11 Aralık 2017 Pazartesi

SA5306/KY57-AHCZD64: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 27: Nisâ (127-140)

"Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. 


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


NİSÂ SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (127-140. Ayetler)[1]

وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يماً

“Senden kadınlar hakkında açıklama istiyorlar. De ki: "Onlara ait hükmü, Allah ve kitapta size okunan âyetler açıklıyor; onlar için yazılanı kendilerine vermediğiniz, nikâhlamak da istemediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar hakkında, yetimlere âdil davranmanız hususunda size okunup duran âyetler (açıklıyor). İyilik olarak ne yaparsanız şüphesiz Allah onu eksiksiz bilmektedir.” (Nisâ Suresi,4/127.)

 Müminler, yetimlere ve kadınlara âdil davranır ve onlara iyilikle muamele ederler. Onlara karşı zulüm, haksızlık yapamazlar. Allah’ın emri açıktır, O’nun emrini çiğneyerek isyan edemezler. Bu da vahye sarılmayı ve Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeyi gerektirmektedir.

“Âyet hükmü açıklayan iki kaynaktan söz etmektedir: Allah ve O’nun kitabı. Başka birçok âyet ve ilgili hadisler Hz. Peygamber’e de dinî hükümleri açıklama selâhiyeti vermektedir. Bu hükümleri Resûlullah’a vahiy yoluyla bildiren de, okunan kitabı indiren de Allah olduğuna göre dinî hükmü koyma selâhiyetinin yalnızca O’na ait olduğu anlaşılmaktadır. Gerek Hz. Peygamber’in ve gerekse âlimlerin yaptıkları, Allah’ın bildirdiğini kullara ulaştırmaktan ve açıklamaktan ibarettir; Allah’ın Hz. Peygamber’e bildirmesi vahiy yoluyla olmakta, âlimlerin bilgisi ise okumaya, anlamaya, öğrenmeye, ilmî çabaya bağlı bulunmaktadır.”  (Kur'an Yolu Tefsiri, II/153.)

“Hz. Âişe, hükmü genel olan bu âyetin özel ve tarihî muhataplarını şöyle açıklamıştır: Hakkında açıklama istenen kadından maksat, yanında bulunduğu adam aynı zamanda velisi ve vârisi olan, sahibi olduğu hurma ve hurmalığa varıncaya kadar her şeyine bu kişiyi ortak eden yetim bir kadındır. Ancak bu adam, ne o kadını nikâhlamak istemekte, ne de–malına ortak olacak diye– kadının başkasıyla evlenmesine izin vermektedir. Bu şekilde kadıncağızın evlenmesini engellemektedir. Söz konusu âyet işte böyleleri hakkında nâzil olmuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 4/23). “Çaresiz çocuklar”dan maksat da kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş, merhametsiz velilerin eline düşmüş, hakkını korumaktan âciz erkek çocuklardır. Kimsesiz, yetim ve çaresiz çocukları yine de akrabalarının yanına vermek, onlar tarafından himaye edilip yetiştirilmelerini sağlamak en iyi yoldur. Ancak akraba da olsa bazı kimselerin ahlâkı bozuk, vicdanı zayıf olabileceği için her durumda çaresiz kadınların, kız ve çocukların korunması gerekmekte, bazan bu konuda görev topluma ve resmî kurumlara düşmektedir. Velisi yanında haksızlığa uğrayan kimse hâkim tarafından tayin edilecek bir vasî vasıtasıyla himaye edilir. Çünkü Allah çaresizlerin ve zayıfların korunmasını müminlerden istemektedir.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/153.)

Burada Allah’ın yardımı ile câhiliyeden kurtulan ilk Müslüman neslin Allah için öğrenmek istemelerinin, bu istekteki içtenliklerinin ve öğrendiklerine uymadaki kararlılıklarının gerçekliğinin karşılığını görüyoruz. Takip eden ayette ise Allah müslüman toplumun hayat düzeyinin yükselmesi ve cahiliye kalıntılarından arınması için uyulması istenen direktifini  içermektedir.
İlk Müslüman nesil de Allah için öğrenme gayretini şahit oluyoruz, Müslümanca yaşayabilmek için, iman dan sonra yanlış yapmamak için, Allah’ın sevgi ve rızasını kaybetmemek için; cenneti hak edebilmek için yaradan ve hidayet veren Allah’a dönüyorlar. Hayatı Müslümanlaştırmak ya da iyi bir Müslüman olma gayretini görüyoruz.

