2/30; Zümer, 39/75; Ğâfir, 40/7; Şûra, 42/5), kimi yerde peygamberlerin hamdettikleri hatırlatılmış (İbrahim, 14/39; Neml, 27/15), kimi yerde de direk Müslümanlara hamdetmeleri emredilmiştir (Hicr, 15/98; Neml, 27/59,93; Lokman, 31/25; Zümer, 39/74; Ğâfir, 40/55; Kaf, 50/39). 

Sadece bu dünyada değil ahirette de hamdin Allah’a olduğu söylenmiş (Yunus, 10/10; Sebe, 34/1), hatta gök gürültüsünün bile Allah’ı (cc) hamdettiği anlatılarak (Ra’d, 13/13) insanlara bir uyarıda bulunulmuştur. Allah (cc): “Artık Rabbine hamd ile tesbih et” (Nasr, 100/3; Hicr, 15/97; Taha, 20/130) buyurmak suretiyle bizlere hamdi emretmekte, yerlerde ve göklerde hamde layık zatın kendisi olduğunu(Rum, 30/18) , dünyada ve ahirette hamdin ve sonunda dönüşün yine kendisine olacağını(Kasas, 28/70), bizlere hatırlatmaktadır.

Cennet ehlinin cennette ilk ve son duaları hamddir. “Onların cennette duası; “Allahım, sen her türlü eksikliklerden uzaksın” birbirlerine sağlık dilekleri; “selam”, dualarının sonu da; “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun” sözleridir (Yunus, 10/10). Hatta yerlerde ve göklerde olan her şey bizim anlayamayacağımız şekilde kendi durumlarına uygun olarak yaratıcılarına hamd ve tesbih ettiklerine göre (İsra, 17/44) bizim hamdden uzak olmamız düşünülemez.” [2]

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلاًۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ

“Sizi (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını (ecel) takdir eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.” (En’âm Suresi,6/2.)

Varlığının başlangıcından sonuna kadar insanın da yüce Allah’ın yaratma, takdir ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmek üzere “Sizi bir çamurdan yaratan O’dur” buyurulmuştur. "Ecel-i Müsemma", tek tek her insanın yeniden hayata getirilip yeryüzündeki hayatından hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkarılacağı 'ahiret günü'dür. (Tefhîm,I/533.) Âyette “Sizi çamurdan yaratan yalnız O’dur” buyurulmakla Allah’ın yaratmada hiçbir ortağının bulunmadığı vurgulanmıştır. Hayatı veren de alan da Allah’tır. Allah tarafından belirlenen ölümler, insanlar hangi şart ve durumda bulunursa bulunsunlar onların basına muhakkak gelecektir. Yani ecelden kaçmak mümkün değildir.

Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk,67/14.)[3]

Her şeye gücü yeten ve her şeyin sahibi olan Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle her şeyi bildiği gibi, fert ve toplumların da ecelini bilmektedir. Ayetlere göre, Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır. Bazı ayetlerde ay, güneş gibi gök cisimleri için de bir ecel belirlenmiş olduğundan bahsedilir.(Ra’d, 13/2; Rum, 30/8; Lokman, 31/29) Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulacak, kendileri için belirlenmiş süre dolduğunda gök cisimlerin tâbi oldukları sistem de bozulacaktır. Allah eceli gelen hiç kimsenin ölümünü geciktirmez.(Nahl, 16/61; Sebe, 34/30; Münâfikûn, 63/11) Bu kesin hüküm fertler için olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir. (Araf 7/34. Yunus, 10/49; Hicr, 15/4–5; Müminûn, 23/43.) Ecelleri Allah’ın takdir edip belirlediği, Vâkı’a Sûresinin 60. Ayetinde “aranızda ölümü Biz takdir ettik” seklinde zikredilmiştir. (Vâkıa,56/60.) “Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır.”(Fâtır, 35/11)

وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ

“O, göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi açığınızı bilir, neyi yapıp ettiğinizi de bilir.” (En’âm Suresi,6/3.)

