17 Eylül 2016 Cumartesi

SA3436/KY26-CA79: Yurdumuz, Gayretimiz Kadar

"Yurtsuzlar için elimizden geleni yaptık mı? Dahası, fiziki olmayan anlamda bir arayış içindeyken nasıl başarabiliriz sınırların engeline takılmamayı… Doğrusu, yurtsuzlaşma trienali, burada yer veremediğim daha birçok değerli çalışmayla sınırlar üzerine de düşündürüyor. Galeriye sığmıyor, izleyicisine soru yüklüyor, yurtsuzlaşmaya karşı elini taşın altına koymaya çağırıyor."


“Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar” diyordu, Andrei Tarkovsky.

İnce ince işlenen, sabırla gerçekleşen, alın teri ve tefekkürle beslenen “dua” için kim gereken sabrı ve fedakarlığı gösterebilir? Sahih bir eser sürekli bir çabaya ihtiyaç duyuyor; dua gibi. Sevgili Hülya Yazıcı, 6 yıl önce küratörlüğünü yaptığı “Şehrin Gizli Dili” konulu trienale, ipek böceğini konu alan bir çalışma ile katılmıştı. İpekböceği, kendini tüketme pahasına kıymetli üretimiyle sarmalıyor hayatı ucundan bucağından. Hülya’yı 1979’den beri tanıyorum. "İpekböceği" onun eserlerinde önemli bir metafor olmasının yanında, hayırlı bir amaca ulaşmak için sürdürülen tutkunun da adı.

3 Eylül akşamı Hülya Yazıcı’nın küratörlüğünde Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde açılışı yapılan İstanbul Trienali’nin teması ise, “Yurtsuzlaşma.”

Kuşkusuz akla önce mültecileri getiriyor bu tema. Mülteciliği toplum olarak benliğimizde hissettiğimiz için olmalı, trienal bu yıl çok dolu. Küresel sistemin yenilenme piyasası gibi bir kan tezgâhına çevirdiği Suriye’de yüz binler katledildi, en az 6 milyon insan yurdunu terke mecbur kaldı. Bu mülteci nüfusun neredeyse yarısı Türkiye’ye sığındı. Bir sanatçının görmeden edemeyeceği acılar yaşanıyor gözlerimizin önünde. Yurtsuzlaşma, metaforik değil, şahit olduğumuz bir facia.

Hülya’nın düzenlediği 2. Trienal, 2013 yılında aynı mekanda yapılmıştı. Gezi olaylarına denk düşmesi bir talihsizlikti. Sanat ve barışın boş bir iddia olamayacağını gösteren vandal bir saldırıya maruz kalmıştı trienal ve eserlerin çoğu tahrip edilmişti. Eylemciler, Feridüddin Attar’ın kuşlarından esinle gerçekleştirilen bir çalışmadaki kuşları söküp parçalamış, yerlere atmış, projeksiyon cihazları kırmışlardı, Amerikalı bir sanatçının duvarlara yapıştırdığı enstalasyonuna ait kuş figürleri de koparılıp atılmıştı. Anlaşılan sanat galerilerine saldırı bize hep belletilmeye çalışıldığı gibi özellikle Müslüman “fanatik”lerden gelmezmiş. Bu saldırıyı Twitter’da dile getirdiğimde solcu arkadaşlarımın inanmakta zorlandıklarını hatırlıyorum.

Büyük fedakârlıklarla düzenlediği trienalin bu şekilde tahribi karşısında Hülya yılmadı, çalışmalarını sürdürdü. O hep işe yarayan, bilinçleri besleyecek anlamlı eserler ortaya koymak istedi, halkın iyiliği, Hakk’ın rızası için. Güncel sanata yönelmesinde de sanatın hayata karışması konusunda taşıdığı temel bir kaygının, sorumluluk hissinin rolü var. Tuvalle yetinmek istemedi, aslında sanata bakışı galerileri de aşıyor, ileriki dönemlerde faaliyeti açık alanlara yönelirse benim için sürpriz olmaz.
Biz sanat konusunda moda akımların baskınına uğratılmış bir toplumuz. Kendi birikim ve duyarlıklarımızla sahici bir yüzleşme yapmaya izin vermeyen mitler, işte şöyle yazarsan, çizersen sanat olur diye önümüzü kesmiş. 