وَاِنِ امْرَاَةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزاً اَوْ اِعْرَاضاً فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحاًۜ وَالصُّلْحُ خَيْرٌۜ وَاُحْضِرَتِ الْاَنْفُسُ الشُّحَّۜ وَاِنْ تُحْسِنُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً

“Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden yahut yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında bir uzlaşmaya varmalarında onlara günah yoktur ve sulh hayırlıdır. Nefisler de cimriliğe meyillidir. Eğer güzel davranır ve Allah’a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ Suresi,4/128.)

İman ettiğimiz ve kurtarıcımız olan Kur’an’da aile ile ilgili yüz civarında ayet yer alır.“Aile” kavramı Kur’an’da ana baba, akraba, ehil, zevc, zürriyet kelimeleriyle ifade edilmektedir (Mesela bkz. Bakara,2/215, Nisa,4/36, En’am, 6/151, Ra’d,13/38, Nahl,16/90, İsra,17/23). Kur’an’da evliliği ve evlilik sözleşmesini ifade eden kelime ise “nikah” terimidir (Bakara, 2/221,230, Nisa,4/3, 22-25). 

Bunun yanında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde de aile hayatına ilişkin önemli oranda hadisin yer alması İslam dininin evliliği önemsediğini ve teşvik ettiğini göstermektedir. Kur’an bazı ayetlerinde evlilik müessesesini peygamberlerin sünneti olarak, bazen Allah’ın kullarına bir nimeti olarak, bazen de Allah’ın kudretinin işareti olarak vasıflandırmıştır. Kur’an’da evlenmeyi teşvik eden, (Nur,24/32-33.) evliliğin amacına işaret eden, (Rum,30/21.) tarafların hak ve görevlerini belirleyen evlenmesi yasak olan yakınları belirleyen11 ayetler yer almıştır.[2]

İslâm düşüncesinde, evlenmek insan fıtratına uygundur; yani fıtrî bir düzenlemedir. Ailenin kuruluşu, evlenmeyle gerçekleşir. Evlenmenin dinî ve hukukî boyutu bulunur. Evlenmenin dinî boyutu yanı sıra, hukukî boyutundan da bahsedilir. Taraflara karşılıklı hak ve ödevler yüklemesi itibariyle nikâh, hukukî bir işlemdir.

Kur’an’da evlenme, “huzur bulasınız diye”, “sevgi ve merhamet” gibi duygu dolu kelimelerle anılmakta ve “sağlam bir söz” olarak sunulmaktadır (Rûm,30/21; Nisâ,4/21.). Ayrıca, “evlilik birliğine hudûdullah (Allah’ın tayin ettiği sınırlar) denilmektedir” (Bekir Topaloğlu, İslâm’da Kadın, İstanbul, 2008, s. 72.)

İslâm Hukuku’nda evlenme akdinin, aile reisliği dışında, eşlere eşit haklar tanıdığı ve eşit borçlar yüklediği ifade edilmektedir. Evlenme akdinin, yalnızca dinî değil; hukukî, ahlaki ve malî hüküm ve sonuçlarının bulunduğu ortaya konulmaktadır. Nikâh akdinin muameleki yönünü yadsımayan İslâm Hukuku doktrini, nikâh akdinin, aslen, çocukların yetiştirilmesini sağlayan bir birliktelik türü olduğunu; gerek karı ve kocanın, gerek çocukların ahlâkını güzelleştirdiğini kabul etmektedir.[3]

Bu bilgi ve şuura sahip Mü’min erkek ve mümin kadın dinimizin gerçekten önem verdiği aile yuvasında birbirlerine karşı “nüşûz” yani  “kötü muamele” etmeyecekler, iffetsizlik yapmayacak, birbirlerinden nefret etmeyecek ve zulüm etmeyeceklerdir. Birbirlerine karşı takvâ şuuru ile evlilik hukukunun gereklerini yerine getirip, âdil davranmaları istenmiştir.

Nisâ sûrenin 34. âyetinde kadından kaynaklanan geçimsizlik, 35. âyette her iki tarafın kusuru veya istememesi sebebiyle ortaya çıkan ayrılma tehlikesi söz konusu edilmişti. Bu âyette ise erkeğin olumsuz davranışlarının sebep olduğu aile geçimsizliği üzerinde durulmaktadır.  Kadının nüşûzü “baş kaldırma” “kocasından nefret etmesi, ona itaat etmeyi kendine yedirememesi, başkasına göz koyması” şeklinde açıklamıştır. Erkeğin nüşûzünü de “nefret, uzaklaşma, normal evlilik ilişkilerini aksatma, söz ve fiille incitme, sert davranma” ifadeleriyle açıklanmıştır.

