24 Eylül 2016 Cumartesi

SA3463/KY26-CA81: Kuşakların Payına Düşen İsim ve Sıfatlar

"Sahi kuşak olarak “hakkın hakikileşmesi” doğrultusunda sağlam ve kalıcı sayılabilecek hangi işlere imza attık?"


Her kuşak kendi çağını yüceltir. Her gençlik çağının kendi Filistin’i, Kudüs’ü vardır. Her kuşak orta yaşlarda akarken genç kuşakları yozlaşma eğilimiyle, ideallerini yitirmekle, konformizme teslim olmakla suçlar.  Aslına bakılırsa, orta yaşlarda yol alan kuşaklar olarak hiç bu kadar kötücül olmadığımızı söylerken, kendi gençlik çağlarımızın olumsuz mirasıyla yüzleşmeyi bir kez daha paranteze alırız.  

Dönemleri birbiriyle kıyaslarken, tecrübelerin sunduğu o büyük imkânı ihmal etmek olağanlaşan bir tuhaflık. Sonuçta aynı noktaya ulaşmak için mi sorularımıza cevap arıyoruz? Her kuşak bir diğerinin hatalarını başka bir açıdan işleme hakkını kazanmak için mi başkaldırıyor?

Döne döne sanki aynı cümleyi kuruyoruz, tuhaf ama bir gerçek. Kuşaklar, bütün yazılıp çizilenlere, kaydedilenlere karşılık geçmiş dönemlerin tecrübelerini benzeri bir tecrübeyi yaşamadan bihakkın hissedemiyorlar. Gerçi sürpriz sayılmamalı bu unutkanlık. İlerleme denilen tutku varlığını büyük ölçüde unutma temayülüne borçlu. Beri taraftan, “nisyan” diye bir kavram da var. Hatırlamaktansa unutmayı tercihtir, nisyanın bir açıklaması. “Hatırlamayı unutturma” ise, bize mimarlık ve dil yoluyla, kültür yoluyla yapılmış bir büyük baskıyı açarken Carel Bertram’ın yaptığı tanım.

Her kuşak kendini var etmek için bazen silik bazen de hoyratlaşan bir imha dönemi yaşar. “Ustaları öldürmekten” söz edilir edebiyatta. Baudelaire de sanatçının sadece kendisine dayandığını, eserleri dışında gelecek nesle vaat ettiği hiçbir şey olmadığını savunmuştu: İki yanlı metaforik bir borçsuzluk. 

Tarihi ve toplumu, kültürü ve siyaseti önceki kuşağa göre daha iyi anladığından kuşku duymak istemez yeni kuşak. Beslendiğini sindirmişse eğer, makul ve anlamlı sonuç vermesi beklenebilecek bir çağdır bu. Onun ötesinde bir kazma kürek hareketinin ötesine nasıl geçilebilir ki…

İçinde bulunduğum 1980’lerin İslamcı kuşağının dili muhalifti. Olguları muhalefet dili üzerinden görmeye götüren saf bir dışlanmışlık ve benimsenmiş yoksunlukların içinde, hayat görüşümüzün sorunlarını çözümlemeye çalışırdık. Sınanmamış iyilik gibi, sınanmamış dünya görüşü de kırılgandır.  
Oysa mükemmel olanı gerçekleştirmek için eleştiriye açık olmalı kuşaklar. Bizim kuşağın dili aynı zamanda olabildiğince sekterdi. Hem sağdan kaçarken yakalanılan sol ideolojik dilin etkisi, hem de sistemin ayrımcı muamelelerinin sebep olduğu acılar, “öz yurdunda paryasın” duyarlığıyla birlikte olabildiğince kuşatıyordu gündem ve programları. “Gözyaşı Geceleri” değil, Filistin miting ve panelleri belirlerdi gündem. Dünyanın herhangi bir köşesindeki mazlum bir Müslüman, mazlum bir insan acı çekerken gülmeye hakkımız olup olmadığı, daima hatırda tutulması gereken bir soruydu.

Yasakların ulaşamadığı alanlarda var etmeye çalıştığımız söylem, kimine intikam vaat ediyordu, kimine adalet. Muhalefette olmanın örttüğü nice farklı hali, hamlığı ve hırsı, fedakarlık ve olgunluğu fark etmek için 2000’li yılları beklemek gerekecekti. 1990’lar,  bir bakıma “bacı”nın “bayan”a dönüştüğü belediyeler dönemi.  

İç içe geçen ne çok olgu var! Kuşakları sadece iktidar-muhalefet gerilimi değil, dönemsel teknolojiler de belirliyor. 80 kuşağı, kamera kullanma hakkına sahip olup olmadığı konusunda tereddütlüydü. 90’lar boyunca bu kuşağın rol aldığı medyaya da yansıdı bu tereddüt. 80’lerin kapitalist kültür eleştirisiyle yol alan, çatık kaşlı, heybeli ve Unkapanı pardösülü genç kız kuşağıyla, 2010’lu yıllarda facebook ve instagramda markalı çantalarını dergileyen, “emoji” diliyle cümle kuran başörtülü kızlar arasındaki uçurum kuşkusuz sarsıcı. 

Bizim kuşak anlayış bakımından Musa Carullah’ın “Hatun”, Ali Şeriati’nin “Fatıma Fatıma’dır” kitaplarında hülasa ettiği doğrultuda kamusal taleplerde bulunma hakkına inandı, 2010’ların “asi” başörtülü kızları ise sosyal medyada bıçkın bir ses tonuyla “hatun”u bir taciz unvanı olarak kullanıyorlar.

1990’ların Bosna cihadına katılan gençleri ile 2010’ların  muktedir bir dille muhalifini “ezik” ve “paçoz” olmakla suçlayan gençleri arasında da derin uçurumlar var. Hem iktidara özgü imkânlara hem de adil bir dile sahip olmanın zorlukları, 2010’ların İslâmî duyarlık sahibi gençleri için, hazırlık kitabı yazılmamış büyük bir sınav. İkbal vaat eden imkânların bolluğuna karşılık kendi programlarından taviz vermemeleri nasıl mümkün olabilir? 

Bizim kuşağımız için kendini sistemin dışında bilmek, bütüncül bir muhalefet konforuydu, bu çok açık. Hem ülkenin rejimini hem dünya sistemini, bir beklentiden uzaklığın özgürlüğüyle sorguluyorduk. 2000’lerin muvafık gençleri ise bu muhalefet dilini küresel sisteme yönlendirirken, mevcut iktidara dönük eleştirilerini –küresel sistemin saldırısı gerekçesiyle- paranteze almaktalar.

Bütün bu farkların eleştirisini kendi kuşağım lehine sürdürmem, kuşağıma atfettiğim –muhalefet zeminine özgü avantajlardan ve geriye bakışa ilişkin nostaljiden bağımsız görülemeyecek- adalet kaygısına elbette aykırı düşüyor. Hiç şüphesiz daha sonraki kuşaklar, bizlerin sistemin saldırılarıyla daha bir sertleşen muhalif yaşantılarının fazilet ve zaaflarından bihaber yetişmediler.  

Sözgelimi, kamusal alanda görünür olmanın yıpranmalarını taşıma hasebiyle bizim kuşağın çocuklarını korunaklı yetiştirdiği bir gerçek. İlginç bir şekilde kamusalı zorlayan kadınların çocukları, mahremiyetin kamusal alana savrulduğu bir dönemde, Hakan Arslanbenzer’in deyişiyle “ev-genç” olmaya yöneldiler. 

Zamanında devletin dışlamasını yaşamış orta yaşlı kadınlar, kamusal alanda yer edinmeyi haddinden fazla önemsiyorlar şimdi. Ev-Gençler ise, korunma bağlamını “Devlet baba”nın çatı sunduğu alanlara doğru genişletme imkânlarına sahip oldular. Devletin dışlamasını yaşamış ailelerin çocukları, devletle yakınlaşırken “öteki”leştirme konusunda tipik devletçi söylemleri kullanmakta tereddüt etmiyorlar. 

Bizim kuşak iktidar diliyle konuşmayı ekseriyetle yadırgarken, aileleri veya bizzat kendileri dışlanmanın acısını yaşamış gençler, bu dille seslenme konumunu adaletin nihayet gerçekleşmesi olarak benimsiyorlar. Hz. Peygamber’in (sav) öne sürdüğü fark ise, “nefs”ti. Elde ettiğin dili sadece Müslümanca adalet açısından mı onaylıyorsun, yoksa o nefsinin arzularına mı uygun düşüyor?  Elde edilen nimet, layık olmayı da şart koşmalı değil midir?

Mustazaflara vaat edilen bir nimet var, ancak bu nimet,  Yunus Suresi’nde geçen, Allah’ın kelimeleriyle “hakkı hakikileştirmesi” vaadinden bağımsız okunabilir mi?  Küresel sistem bize “güvenlik, yenilik ve tüketim” paketiyle satmaya çalışıyor bu nimeti. Kendimizi müstağni saymayalım:  

Sahi kuşak olarak “hakkın hakikileşmesi” doğrultusunda sağlam ve kalıcı sayılabilecek hangi işlere imza attık?  “Şimdi sıra bizde” diyerek bir önceki kuşağı ülke, bölge ve dünya gerçeklerini kavrayamamakla suçlayan kimi gençlerin sarkastik dilinin oluşumunda ne kadar payımız olduğunu sorgulamalıyız.

İnkar ve ders sarmalında kuşaklar akıp giderken kanamaya devam eden yaralara şifa getirmesi beklenebilecek kelime, herhalde yine de “insaf” olmalı. İnsaf, hemen ardından “liyakat”a kapısını açmadan edemeyecektir çünkü.



Cihan Aktaş, 24.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015







Seçkin Deniz Twitter Akışı