“Allah ‘onların öncesini de sonrasını da bilir. Allah’ın dilediği dışında ilminden hiçbir şey bilmezler.” (Bakara,2/255.)[4]

Yaratan, yaşatan, rızık veren, öldürüp hesaba çekecek olan Allah, göklerin de yerin de mutlak hâkimi, yaratıcısı ve yöneticisidir. O, hem ilâhtır hem de rabdir; yani her şeyi yapıp yönettiği gibi bütün evren ve evrendekiler O’nun yasalarına boyun eğer, bu suretle farkında olarak veya olmayarak O’na kulluk ve itaat eder; aslında inkâr edenler bile O’nun yasalarının dışına çıkamazlar. İlm-i ilâhîsi ile de O her şeyi kuşattığı gibi, –bilmeli ve dikkatli olmalıyız ki– bizim gizlimizi açığımızı, ne yapıp ne ettiğimizi de hep bilmektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/374.)

Âlemlerin Rabbi, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen, göklerin ve yerin yaratıcısı, bu göklerin ve yerin ilâhı olan Allah'dır. Yüce Allah gökleri ve yeri nasıl yarattı ise insanı da öyle yarattı. Buna göre insan için en ideal tutum şudur: Hayatının serbest iradesine dayalı bölümüne ilişkin ilâhi yasalara da uymalı; yani inanç sisteminde de, değer yargılarında da ve hayatının pratiğini düzenleyen gelenek ve uygulamalarında da yüce Allah'ın koyduğu yasaları benimsemeli, Allah’a teslim olup, O’na itaat etmelidir. Böylece Allah’ın razı olacağı Müslümanca bir hayatı da yaşamış olacaktır.

وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ

“Rablerinin âyetlerinden onlara bir âyet gelmeye görsün, ondan ille de yüz çevirirler.” (En’âm Suresi,6/4.)

فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓـؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

“Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde onu yalanlamışlardır. Fakat onlara alay ettikleri şeyin haberleri ileride gelecektir!” (En’âm Suresi,6/5.)

Kibir, inat, sırt çevirme, tartışma, Kur'an'ı dinlemeye yasak koyma, uzak durma, ona karşı bitmez-tükenmez bir nefretle savaş sergileyen, direnen müşriklere ve inkârcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya mûcize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyetlerden yüz çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi olarak zihin yormadan, akıllarını kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler. İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mûcizelerin en yücesi ve en şereflisi olan hak yani Kur’an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr etmişlerdir. Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur’an’ın bildirdiği haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm’ın doğuşu ve onun adının yükselişi sırasında inkârcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına varacaklardır! (Diyanet, Kur’an Yolu, II/375.)

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَاراًۖ وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْناً اٰخَر۪ينَ

“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz onca imkânı kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmur indirip (evlerinin) altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.” (En’âm Suresi,6/6.)

Günahlar, isyanlar, zulüm, nankörlük ve kibir-şımarıklık helak olmanın birer sebebidir. Hepsi insanın kendisinin yaratılmış, aciz bir kul olduğunu ve Rabbini unutması ile başlar. Toplumlarda azgınlık, yıkım, fitne ve kaosu o ülkenin refah içinde yaşayan şımarık elebaşları (mütraf)  üstlenir. Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de bu yüzden helak edilen bir çok kavmi bize anlatır. Kur'ân-ı Kerim’e göre kavimlerin helak oluşuna bizzat o topluluklarda yaşayanların kendileri neden olmaktadır. Toplumların helakinin nedeni de işte burada yatmaktadır.

