14 Ocak 2017 Cumartesi

SA3864/KY26-CA106: Rüya: Bir Kapitalizm Sorgulaması

"Kusursuz olmaz kahramanlık hikayeleri, çünkü insan sürekli kendini geliştirmek zorunda." 


Klişe olsa da haklı bir gerçeklik bu: Kendinizi değiştirirken değişir dünya. Derviş Zaim’in 2016’da vizyona giren filmi “Rüya”, değişme cesareti üzerine bir sorgulama.

Piyasa sisteminin iğvaları, üşengeçlik, konformizm, helal kazancı umursamayan ihtişamın egemenliği, riyakarlığın olağanlaşması ve benzeri nice olumsuz hale rağmen nasıl olur da sorumluluk hissimizi uyanık tutabiliriz? Bu soruyu, rüyalarımızı zehirleyen bir kargaşa ortamını değiştirme yoluna düşmeden cevaplayamayacağımızı öne süren bir hikayesi var “Rüya”nın. Derviş Zaim sineması kendime yakın hissettiğim bir sinema; mimarlık ve sanat, mimarlık ve siyaset, şehir ve ekonomi gibi konularda ortaya koyduğu sorularla Rüya şimdiden, bu sinema içinde daha ayrıcalıklı bir yere sahip oldu benim açımdan.

Çok katmanlı, göze sokulmayan şifrelerle açılarak birbirine bağlanan bir film Rüya. İnsanlar değişirken mekanlar da harekete geçiyor adeta ve nesnelerin de bu değişime ayak uydurduğunu fark ediyorsunuz. Aynı yerde durduğumuz halde nasıl ihtiyaç duyduğumuz değişimi gerçekleştirebiliriz?

Cehd, cihad kelimesinin de türetildiği kök. Farkında olmak, değiştirmeye çalışmak, sorumluluk almak, değişmeye çalışmak… Filmlerinde milim milim işlediği bir amacı var Derviş Zaim’in: "Olguları, kavramları yerli yerince, gerektiği gibi okumamıza yardımcı olmak. “Felsefenin yapmaya çalıştığı şeyi şu an sinemanın yapması gerektiğini düşünüyorum” diyor, www.tsa.org’da okuduğum Barış Saydam söyleşisinde.

Rüya, kuşkusuz ciddi bir kapitalizm eleştirisiyle ilerliyor. Kapitalizm (veya Karl Polanyi’nin deyişiyle “piyasa sistemi”) ekonomik faaliyetin tamamını toplumsal değerler alanından kopartarak kendi alanında bir kalıba indirgemeyi amaçlamıyor mu? Arsa spekülatörleri, rüşvet, çerik çürük sosyal konutlar, sadece popülizme bağlı çalışan sanat merkezleri… Bütün bunları sineye çekmenin olağanlaşması, Thatcher’cı “alternatifi yoktur” söylemini getiriyor akla.

Genç bir mimar olan Sine, müteahhit amcasının şirketinde çalışmaktadır. Şirketin dere yatağına yaptığı sitenin çökmesiyle yaşanan mağduriyetler üzerine kendini sorgulamaya başlar; ancak bu itirazları kademeli olarak ilerler. Dere yatağına toplu konut projesi hazırlayan şirket ve mimarlar, istismarlara göz yumarak felaketi çağırmışlardır.

Sistem kendi ağlarını örmüş, jargonunu oluşturmuştur. Müteahhit amcanın iş bitiricilik yöntemi, sıklıkla öne sürdüğü “gaz alma” tutumunda kendini gösteriyor. Kapitalistin bakış açısına göre her makam ve imza sahibi bir noktada işbirlikçi olmaya açıktır. Projelerin yapım aşamasında engel çıkaran kişi ya da kurum tehdit veya rüşvetle susturulabilir. Bürokratın cami tasavvuru, ihtişamı şart koşmaktadır. İnşaat sektörü, şemaların kanunların üzerine çıkabildiği ve dilin de bu şekilde yapılandığı kendine has bir pragmatizm sergilerken, bir kadın mimar hem de kendi amcasının yolsuzluğunu sorgulayarak içinde bulunduğu kirli ağın çözülmesinin yolunu açıyor. “Hayır” deme cesaretini bir süreç içinde kazandı Sine. Sanat alanındaki projelerini, iş hayatında kriz yaşayan müteahhit amcasına destek olmak için ertelemek zorunda kalmıştı. Tanıklık görmekten ibaret değildir; genç mimar inşaat sektöründe mevcut yozlaşma karşısında harekete geçmediği takdirde, sanat ve hayata ilişkin hayalleri de çürüyüp gidecekti elbette.

Site projesindeki sorumluluğu ile yüzleşirken kendisini suskun bir seyirci kılan bağlamları kurcalamayı sürdürür Sine. İhtiyaç duyduğu değişimi adım adım geliştirdiği sorgulama (ve itirazla) gerçekleştirecektir. Sinan camilerindeki tekrar felsefesi filmde bu şekilde yorumlanır: Değişerek devam etmek veya devam ederken değişmek, yani “İmtidat.” Zaim’in sade, sportmen, çalışkan ve layıkıyla işini yapma çabasındaki mimar kadın profili, aynı firmada çalışan ve yolsuzluklarda rolü olan mimar erkek arkadaşıyla çatışmaya düşmeyi de göze almak zorundadır.