Hanımına karşı kötü muamele eden, evlilik hukukunu yerine getirmeyen, âdil davranmayan ve eşinden yüz çeviren (i‘râz) koca söz konusu olduğunda bu sebeple kadının, hâkime veya hakeme başvurması ve evliliğin sona erdirilmesini istemesi de mümkündür.

Âyette genellikle insanların doğasında mal-mülk tutkusunun bulunduğu hatırlatılıp kocası tarafından kötü muamele gören kadının, ona bazı menfaatler sunarak kendisine karşı iyi davranmasını sağlayabileceğine, böyle bir imkânı değerlendirmenin uygun olduğuna da işaret edilmiştir. Ancak güzel olan, takvâya yakışan bu değildir. Erkek, eşinin kendisine bir menfaat sağlaması veya haklarından vazgeçmesi karşılığında ona iyi davranmakla, bu yoldan evliliği sürdürmeye razı olmakla iyi ve güzel insan (muhsin), takvâ sahibi kul (müttaki) vasıflarını kazanamaz. İyi, güzel, takvâ sahibi insanın yapacağı şey Allah rızâsı için âdil davranmak, kimseye haksızlık etmemek, kimseyi incitmemektir.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/154-155.)

وَلَنْ تَسْتَط۪يعُٓوا اَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَٓاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَم۪يلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِۜ وَاِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُوراً رَح۪يماً

“Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birine büsbütün kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir.” (Nisâ Suresi,4/129.)

“Sûrenin başında (3. âyet), eşler arasında âdil davranamamaktan korkan kimselere bir kadınla yetinmeleri tavsiye edilmişti. Burada ne kadar istense, üzerine düşülse, gayret edilse de birden fazla eş arasında her yönden âdil davranmanın mümkün olmadığı açık ve kesin bir ifadeyle dile getirilmiştir. Bu gerçek karşısında beklenirdi ki birden fazla kadınla evlenmek yasaklansın. Ancak Allah Teâlâ zaruretleri, mübrem ihtiyaçları, fevkalâde halleri bildiği için bunu yasaklamadı; kullarının uygulamada zorlanacakları bir yasak hükmü koymak yerine, iki alternatifli bir tavsiye ile yetindi: a) Tek hanımla evli olanlar –bir zaruret bulunmadıkça– bununla yetinmelidirler. Çünkü Allah ilgili âyetlerde adalet ve hakkaniyete vurgu yapmaktadır. Oysa erkekler birden fazla kadınla evlenmeleri halinde haksızlıklar olacak ve bundan dolayı günaha girebileceklerdir. b) 3. âyetin tefsirinde açıklanan zaruretler neticesinde birden fazla kadınla evli bulunan erkekler ise gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılık gibi insanın elinde olmayan durum ve farklılıklar dışında, kadınlarına maddî konularda objektif, ölçülebilir hak ve menfaatlerde eşit davranacak, biriyle evlilik hayatını fiilen yaşarken diğerini askıda (yalnız bırakılmış, ilgi ve ilişkiden dışlanmış, ihtiyaç içinde veya maddî bakımdan diğerlerinden aşağı durumda) bırakmayacaklardır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/155-156.)

İslâm insanı, gücünün yetmediği bir konuda hesaba çekmez. Karşı koyamadığı bu eğilimi sonuçta bir günah olarak görmez. Hâkim olamadığı eğilimde, gücünün yetmediği bir konuda ortada bırakmaz insanı. Ama belli şartlar altında verdiği bir izinden dolayı da eşlerin birbirine zulmüne de rıza göstermez. İnsanlar verilen nimetlerin tamamından hesaba çekileceklerinin ve her nimetin bir imtihan niteliği taşıdığının şuuru ile hareket etmelidirler. (Tekâsür,102/8.)

وَاِنْ يَتَفَرَّقَا يُغْنِ اللّٰهُ كُلاًّ مِنْ سَعَتِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ وَاسِعاً حَك۪يماً

“Eğer karı koca ayrılırlarsa Allah bol rızkından onların ihtiyaçlarını giderir. Allahın lutfu geniştir, hikmeti sonsuzdur.” (Nisâ Suresi,4/130.)

Nisâ Suresindeki evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bunlar, bütünüyle ilahî hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir.