“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus,10/44)[5]

Nimetlerin artması, refah ve imkanlar Allah’a şükür ve samimi kulluğu doğurmuyor her zaman. Umumiyetle bâtıl inançlara sapan, tevhidi bozup küfür, şirk, nifak ya da fısk karıştıran, kötülüklere dalan, kibirlenen, Rabbini unutan; güçlerine, servetlerine, sahip oldukları diğer bedenî ve maddî imkânlara aldanarak Allah’a âsi olan, şımaran, inkar eden, ellerindeki her şeyi kendisine borçlu bulundukları rablerini unutarak dalâlete sapıp azgınlaşan, günahlara boğulan toplumlara karşı genel bir tehdit ve uyarıdır.

“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (mütraf) –itaati- emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.” (İsrâ,17/16.)[6]

Kur’ân-ı Kerîm’de bu tarihî tecrübeye büyük önem verilmiş; çeşitli vesilelerle eski milletlerin hayatları ve âkıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulümleri, azgınlaşıp isyan etmeleri yüzünden helâk edildikleri ve böylece tarih sahnesinden silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini felâketlerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri istenmiştir. Âd, Semûd gibi çok eski dönemlerde yaşamış kavimler yanında, daha yakın çağlardaki birçok devletin, imparatorluğun çöküşü veya tarihten silinişinin temelinde de aynı olumsuz sebeplerin yattığında kuşku yoktur. Buna karşılık, inançta, ahlâk ve fazilette, idare ve siyasette doğru yoldan gittiği, hak ve adalet üzere bulunduğu halde helâk olmuş tek bir milletin varlığı bilinmemektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/377.)

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler(in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik.” (A’raf,7/96.)[7]

وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَاباً ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

“Şayet sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik ve onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de o inkârcılar, "Bu apaçık bir büyü, başka bir şey değil" derlerdi.” (En’âm Suresi,6/7.)

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı ve O’nun belirlediği hakk’ı inkar eden, inatçı ve kibirli mütraf, nefislerinin gururuna kapılan, Kur’an’ın getirdiği ilkelerin, kendilerinin veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen inatçı kimseler ise çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bulamadıkları için Kur’an’ın “bir büyü” (En‘âm 6/7), Hz. Peygamber’in de “bir kâhin veya mecnun” (Tûr 52/29) olduğu yönünde hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/378-379.)

وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكاً لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ

"Ona bir melek indirilseydi ya!" dediler. Eğer biz bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet verilmezdi. (En’âm Suresi,6/8.)

Büyük bir zulüm işleyen ve kendilerini aldatan müşrikler görünüşte ilâhî vahyin geliş tarzını inandırıcı bulmadıkları için, hakikatte ise sırf inat ve taassuplarından dolayı başka bir istekte bulunmuşlar ama cevabı da almışlardır. Hidayeti istemedikten sonra, imana kavuşmaya layık olmadıktan sonra her halükarda, inat ve sefâhetle inkarları için bir kılıf bulacaklardır.

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكاً لَجَعَلْنَاهُ رَجُلاً وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ

“Şayet peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya düşürürdük.” (En’âm Suresi,6/9.)

İmtihan gereği olmayacak bir şeyi zaten olmaması için diretip istiyorlar. Gâvurluktan hiçbir geri atmayacaklar, maksatları da üzüm yemek değil, beyinsizce inkar ve şirk koşmaya devam edebilmektir. Sonuna kadar kendilerini helak ve yazık etme haklarını kullanmaktadırlar. Bu şekilde sonsuz bir şekilde cehennemin keyfini sürme hakkını da kazanmış oluyorlar.

وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذ۪ينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟

“Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, sonunda onlarla alay edenleri, alaya aldıkları şey (azap) kuşatıvermişti.” (En’âm Suresi,6/10.)

قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ ثُمَّ انْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ

“De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra (hakikati) yalan sayanların sonunun nasıl olduğuna bakın!” (En’âm Suresi,6/11.)