Sine’nin uyku merkezindeki seanslarla işaretlenen değişme aşamaları, “7 Uyuyanlar”a özgü tecrübeye bağlanıyor nihayet. Zaman ve mekan şaşırmıyor burada, hikaye bir bakıma tekrar ediyor. Bununla birlikte seyirci monoton olmayan akışta gerçekleşen zaman ve mekan sıçramalarını takip için yol işaretlerine dikkat kesilmek zorunda. Bu konuda filmin en başında gördüğümüz Hans Holbein’in “Elçiler” (1533) tablosuyla uyarılmıştık. Sembolleri ve şifreleri olan bir yola giriyoruz; bu tablo için de hep konuşulduğu üzere. Hiçbir şey sabit kalmıyor bu yolda, değişiyor ve bu değişim içinde ancak adalet tutkusu hakikate giden eşiğe götürüyor kişiyi. Fakat gerçeklik, piyasa sisteminin dolaşıma soktuğu kirli bilgi içinde kolayca fark edilecek bir yerde durmuyor.

Simülasyonlar (veya şık paketlerle dolaşıma sokulmuş kara büyüler) arasında kaybolan gerçeğe ulaşmak için başka türlü bir yol izlemeli. Beri taraftan 3D projeksiyonlarıyla şehre kazandırılmak istenen uzamlar, katı modernizmin ve küreselleşmenin sürdürdüğü istila karşısında “alternatifi elbette vardır” diye düşündüren açılar ortaya koyuyor.

Rekabet değil doğruluk, kazanmak değil helal lokma, kapitalizm değil toplumsal adaleti sağlayacak bir bilinç uyanıklığı… Bu çatışmayı Zaim, sinemasını geleneksel sanatlarımızdaki felsefeyle bağdaştıran “oynak zaman/oynak mekan” üslubuyla işliyor. Yedi Uyuyanlar Efsanesi ve Kıtmir’e yüklenen rol, kriz dönemlerine özgü yozlaşmadaki payımız üzerine düşünmeye sevk ediyor. Uzlaştık mı, itiraz mı ettik? Kardeşliği mi düşmanlığı mı kışkırtıyor bulunduğumuz bağlam? Sabrı ve tahammülü nasıl anladık? Bu soruları ortaya koyan problemleri çözmeyi üstüne alan kişinin bir kadın mimar olması, bilinçli bir seçim muhakkak ki… Yönetmenin geleneksel sanatlardan ilhamla yaptığı filmlerin ilki olan Cenneti Beklerken’de (2006) olduğu gibi, kadın kahraman felakete yol açan sebebin üzerine gitme cesareti gösteriyor.

3 boyutlu yansıtma ile Boğaz üzerine aks eden Kıtmir, 1910’da Hayırsız Ada’da vuku bulan köpek katliamına bir gönderme olabilirdi. Bunu BİSAV’da filmi izledikten hemen sonra Sinan Sertel’le konuşmuştuk. Sinan, Kıtmir’e has rolün koruyuculuk değil bekçilik olduğunun altını çizmişti.

Sancaklar Camii (Emre Arolat, 2013) filme ilham vermesinin yanı sıra mekan olarak da akış içinde ağırlıklı bir yer tutuyor. Projesini Sine’nin hazırladığı, modern bir mağarayı andıran yer altı camii, inşaat sektörünün tedhişinden yılan genç toplu konutzedeler için bir sığınağa dönüşecektir. Sine’nin uykuya kaçarak yeni bir başlangıca uyanma isteği ile cami/mağaraya çekilen gençlerin uykusu arasında bir ilişki var. Bununla birlikte onun camideki “7 Uyuyanlar”a imar yolsuzluklarına karşı verilmiş bir mücadelenin belgelerini değil, para veya anahtar vermesi, efsanenin hakikati karşısında zayıf kalan bir sahne. Kaldı ki mağdur edilmiş gençler de layıkıyla bir mücadele vermiş değillerdi, üzerilerine gelen haksızlığa, hukuksuzluğa karşı. Sanırım bu tür sınırlı bir aktarım, Zaim’in “kıyısız gerçekçi” yorumunun göze aldığı bir zaaf olarak yorumlanabilir. Başlangıca, yani Holbein’in “Elçiler”ine dönersek, yönetmen bizi işte böylesine “bilinçli kusurlar” konusunda uyardığını fark edeceğiz.

Kusursuz olmaz kahramanlık hikayeleri, çünkü insan sürekli kendini geliştirmek zorunda. 

Yozlaşmadan, dağılmadan, savrulmalar yaşamadan değişmenin eseridir gelişmek… Bir bakıma yolda olmak; yani cehd halinin ta kendisi…



Cihan Aktaş, 14.01.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 




Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015

Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat

Seçkin Deniz Twitter Akışı