Bütün çabalara rağmen evlilik hayatını sürdürmek mümkün olmuyorsa sırf ekonomik zaruretler sebebiyle, aç ve açık kalma korkusuyla buna katlanmak gerekmez. Allah evlilik hayatının eşlere daha dünya da bir cehennem hayatına dönüştürülmesine izin vermez. Asıl olan yaradan Allah’a kulluk ve bu dünya hayatındaki imtihanı kazanmak ve cenneti hak edebilmektir. Ne evlilik ne de başka bir şey Müslüman bir fert olarak imtihanı kaybetmeye, cennetten uzaklaşmaya ya da cehennemi hak edecek şeyler yapmaya sebep değildir. Şartlar oluştuğunda nasıl evlenme meşrû bir işse aynı şekilde şartlar oluştuğunda talâk (boşanma) da aynı şekilde meşrûdur. Hayat devam edecektir, kadın ve erkek son nefeslerine kadar Allah’a kul olmaya ve emrettiklerini yapıp yasakladıklarından kaçınmaya devam edecekler ve şeytana fırsat vermeyeceklerdir. Rızkı veren Allah’tır.

وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَاِيَّاكُمْ اَنِ اتَّقُوا اللّٰهَۜ وَاِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَنِياًّ حَم۪يداً
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size kesinlikle "İtaatsizlikten sakının" diye emretmiştik. Eğer inkâra saparsanız biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O her türlü övgüye lâyıktır. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Güvenmek için Allah yeter.” (Nisâ Suresi,4/131-132.)

“Allah’ın “göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi ve mâliki olduğunun” üç kere tekrarlanması kendisinin bu özelliğini ve sıfatını güçlü ve teyitli olarak ifade etmekten ziyade üç ayrı hükmü ve mânayı teyit etmek içindir. Önce boşanma halinde Allah’ın taraflara imkânlar bahşedeceği bildirilmiş, arkasından Allah’ın her şeyin mâliki olduğu gerçeği hatırlatılmıştır. Sonra insanların Allah’tan korkmaları ve inkâra sapmamaları istenmiş, bu isteğin Allah’ın ihtiyacından değil, kulların ihtiyacından kaynaklandığına işaret edilmek üzere O’nun her şeye mâlik olduğu tekrar ifade edilmiştir. Daha sonra bu ezelî-ebedî gerçek bir daha zikredilmiş, itaatsizlik halinde bütün insanları yok edip yerine başkalarını getirmeye de kadir bulunan Allah’ın bunu yapmamasının aczinden değil, hikmetinden kaynaklandığı bilinsin istenmiştir.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/157-158.)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed,47/33.)

Müminler göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah’a mutlak manada –imanlarının bir gereği olarak- (Nisâ,4/59.) itaat eden ve kesinlikle itaatsizlikten sakınan kimselerdir. Allah’ın emirlerine karşı Rabbimizin bildirdiği şekilde “işittik ve itaat ettik” şeklindedir. Allah’a isyan ederlerse amellerinin boşa çıkmasından ve iflas etmekten korkarlar.

سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır.” (Zuhruf,43/82.)

صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الأمُورُ

“Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner.” (Şûrâ,42/53.)

وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى

“Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması için (böyle)dir.” (Necm,53/31.)

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

“Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara,2/107.)

لِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا فِيهِنَّ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mâide,5/120.)

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“ Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir. O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mâide,5/40.)

Kur’an-ı Kerim’de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından “göklerde ve yerde bulunanların Allah’a ait” olduğu ya da “göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah’ın” olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece O’dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir. Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O’nun hayat sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir. Diğer türlü halkımız “kork Allah’tan korkmayandan” demiştir.

اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ اَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِاٰخَر۪ينَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى ذٰلِكَ قَد۪يراً

“O isterse -ey insanlar!- sizi toptan yok eder ve yerinize başkalarını getirir. Allah’ın gücü kesinlikle buna yeter.” (Nisâ Suresi,4/133.)

Yüce Allah, kullarına takvayı ve itaati emrettikten sonra bunu dinlemeyip kafir olmaları durumunda; Allah’a zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına gelmez sadece kendilerine zarar ve zulüm etmiş olurlar. “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus,10/44.) Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez. Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan topluluğunu getirebilir kuşkusuz.

وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Siz ise O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Tevbe,9/39.)

İslâm’ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende bulunanlardan üstün tutması oranında; kafir olduğu, isyan ettiği, azgınlaştığı, büyüklendiği ve haksız yere ilahlığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi, İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin gereğidir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide,5/54.)

Ya iman edip imanınızın gereğini yapar (sebât) edersiniz ya da Allah sizlerin yerine Allah’ın sevdiği ve onlarında Allah’ı sevecekleri bir topluluk getirir. Kimse kendisi için özel, seçilmiş, garantili olarak bakmasın! Yahudiler bunun en güzel örneği olarak bizlere Kur’an’ı Kerim’de anlatılmaktadır.

مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً بَص۪يراً۟

“Dünya mükâfatını isteyenler bilsinler ki Allah nezdinde hem dünya hem âhiret mükâfatı vardır. Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (Nisâ Suresi,4/134.)

Müminler Allah’tan hem dünya hem de ahiret saadetini ve iyiliğini  isterler.  Ahireti dünyaya fedâ etmezler. İmar etmekle sorumlu oldukları ve halife olarak görevlendirdikleri dünyayı da iman etmeyenlere bırakmazlar. Ahiret bu dünyadan kazanılacaktır.

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” (Bakara,2/201.)

وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût,29/64.)

İslâm dini kendi mensuplarından dünya menfaatini, ziynetini, güzelliklerini terketmeyi istememiştir, ancak bunların hayatın amacı kılınmasını, ebedî hayatın ve mutluluğun unutulmasını da büyük bir bahtsızlık saymış; böyle bir tercihi, değerlinin, değersiz karşılığında satılması olarak tasvir etmiştir. Âyet iki muhtemel yanlışı düzeltmeye yöneliktir: a) Bütün amaçları dünya menfaatinden, dünya hayatını maddî zevkleri bakımından dolu dolu yaşamaktan ibaret olanlara âhiret saadetini hatırlatmış, ona karşı hazırlıklarının ne olduğunu sormuştur. b) Âhiret menfaatini, mutluluğunu isteyenlerin dünyadan bir şey istememeleri gerektiğini zannedenlere, bunlar arasında bir çelişme bulunmadığını, âhireti isteyenlerin, dengeyi bozmadan dünyayı da istemelerinin sakıncalı olmadığını hatırlatmıştır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/158.)

قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُواْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

“De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’raf,7/32.)

إنَّ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا وَرَضُواْ بِالْحَياةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَ

“Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir.” (Yunus,10/7.)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراً

“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Nisâ Suresi,4/135.)

Müminler her türlü durum ve koşulda, yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen, insanlar arasında adil olmayı garantileyen, Müslim ya da gayr-i müslim her hak sahibine hakkını veren mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetini yüklenmişlerdir. Bu hak konusunda Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.

Hâkim ve şahitler elde edecekleri veya elden kaçırmak istemedikleri şahsî menfaatleri veya yakınlarının menfaatleri sebebiyle adaletten sapabilmektedirler. Ayrıca davacı ve davalının sosyal, ekonomik ve siyasî durumu da şahit ve hâkimleri etkileyebilmektedir. Yarattığı kulları herkesten daha iyi tanıyan Rabbimiz de her şart ve zemin de adaleti emretti.

Müminler asla adaletten ayrılmaz, (insanlar zengin olsunlar, yoksul olsunlar) Allah için şahitlik yaparlar, insanların konumuna göre hareket etmezler. Müminlerin şehadetlerinin tek gayesi, içinde hiçbir korku, kişisel çıkar ve taraf tutma bulunmaksızın Allah'ın rızasını kazanmaktır. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bu konuda bir çok emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

"De ki, Rabbin adaleti emretti." (A’raf,7/29), "Allah size, mutlaka emanetleri (görev ve vazifeleri) ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisa,4/58).

Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bir gün Kureyş kabilesinden asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. 0 kadını cezalandırmaması için Ashabdan Üsameyi Peygamberimize gönderdiler. Bu duruma kızan ve üzülen Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyorlar. “Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.” (Buhari, Hudud 11..)

Adalet, ifrât ve tefrit arasında orta yolu tutmak, dînen haram kılınan şeylerden sakınıp hak yol üzere dosdoğru olmak, büyük günâhları işlemekten ve küçük günâhlarda ısrar etmekten kaçınmak, hak sahibine hakkını tam vermek, hakkını tam almak, cezâ ve ödülde eşit davranmak, zulmü terk etmek, verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi sağlamak (Firuzâbâdî, el-Kamusu’l-Muhît, IV, 13.) anlamındadır.[4] Adâletin en genel tanımı ise, haklıya hakkını, suçluya cezasını vermektir.

وَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَ لاَ تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ وَ قُلْ آمَنْتُ بِمَا اَنْزَلَ اللهُ مِنْ كِتَابٍ وَ اُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْ

“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Ve de ki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla emrolundum.” (Şûrâ,42/15) ayetleri ile de Hz. Peygamber adâlet emrine muhatap olmuştur. Bu hitaplar sadece peygamberleri değil, onların şahsında tüm insanlığı kapsamaktadır.

الْقُرْبَى وَ يَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْي يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَ إِيتَائِ ذِي   

“Muhakkak ki Allah, adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl,16/90) 

Allah Teala bu ayette nizamı sağlayan üç öğeyi emretmiş, buna karşılık üç çirkin hareketi yasaklamıştır.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ي نَزَّلَ عَلٰى رَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً بَع۪يداً

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” (Nisâ Suresi,4/136.)

“Yüce Allah’ın “Ey iman edenler! İman ediniz,” sözünde tekrar yoktur. Bunun mânâsı, ‘İman da sebât ve devam edin’ demektir. Nitekim mü’min ‘bizi doğru yola ilet’ der ki, ‘bu, bizi doğru yolda sabit kıl,’ demektir.” (Sâbûni, Safvetü’t Tefâsir, II/37, İst.1990.)

Ey iman edenler! İman edin. İman da sebât edin, Allah’a verdiğiniz söze sâdık kalın. Allah’a isyandan kaçının. İmanınıza ölümcül şirk, küfür, nifâk hastalıklarını bulaştırmayın. İmanınızın gereği ve göstergesi olan sâlih ameli terk etmeyin ve sırât-ı müstakîm’den ayrılmayın. İman ettiğiniz hesap günü için hazırlık yapın, en hayırlı azık olan takvâ sorumluluğundan uzaklaşmayın.

Ey iman edenler! Kalkın ve yürüyün… Dünya sadece birkaç günden ibarettir. Eğer yolunuzda sebat ederseniz, kurtuluşunuzu elde edersiniz. Sakın ümitsizliğe düşmeyin ve Rabbinizin sizin mevlânız olduğunu unutmayın.

ربَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sağlam tut. Kâfir topluma karşı bize yardım et” (Âli İmrân,3/147.)

رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” (Bakara,2/250.)

Evet tam bu gayreti gösterirken de, müminler olarak imanda sebat etmek, itaat ve ibadetleri gerçekleştirmek için de yine Allah’tan yardım istememiz gerektiğini unutmamalıyız. (bk. el-Fâtiha 1/5-6).

 Bu yani imanda sabit kalıp devam etmek ise “bir insanın tüm kalbiyle iman etmesi ve ciddi bir şekilde ihlasla düşüncelerini, zevklerini, sevgilerini, hayat tarzını, dostluk ve düşmanlıklarını, ilişkilerini inancına uygun bir biçime sokması, buna uygun arkadaşlıklar kurması, düşmanlıklarını ona göre ayarlaması ve tüm çabalarını inancına uygun bir yapıya sokması anlamınadır. Bu ayet, Müslüman olanlara, “tam bir mümin olmalarını emretmektedir.” (Tefhîm,I/417.)  

Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır. İslâm’ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır. Müminler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ederler.

Hani 15 Temmuz gecesinde bir Müslüman demişti ya “Kelime-i Şehadet Getirin Gerisi Kolay!” bunun gibi bir şey. Ey Müslümanlar, siz Müslümansınız. İman iddianızda samimi olun, sebât edin. Allah’ın emirlerini yerine getirin ve yasakladıklarından kaçının, emr-i bil ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapın. Allah’ın kurtarıcı ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılın, en güzel örnek olan Allah’ın elçisi Muhammed Mustafa (sav)’i rehber edinin, Allah’ı velî edinin, izzet ve şerefi Allah’ın yanında arayın. Allah dışında hiç kimseden korkmayın, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayın… Ya zafer ya şehâdet… Siz bugünün Müslümanları, şâhitleri ve muhafızları olarak üzerinize düşeni yapın, Allah’a tevekkül edin, gerisini Allah’a bırakın. Gerisi kolay…!

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْراً لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَب۪يلاًۜ

 “İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.” (Nisâ Suresi,4/137.)

Ayette bahsedilen bu kimseler imanı ciddi bir mesele olarak kabul etmeyen, kendi arzu ve isteklerini tatmin etmek için onlarla bir oyuncakla oynar gibi oynayan kimselerdir. Kafalarına eser, İslâm'ı seçerler, kafalarına eser aksi yöne saparlar ve kafirlerden olurlar. Veya çıkarlarına uygun düştüğünde müslüman olurlar ve kafirlikte menfaat varsa hiç tereddüt etmeksizin küfrü seçerler.