En büyük zulmün ve idraksizliğin sahibi müşrikler, gerçeği daha yakından kavramak gibi iyi niyete dayalı sebeplerle değil, sırf Hz. Peygamber’e karşı çıkmak, onunla alay etmek, acze düşürüp itibarını yıkmak maksadıyla bu tür teklifler ileri sürdükleri için 10. âyette Resûlullah’a, kendisinden önceki peygamberlerin de böyle alayla karşılandıkları hatırlatılmakta, fakat başlarına gelen felâketler sonunda alay ettikleri haberlerin ne kadar kesin gerçekler olduğunu acı şekilde anladıkları bildirilmekte; 11. âyette Mekke müşriklerine, dolayısıyla peygamberlik ve vahiy gerçeğinden kuşkuya düşüp inkâr eden, alaya alan herkese, dünyayı gezip dolaşmaları, eskilerin izlerini, kalıntılarını inceleyerek ilâhî hakikatleri yalanlayanların âkıbetlerinin ne olduğunu görmeleri tavsiye edilmektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu, II/381.)

Yani değişen bir şey yoktur, Hakk ile bâtıl mücadelesi devam etmektedir. İki tarafında bendeleri üzerlerine düşeni yapmaktadırlar. Ama bugün küfür, şirk, nifak, fısk yani bâtıl tarafı daha aktif, gayretli ve daha şeytani olarak yok etmekte; Hakk’ın bugün kü temsilcileri olması gereken Müslümanlar ise çok ciddi yabancılaşma/bocalama/savrulmalar yaşamakta ve sorumluluklarının gereğini tam anlamıyla yerine getirememekte, tevhid, vahdet ve adaleti ne yazık ki emredilen düzeyde koruyamamaktadır.

Ama ne kadar çirkinleşirse çirkinleşsin, barbarlaşsın, gelişsin yine de bâtılı bekleyen son bize haber verilmiştir:

“De ki: “Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ,17/81.)[8]

Buradaki hak, Allah’ın hoşnut/râzı olduğu, O’na itaat anlamı taşıyan her şeyi kapsar... İnsanı şeytana uymaktan koruyan her şey hak, Allah’ın razı olmadığı, O’na isyan, şeytana boyun eğme sayılabilecek her şey de bâtıldır. Kur’an hakkı getirmiştir, Allah’ın elçisi putperestlere karşı bütün anlamlarıyla hakkı gerçekleştirmenin ve bütün anlamlarıyla bâtılın kökünü kurutmanın mücadelesini vermiştir. (Diyanet, Kur’an Yolu, III/515.) Biz Müslümanlar da, sabırla, iman da sebât ederek, takvâ, ihlâs ve ihsân ile aynı mücadeleyi vermek zorundayız. “Âkibet, (İyi sonuç), müttakîlerin (Allah’a karşı gelmekten sakınanların) olacaktır.” (Hûd,11/49.)[9]

قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلْ لِلّٰهِۜ كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

“"Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" diye sor. De ki: "Allah’ındır. O, kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Sizi, gerçekleşmesinde asla şüphe olmayan kıyamet gününde mutlaka toplayacaktır." Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar.” (En’âm Suresi,6/12.)

Eski Araplar cahiliye döneminde şirk düşüncesine sahiptiler ve bu sapkın düşünceler bozuk bir hayat tarzı ortaya çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün sözde "bilimsel/modern" cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından daha ileri düzeye çıkaran nokta "Göklerin ve yerlerin yüce Allah'a ait olduğunu" bilmeleri ve onaylamaları idi. Bunu bilmeleri ve onaylamalarına rağmen yüce Allah'ın, mülkiyeti altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni olduğunu, bu varlıklara ilişkin her türlü tasarruf girişiminin mutlaka O'nun iznine ve şeriatine bağlı olması gerektiğini benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden müşrik sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına "cahiliye hayatı" adı veriliyordu. Günümüzde ateistler "Göklerin ve yerlerin yüce Allah'a ait olduğunu" da kabul etmiyorlar. Şirk anlayışı ise daha da evrimleşmiş, sistemleşmiş bir şekilde insanları kasıp kavurmaktadır.