Batı, Müslümanların minyatür mirasından beslenerek kendi sanatını yenilerken, Türk ressamlar Cumhuriyet’le birlikte resmi eğitimin bir parçası haline gelen merkezi perspektife dayalı resim tekniğinin alanında donup kalmaya mecbur edildiler. Sanat ideolojik sebeplerle kısıtlanırken ve galerilere sıkıştırılırken hayattan eksiliyor. İlişkilerden eksilen sanatı yeniden hayatla buluşturmak, Hülya’nın sanat faaliyetlerinin temel kaygısı. Trienalde yer alan işi “Naas”, hakikate doğru sürekli arayış çabasını açıyor sanırım. Naas, İlahi bilgi, açık söz anlamına geliyor. Varlığın içinde yer tutmanın şeref ve sorumluluğu üzerine düşündürüyor “Naas.” Bir nebula ile ipekböceğinin “yurtlanma/yurt olma” süreci aynı manzarayı nasıl sunabilir?

Sanatçıların söyleyecek çok sözü var mültecilik ve yurtlanma, yurtsuzlaşma üzerine. 15 Temmuz’u yaşamak, yurtsuzlaşmanın daha somut anlamlarına açtı bilinçlerimizi. “Suriye” gibi iç savaş yaşayabilir, yurdumuzu terke mecbur kalabilirdik. Bilim adamlarının açıklamakta yetersiz kaldığı “olay”ların anlamına, sanatçıların güncel ajitatif başlıklara kanmayan eserleriyle yakınlaşıyoruz.
Hayatın sahneleri bazen tekrarlar yüzünden görünmez olur, solgunlaşır. O anlamda sanat biraz da eşyanın ve varlığın üzerindeki tozları silkelemektir. Medya vasıtasıyla telkin edilerek zihnimizi ele geçiren telakki ve mitler, duyum kirliliğine yol açıyor elbette. Bakışımızı, duyuşumuzu nasıl koruyacak ve geliştireceğiz? Kendimizi “onun” yerine koymayı başaramıyorsak, bunun bir sebebi de sanat ve din arasında açılan uçurum. Bu uçurum yüzünden ortaya çıkan ifade ve yaşantı sakatlıkları, tanımlarımızı da etkiliyor elbette. Sürekli yeniden okumanın getirdiği yeni sorumlulukları göze almaktansa, bıktırıcı ve gereksiz tekrarlarla idare etmeyi başka nasıl anlamak gerek…

Mültecilerle dayanışmanın yollarını gece gündüz duyularımızı esir alan medyadan öğrenemiyoruz, aksi takdirde bu kadar çaresiz hissetmezdik kendimizi. Sanat eseri ise bizi kendimizle yüzleşmeye çağırıyor. Kurduğu ince bağlarla “onun” yerine geçmeyi mümkün kılacak köprüler inşa ediyor, kanallar açıyor. Bir koridorda ilerliyorsun, solunda bir bavul var önce, üzerinde İsmet Özel”’in “Mataramda tuzlu su” şiirinden mısralar. Engin Beyaz’ın çalışmalarının ana figürleri kapılar ve gölgeler. Gölge, rahatsız etme korkusu taşıyan, bu korkuya mecbur edilen, şımarma ve hata yapma lüksü olmayan insanın temsili. “Bir arayışın yansımaları” diye anlatıyor Beyaz. Kapı, arayışın cevapsız kalmayacağının haberini veriyor, tedirgin bilinçlere. Mustafa Küçüköner, yıllardır geliştirdiği “Babil” izleği üzerinden sürdürüyor kurcalamasını: “Babil Dağılıyor.” Yüksek binaların temsili, bir medeniyet yanılsaması. Bu anlamda medeniyet, Aliya’nın belirttiği gibi, âlemin ıstırabı nedir bilmeyen bir kalkınma zirvesi değil midir?

Engin Beyaz, Kapılar ve Gölgeler

Zain al Ahmed’in “Harabe”si bir başka Halep silueti çağrışımıyla uyarıyor: Binlerce yıldır korunmuş olanın bile bir güvencesi olmayabilirmiş bu kanlı savaşta. İşte böylece harabeye çevrilen şehrin türkülere esin kaynağı olan şen çehresi nasıl bayındır olabilir yeniden…

Zain al Ahmed, Harabe

İbrahim Alhassaun’un “İsimsiz”i, savaşın sebep olduğu parçalanmayı anlatıyor; adeta kendi dönemimizin Guernica’sı. Gövdenin parçaları, yüzün, benliğin, giderek bir ruhun dağılarak yeniden hayat bulma arayışına dönüşüyor. İnsan ve silah böylesine karışmışken, terörist aynı zamanda “barış savunucusu” olarak takdim edilirken, nasıl sürdürebiliriz bu arayışımızı? Mülteci sanatçı bize bunu en iyi anlatabilecek kişi. Markus Miessen “Katılım Kabusu”nda “davetsiz yabancı”dan söz ediyor. Kurulu herhangi bir denklem içinde yer almadığından, kendine yer açacak taze bir enerjiyle toplumu hareketlendirir mülteci ve oraya bereket getirir. Kuşkusuz mültecinin doğaçlama hesapsızlığı kadar karşılanma biçimi de bu berekette pay sahibi. “İsimsiz” bir parçalanma ve dağılmanın ardından öne çıkan ihtimaller üzerine düşündürüyor. Öyle ya, hayat imkan ve ihtimal demek. Khadija Baker, “Bırakma beni… yaşıyorum…” diye bir çığlıkla bağırıyor peşimizden. Nizar Kabbani’nin “Kırmızı… Kırmızı…”sının tecessümü gibi geliyor tablo.