İslâm tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/161.)

Müminler, hakikat üzere sebat gösterip inancına bağlı kalarak ölmenin, korkaklık göstererek münafıkça yaşamaktan daha şerefli bir tutum olduğunu cesaretle dile getirirler. İmanın kelepür bir şey olmadığını bilirler. Önemli ve muteber olan son durumdur; bütün dertleri Müslümanca yaşamak ve Müslümanca ölebilmektir. Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.  “Bir kimse uzun zaman cennetliklerin amelini işler, sonra ameli cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimsede uzun zaman cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân,3/102)

Müslüman olarak ölme derdi olanın hayatı Müslümanca yaşama diye bir projesi olur. Bu kimseler Müslüman olarak ölebilmek için de Allah’a yalvarıp yakarırlar.

رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak bizim canımızı al.” (A’raf,7/126.)

فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنتَ وَلِيِّي فِي الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

“Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihlere/iyilere kat.” (Yusuf,12/101.)

بَشِّرِ الْمُنَافِق۪ينَ بِاَنَّ لَهُمْ عَذَاباً اَل۪يماًۙ
اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ

“Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!” (Nisâ Suresi,4/138.)

“Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” (Nisâ Suresi,4/139.)

Müminlere imanlarında sebât etmelerinin gerektiği ve kafirlerin durumu anlatıldıktan sonra ayette münafıkların acı âkıbeti haber verildikten sonra iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek. Bu iki niteliğin özellikle zikredilmesinde müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensuplarına bu ölçüde güvenmek doğru değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da ötesinde “mümini bırakıp kâfiri dost ve veli edinen” kimsenin imanında, müminlerle ilişkilerinde bir ârıza bulunması, imanının nifaka yakın olması ihtimali vardır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/164-165.)

Münafıkların iki özelliği: Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek.

Rabbimiz kimin velî edinilmesi ve kimlerin de velî edinilmemesini çok ciddi uyarılarla bildirmesine rağmen münafıklar kendi yollarını çizmişlerdir.   Bu da göstermektedir ki, müminleri bırakıp kâfirlerle beraber olmakta şeref ve güç arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunmaktadır.

إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ 

“Sizin veliniz (dost, yardımcı ve destekçiniz) ancak Allah, O’nun Rasulü, rukü ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir.” (Mâide, 5/55)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاء تُلْقُونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءكُم مِّنَ الْحَقِّ

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mumtehine, 60/1)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

“Ey iman edenler, yahudileri de hristiyanları da veliler edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide, 5/51) 

Elmalılı Hamdi Yazır ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.

لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ ﴿٢٨﴾

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz.” (Âli İmrân, 3/28)

Elmalılı Hamdi, “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Müminler iman hasletine küfür hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette kâfirlerle dostluk ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu hep Allah için yapsın.” Diye tefsir etmiştir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَن تَجْعَلُواْ لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا ﴿١٤٤﴾

“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak)Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz ?” (Nisâ, 4/144)

“Yoksa Allah’a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” Allah’ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman yeterlidir çünkü. Ey inananlar! Siz inananları bırakıp da kâfirleri dost edinmeyiniz. Münafık olduğunuza dair Allah için aleyhinize açık ve savunulması mümkün olmayan bir delil ve burhan vermenizi ister misiniz? Elbette istemezsiniz değil mi?

وَالَّذينَ كَفَرُواْ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ إِلاَّ تَفْعَلُوهُ تَكُن فِتْنَةٌ فِي الأَرْضِ وَفَسَادٌ كَبِيرٌ ﴿٧٣﴾

“Kafir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah’ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (Enfâl, 8/73)

Tevhîd’i ve vahdeti koruyamayan Müslümanlar açısından bugün işte tam da Rabbimizin haber verdiği ve bizleri sakındırdığı şey olmuştur.

وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ اَنْ اِذَا سَمِعْتُمْ اٰيَاتِ اللّٰهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَاُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِه۪ۘ اِنَّكُمْ اِذاً مِثْلُهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ جَامِـعُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْكَافِر۪ينَ ف۪ي جَهَنَّمَ جَم۪يعاًۙ

“O size kitapta şunu indirmiştir: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisâ Suresi,4/140.)