Göklerde ve yerde bulunanların yalnızca -yaratan, yaşatan, öldürüp hesaba çekecek olan- Allah’ın mülküdür, dolayısıyla rubûbiyyette olduğu gibi mâbûdiyyette de Allah’ın ortağı bulunmaz, yalnız Allah’ın rab ve mevlâ olarak bilinmesi ve yalnız O’na ibadet/kulluk edilmesi gerekir.

Hesap vakti olan kıyamet vuku bulup da Allah’ın huzurunda hesap vermek için toplanmadan önce, hayatta iken Mü’minler Allah’ın kesin olan rahmetinden yararlanmaya bakarlar; Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmezler; iman ettikten sonra sâlih ameller işlerler; hayır/iyilik te yardımlaşır ve yarışırlar; Allah’ın geniş rahmetine nâil olmak için günahlarından tövbe ederler.
"Allah, şöyle dedi: “Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamış/kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (A'râf Sûresi, 7/156)[10]

 “Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, azabımın da elem dolu azap olduğunu haber ver." (Hicr Sûresi,15/49-50)[11]

Muhtemelen bu ayeti gereği gibi anlayamıyoruz. Çoğu zaman sadece merhameti hatırlayıp azabı hatırlamak istemiyoruz. Rahmet ümidi, dünyada dengeli ve sağlıklı bir iman hayatının, ahirette "her şeyi kuşatmış olan Allah'ın rahmeti "nden nasibini alma bahtiyarlığının yoludur. Bu da "Allah'a koşun!" (Zâriyât,51/50.) emrini iyi anlamamızı gerektirmektedir. Bununla beraber  “azabımın da elem dolu azap olduğunu haber ver" uyarısını da unutamayız.

Yüce Allah, bu mülkün/mahlûkâtın kesin mâlikidir. Bu konuda hiçbir rakibi, hiçbir ortağı yoktur. Fakat O kendi bağışlayıcılığının, kendi kereminin sonucu olarak merhameti üzerine görev yazdı. Bu kararı kendi iradesi ile, kendi dileği ile verdi. Bunu ona hiç kimse zorla benimsetmedi, hiç kimse önermedi ve hiçbir zorunluluk dikte etmedi. Bu karar, bu görev yazma eylemi sadece O'nun özgür iradesinin ve yüce ilâhlığının eseridir.

Yüce Allah'ın rahmet yağmuru tüm kulların üzerine yağar, onları tümü ile etki alanı içine alır. Onların varoluşları ve hayatları bu engin kaynaktan beslenir. Tam da bu nokta da imtihanın da bir gereği olarak mümin kul Allah’ın rahmetine kulluk ve şükürle karşılık verirken, diğerleri ise isyan, inkar ve nankörlükle cevap vermektedir. İlâhi rahmet, bilmeyerek kötülük işleyip de arkasından tevbe eden günahkâr kulların affında somutlaşır. Yüce Allah bu durumlarda işledikleri kötülüklerden vazgeçen kullarına merhameti ile karşılık vereceğini üzerine görev olarak yazmıştır.


وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي الَّيْلِ وَالنَّهَارِۜ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

“Gece ve gündüzde barınan her şey O’nundur. O, her şeyi işitmekte, bilmektedir.” (En’âm Suresi,6/13.)

 <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 26.01.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları


[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] Bilal GÜNDÜZ, KUR’AN’DA KÜFRÜN KARŞITI OLARAK ŞÜKÜR,  YÜKSEK LİSANS TEZİ, Konya–2011, s.52.
[3] أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ 
[4] يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء
[5] إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
[6] وَإِذَا أَرَدْنَا أَن نُّهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُواْ فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا
[7] وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
[8] وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
[9] فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ
[10] وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ 
[11] نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمَ



Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı