21 Şubat 2016 Pazar

SA2519/KY26-CA43: Klişeleri Ne Zaman Aşacağız?

"Aliya’nın sözlerini hatırlatıyorum: “Ben olsam Müslüman Doğu'daki bütün mekteplere eleştirel düşünme dersleri koyardım" diye yazıyor Zindan Notları'nda."


“Ömrün ucu uzun” derdi rahmetli annem beni aceleci, sabırsız ve hayal kırıklığı üzüntüsü yaşarken gördüğünde. Bu söz, kuşkusuz öncelikle yaş itibarıyla uzun bir ömrü kastetmiyor. Bir ömrün içine çok fazla şey sığabilir, kısa bile olsa. Birbirini tamamlayan, şaşırtan ibret verici ne çok tecrübe barındırıyor bir hayat! 

İlk dizi yazılarımdan biri Siyonizm üzerineydi ve Milli Gazete’de yayımlanmıştı, 1980’lerin ortalarında. Yeni Devir’de düzenli olarak yazmaya başladığım 1982’den bu yana Baasrejiminin zihniyetini birçok yazımda eleştirdim. Bu yazılardan en oylumlularından biri Doğu Konferansı’nın Lübnan bombalanırken Suriye’ye düzenlediği yolculuktan dönüşümde Dergâh dergisinde yayımlanmıştı. Üstelik o dönemde etrafımdaki yazar ve siyasilerin çoğu Şam rejimi ile iyi geçinmenin erdemlerinden başka bir şey söylemiyordu. 

Şam’da ve diğer şehirlerde halkla temas kurduğumuz her noktada Baas baskısının yol açtığı zorunlu sessizlik, sorular karşısında verilen ürkek ve kesintili cevaplar bir yazar olarak korkutucu gelmişti bana; Gerçek Hayat için kaleme aldığım yazılarda anlattım.

Bunları şu nedenle hatırlatma gereği duydum: Sınırları içinde yaşamak istemediğin bir ülkenin sistemini savunmazsın. Hayatım dikta rejimlerini ve zorba, tahakküme dayalı iktidar ilişkilerini sorgulamakla geçti. Edebiyat anlayışımın mayasında da bu var. Ne Esed’e ne de Baas rejimine en küçük bir yakınlık duymam mümkün. Buna karşılık Suriye “iç savaşı”nauluslararası müdahaleye tıpkı Libya’dakine olduğu üzere mesafeli durdum. Sezai Karakoç’un söylediği gibi bölge ülkeleri sınırların yüklediği önyargı ve hırsları bir kenara bırakarak bu sorunu birlikte çözsünler istedim. 

Bedelini Suriye halkının ödemeye devam ettiği “iç savaş” bir an önce bitsin diye yazmak suçmuş meğer! Sosyal medyada üzerime gelen birileri benzer bir ses tonuyla defalarca “Suriye’de bebekler ölüyor, hiç mi yüreğiniz sızlamıyor sizin?” diye soru yöneltebildiler bana. Vicdan müfettişleri üzgün yüreğin göstergesinin Esed rejimi karşısında ne yapacağına güven duyulamayacak NATO ile ittifaka ikna olmaktan geçtiğini düşünüyorlardı sanırım. Ya da Baas rejimi tarafından öldürülmüş insanların, özellikle de bebek cesetlerinin fotoğraflarını paylaşmak mıydı saf üzüntünün göstergesi? Dünyanın suskunluğundan yakınırken Müslümanların bir araya gelmelerine izin vermeyen bir parçalanma ve dağılmayı kışkırtan dil miydi yoksa samimi üzüntünün izahı?

Bir dönem elimde olmayan nedenlerle İran’da yaşadım, dolayısıyla İran yazıları yazdım diye Baas rejimine sempati duymadığımı açıklamamı beklediler. Ne yazık ki, başörtülü bir kadının eşinin uyruğundan bağımsız bir şekilde görüşlere sahip olacağına aralarındaki başörtülü kadınlar bile ihtimal vermedi. 

Madem merak ediyorlardı, daha eski yıllara uzanamasalar bile mevcut İran rejimi ve Suriye üzerine bu sitede yayımlanan eleştirel yazılarımı bulup okuyabilirlerdi. O zaman İran’ın Suriye politikasını kesinlikle onaylamadığımı da bileceklerdi, 2009 seçimlerinden sonra İran rejimini eleştiren yazılar yazdığım için Türkiye İslâmcılarının tepkilerine sebep olan yazılarımdan da haberdar olacaklardı.

2000 yılında İslâmiyat’ta yayımlanan “İran’da Siyah Yorgunluğu” başlıklı yazımda İran rejiminin baskıcı hantal yapısını eleştirdiğim için Türkiyeli –şimdilerde İran’dan nefret eden- kimi İslâmcılar tarafından davadan dönmekle suçlandığımı fark edeceklerdi. Duygudaşlığı mümkün kılan edebiyatla yakından değil uzaktan bile ilgili olsalardı, son öykü kitabımda yer alan “Lara/Larissa”nın 2009 seçimlerinin ardından oyları gasp edilmiş reformistlerin Tahran’daki yürüyüşlerinin polis gücüyle bastırılmasından ilhamla yazılmış bir öykü olduğunu da mutlaka bileceklerdi.

Korkutucu olan bu: Birileri tartışarak fikrî olgunluğa ulaşma, ihtilafın rahmetini ittifaka çevirecek söyleşiler gerçekleştirme, doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma inceliğiyle mümin kardeşini muhatap alma yerine kendi önyargısının konforu ve keyfiyeti adına yazılanı okumama, okutmama sebebi peşinde sanki. 

Yukarıda değindiğim tuhaf baskının arkası geldi. İsimsiz bir grup veya sadece tek kişi, bilemiyorum, “Müslümanlara” Suriye’de yaşanan “iç savaş”a bakışını onaylamadığı yazarları ve medya gruplarını okumama çağrısı yaptı. Aralarında benim gibi Baas rejimi lehine tek cümle sarf etmek bir yana dursun, bu rejimin Suriye halkının ve bölgenin çıkarına olmadığını dile getirmeye devam eden yazarlar da var. Kuşkusuz algı operasyonu bunu gerektiriyor. 

Oysa “3. Yol Bildirisi” imzasıyla bölge ülkeleri bir araya gelip kan dökülmesine engel olsun, demekten öte bir amaç gütmüş değilim. Kaldı ki varılan bu noktada bölge ülkeleri bu arayışa duyulan ihtiyacı dile getiriyorlar. Öte taraftan bu yazarların Esed’e ilişkin yaklaşımları boykotçuların sandığı veya oluşturmaya çalıştıkları  gibi  Baas rejimini ve zulmünü olumlayan bir anlama sahip olmaktan  oldukça uzak.

İnsaf yoksunu olmayı önemsemeyen birileri “Müslümanları” bir “savaş”ta süren can kaybı bir an önce dursun diye kaygılanan yazarı sanki o da Müslüman değilmiş gibi kitaplarını okumamaya çağırıyor! Allah’tan okur değil de söyleşi arkadaşlarım olarak gördüğüm insanlar sağduyulu, bu vesileyle bir kez daha gördüm. İlk gün gerçekten üzüldüm. Haksızlığı bu çağrıyı yapanlara nasıl açıklayacaksın. Zaten baştan hüküm vermişler.

İkinci gün dostlarımın varlığının verdiği güvenle mutlu oldum. Boykot çağrısı başladıktan sonra çok sayıda telefonla, sosyal medyada tweet ve mesajla desteklerini bildirdi dost ve arkadaşlarım.
Üçüncü gün düşüncelere daldım, ülke olarak ümmet olarak bu şekilde nereye varabiliriz diye... 

Ayrım yapmaksızın çoğu zaman da mesnetsiz bir biçimde “Ergenekoncu”, “İrancı”, “Esedçi”, “Paralelci” “Rüşvetçi” “Sünnici”… şeklindeki suçlamalar ayrık otu gibi kaplıyor gündemi. Söyleşi alanları günden güne daralıyor. Terk edilmesi gereken klişelerin düşünce ve siyasi dünyayı tahakküm altına alması önemli bir problem. Çok daha acil bir ihtiyaca karşılık gelen yapıcı yaklaşımlar ve eylemler üzerine kafa yormamız gerekiyor; Filistin, Suriye, Irak bizlerden bunu bekliyor. Hâlâ düşünmeye devam ediyor ve okumamayı bir hal çaresi sayan gençler için de kaygılanıyorum. Okumak, kendini bilme tecrübesinde aşamalar kat etmenin eşsiz yolu. Ancak “kendini bilen Rabb'ini bilir.”

Gençliğimde radikaldim, aslında bir olguyu aslına uygun bir şekilde kavrama ve inandığı değerleri hayata geçirme bağlamında titizlik gösterme konusunda hâlâ radikalim. İslamiyet’i yeniden öğrendiğim, yoğun olarak kaynak eserler okuyup kendimi geliştirmeye çalıştığım dönemlerde edindiğim farklı bilgiler nedeniyle etrafımdaki sıradan bulduğum Müslümanlara şaşırmalarına ve rahatsızlık duymalarına sebebiyet verecek uyarılarda bulunduğum olmuştur. 

Hakikate dokunduğumu, bunu kendi çabamla başardığımı bilmenin/sanmanın kıvancıyla fikriyatımın uzağında duran “gafil” kalabalıklara bildiklerimi, tecrübelerimi anlatmayı istedim, ama onların kötülüğünü, belaya duçar olmasını asla. 

Yaşayan, yaşatan bir kaynaktır din; seni öldürmeye geleni sende dirilmeye sevk eder. Bu nasıl olacak? İslam’ın karışıklık içinde bir dünyaya cevaplar sunabilmesi, vasat (mutedil) ümmet olan bizlerin umudu ve çabası olmasa nasıl mümkün olabilir? Tefrikaya ve hasete izin vermemek için de tanıma ve söyleşme kanallarını açık tutma, öğrenme yollarını güçlendirme ihtiyacı içindeyiz.

İçinde yaşadığımız coğrafyada kesinlikle büyük “oyunlar” oynanıyor ve bu oyunun kurucuları bizleri parçalayarak varlık enerjimizi telef etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Kanımız akarken canımızın yanmaması imkânsız. Oturup hep birlikte düşünmeliyiz. Bölgesel meseleler üzerine yürüttüğümüz analizler bir kez daha tartışılır hâle geldi. 

Yeni baştan düşünmeye mecburuz, daha esaslı bir şeyler yapmak gerek. Konjonktürel, pragmatik, hamasi ve kervanı yolda düzeltme eğilimindeyiz. Oysa Gazze her seferinde bir zulmün başka bir yüzünü sergilerken bizi yanılgılarımız konusunda yeniden düşünmeye çağırıyor.

Bu düşünme çağrısına lâyıkıyla uymak için elbette daha fazla ve çeşitli okumalar yapmalıyız. Okumaktan çok seyretmeyi seven, seyirciliğe alıştırılmış, dünyayı gazete manşetleri üzerinden algılamaya hazır insanlar sanki zaten çok kitap okuyormuş gibi onları okumamaya çağırmak bu ülkenin, halkının ve ümmetin hayrına değil. 

Aliya’nın sözlerini hatırlatıyorum: “Ben olsam Müslüman Doğu'daki bütün mekteplere eleştirel düşünme dersleri koyardım" diye yazıyor zindan notlarında.

Yazıyı hayat hakkında, hakikate ulaşmak üzere başlatılan bir söyleşi ve tartışma imkânı olarak görüyorum; hep öyle gördüm. Bu nedenle mimarlık yapmak yerine yazmayı yeğledim. Pişman olursun bir gün, demişti annem. Oldum mu? Hayır. Çünkü bu söyleşi ve tartışma iklimine hepimizin ihtiyacı var. Susturmaya, susma yönünde baskı mekanizmaları kurmaya değil, söylem üretecek bir okuma yazma seferberliğine muhtacız. 

Yazar boykotu beni kişisel kaygılarım nedeniyle düşündürmüyor. Okuduğum ve yazdığım onca kitaptan hatayı önce kendimde/kendi tarafımda aramayı öğrendim. Bu tür bir boykotu çözüm yolu saydıracak eğitim ve kültür politikalarına farkına varmadan katkıda bulunmuş olabilir miyim, diye sordum kendime. 

Boykot listesi hazırlayan gençlerle de belki bir gün yüz yüze gelip söyleşiriz. Eminim o gençler de benim kitaplarımı okumasalar bile ellerinde bulunan kitapları okumayı sürdürürken olay ve olgulara daha farklı bakmayı öğrenecek. İslâmî düşüncenin yüzde doksanı iyimserliktir ve ben de iflah olmaz bir iyimserim bu açıdan. Keşke daha fazla yazabilsek, daha çok ciddiye alabilsek okurluğu, yazarlığı…


Not: bu yazı  06 Ağustos 2014 Çarşamba günü Dünya Bülteni'nde yayınlanmıştır. Seçkin Deniz

Cihan Aktaş, 21.02.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 







Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015

Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/19820/kliseleri-ne-zaman-asacagiz

Seçkin Deniz Twitter Akışı