Kâfirlerin müminlere verdikleri zararlardan biri de dini inkâr etmek, aleyhinde konuşmak, dinin kurallarını ve dindarları alaya almaktır. Bu inkâr, hakaret ve alay, açık veya kapalı bir şekilde devam ettiği sürece müminlerin vazifesi sükût etmemek, buna rızâ göstermemek, evrensel mânada ahlâkî olmayan bu davranışı engellemektir. Eğer müminlerin gücü böyle bir tepki göstermeye yetmiyorsa bulunduğu meclisi ve beraberliği terketme vazifesi vardır. Dinin inkâr edildiği, aleyhinde bulunulduğu ve alaya alındığı yerde –bunu engellemeye gücü yetmeyen mümin– oturmayacak, bunları yapanlarla beraberliğini sürdürmeyecek, o yeri ve o kimseleri terkedecek, onlardan uzaklaşacaktır. Çünkü beraberliğin devamında üç önemli zarar vardır: a) Bunu yapanların cüret ve cesaretlerinin artması. b) Böyle bir davranış karşısında tepkisiz kalan müminlerin giderek buna alışmaları, hatta etkilenmeleri; kutsal değerlerine yönelik hassasiyetlerinin zaafa uğraması. c) Güçlerinin yettiği ölçüde tepki göstermedikleri, bu mânada olup bitene razı oldukları için günahkâr olmaları. Nitekim âyette geçen “Aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz” şeklindeki ağır suçlama ve uyarı bir yandan müminlerin bu zararlı sonuçtan kurtulmalarını hedeflerken diğer yandan zâhirde olanı tasvir etmektedir. Çünkü bir mecliste dine hakaret edildiği, mukaddeslerle alay edildiği halde hiçbir kimse tepki göstermiyorsa “orada olanların tamamının kâfir olduğuna” hükmedilebilir, yani burada hiçbir müminin bulunmadığı zannı hâsıl olabilir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/165.)

İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit! “… Siz de onlar gibi olursunuz.”
Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı da şudur: “Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.”

Münafıklığın diğer bir göstergesi de; bir müminin, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiği halde bir mecliste oturması, bunlar karşısında susması ve umursamamasıdır. Bugün buna hoşgörü ya da ileri görüşlülük diyenler de var. Güya kişinin fikir özgürlüğüne saygılı oluşu kabul ediyorlar. İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir kere o, daha baştan kendisine güvenini yitirmiştir. Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan çekinmektedir. Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini ve ayetleri uğrunadır. İşte imanın belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan sonra tüm setler yıkılır, her engel ortadan kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya kapılıp giderler.

Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa, ya dinini savunmalı ya da toplantıyı ve orada bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak ise, ruhî bozgunun, yabancılaşmanın ilk aşamasıdır. Böyle birisi iman ve küfür arasındaki nifak köprüsüne adımını atmış demektir.

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلاَ تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

“Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.” (En’âm,6/68.)

“Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalmak”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’i alaya almak veya eleştirmeye kalkışmaktır. Âyet, bu şekilde davrananların –eğer engel olmak mümkün değilse– başka bir konuya geçinceye kadar yanlarından ayrılmayı emretmektedir. Bu emir müminlere, eğer kâfirleri Allah'ın ayetlerini alaya aldıkları sırada soğukkanlılıkla dinlerlerse, bu küfürde onların da pay sahibi olacaklarını bildirmektedir. Bu durumda onlarla kâfirler arasında hiçbir fark kalmayacaktır.
En’âm 68. âyeti bize, Allah’ın âyetlerine dil uzatmadıkları, İslâmî değerlere karşı saygısızca sözler sarfetmedikleri sürece, yanlış inanç ve görüşteki insanlarla bir arada oturulup konuşulabileceğini göstermektedir. Kanaatimizce “Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalma”, onlarla eğlenme ya da onları reddetme, bu birlikteliği ortadan kaldıran en temel sebepse de, bu bir örnek olup, düşmanlık duygularına dayalı daha başka kötü ve yanlış söz veya davranışta bulunan kimseleri de terketmek gerekir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/423-424.)



 <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 11.12.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları




[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] Prof. Dr. Nedim BAHÇEKAPILI, İslam ve Kilise Hukuku Açısından Aile ve Evlilik, İSLAM ARAŞTIRMALARI, s.31.
[3] Geniş bilgi için bkz. Yrd. Doç. Dr. Özlem TÜZÜNER, Türk ve İslâm Hukuku Bakış Açısından Evlenmenin Hukukî Niteliği Hakkında Bir İnceleme,s.141-142.
http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2013-1/2013-1-5.pdf
[4] Osman Oral, Kelâm İlminde İlâhî Adalet, Kelam Araştırmaları 11:1 (2013), s.445.




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz

Seçkin Deniz Twitter Akışı