Khadija Baker, Bırakma beni... Yaşıyorum

Bir diğer mülteci sanatçı, Azad Kerim, Lost Herigate’te hoyratlığa yenik düşen kültürel birikimlerim muhasebesini yapmaya çağırıyor. Sanat bir açıdan anlamlı bütünden kopuşun ıstırabı üzerine düşündürmeyi amaçlamaz mı zaten?

Ahmet Özel’in tabloları, “öteki” imgesini kurcalıyor. Öteki, asla bütünüyle görülmeyen, tanınmayan. Buna karşılık insanlığımızı geliştirmek için biz görece yerleşik olanlar onu tanımalı, sükun bulması için yanımızda yer açmalıyız. Dağılma çığlığını fark edemediğimizde, gecikmenin bedelini ödemeye hazır olalım: Çoğu zaman kıyıya vuran ayakkabı tekleri gibi gecikilmiş işaretlerle hatırlatıyor kendini, yazgısıyla baş başa bırakılan. 

Uğur Özen’in Yermuk Mülteci Kampı’nı konu alan tablosu umutsuzluğun son noktasının tasviri. Perişan yüzlerin birbirine söyleyebileceği bir cümlesi kalmamış, bize bakıyorlar, sana, bana; bu umutsuzluktaki payımızı hiç unutmayalım diye. Elbet bir yakarı sanat, bir dua; resim, daha fazla gecikmemenin uyarısını üstleniyor. Bakışlarda bir merkezsizleşme var, ister istemez soruyoruz kendimize: Göz göze nasıl gelebiliriz mahcubiyet duymadan, nasıl başarabiliriz bunu… Hülya’nın çalışması üzerinden ipek böceğinin “naas”ı tam olarak şöyle anlaşılamaz mı? Yurdumuz, gayretimiz kadar var. Beri taraftan, Koray Sevindi’nin “Aynı” ismini taşıyan minimalist animasyonunu izlerken, yerli yurtlu olmanın fiziki endişeleri, ontolojik sorularla pekişiyor: Dünya kimse için, kök salacağı kadar kalıcı bir yurt sunmuyor. Buna karşılık bağlanıyoruz yerimize yurdumuza, sılamızda arıyoruz benliğimizin yapı taşlarını sonuçta. Bu aidiyet hissi, “şehrin en uzak ucundan koşarak gelen” uyarıcı olma sorumluluğuyla kurtuluyor aşırılıklardan.

Ayşe Taşkent’in kompozit eseri, 14 Temmuz üzerine: “Yatakta basacaklar, şafakta asacaklar.” Yassıada yargılamalarına ait broşürleri araştırıp bulmuş Taşkent, birlikte okuduk bazı sayfalarını. Darbe heveskârlarının cümleleri ne kadar da birbirine benziyor! Darbeciler bizim için en doğruyu biliyorlar sözde ve bu yüzden iflah olmakta zorlanıyoruz. Kenarlarına kuralsızca dolanmış darağacını ve idamı yansıtan ilmiklerle demir küp, toplumumuza biçilen yazgıyı hatırlatıyor: Bir felaket sökün edebilir, kesinlik yok. Riskler, göze alışlar… Menderes’i astılar, Erdoğan’ı asmak istediler. Koca bir toplum bir işgal, bir savaşla yersiz yurtsuz kılınabilirdi; 15 Temmuz gecesi bunu fark etik.

Cem Mehmet Eren ve Fırat Erez’in “Kaybolan” isimli işi, izleyiciyi de dahil ediyor arama yolculuğuna. Hangi önlemlerle üstesinden gelinir yurtsuzlaşmanın? Yurtsuzlar için elimizden geleni yaptık mı? Dahası, fiziki olmayan anlamda bir arayış içindeyken nasıl başarabiliriz sınırların engeline takılmamayı… Doğrusu, yurtsuzlaşma trienali, burada yer veremediğim daha birçok değerli çalışmayla sınırlar üzerine de düşündürüyor. Galeriye sığmıyor, izleyicisine soru yüklüyor, yurtsuzlaşmaya karşı elini taşın altına koymaya çağırıyor.




Cihan Aktaş, 15.09.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 



Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015





Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat:

Seçkin Deniz Twitter Akışı