18 Haziran 2014 Çarşamba

SA723/ KY5-PT22: Kiziroğlu Mustafa Bey/ Roman- 3/3: Köroğlu’na Doğru

Kiziroğlu Mustafa Bey


-3-

Yemekler yenilmiş kahveler içilmiş sohbet meclisi kurulmuştu. Hüsam dayı gençliğine ait hatıralar anlatıyor, Şehrinaz’ın babası araya giriyor meclisteki diğerleri de onların anlattıklarına kahkahalar savuruyorlardı.

“Bunun anası Sultan’la” demişti Battal Ağa Şehrinaz’ı göstererek, “Komşuyuz, evlerimiz yan yana. Üç dört ev aşağıda biri var, ona meyilliyim. Çeşme başında onun yolunu gözlerim. Buluşur konuşuruz Sultan da bize gözcülük ediyor. Gel zaman git zaman babam at için beni taa Sivas’a yolladı. Bir aylık yol.. neyse efendime söyleyeyim gittim. Giderken bir şey yok aklımda. Dönerken Sultan aklıma mıh  gibi saplandı. Ulan aklıma Hamiyet düşse –bizim çeşme başındaki- anlayacağım.. ama komşu kızı gözlerimin önünden gitmiyor! Neyse döndük geldik. Aradan birkaç gün geçti. Hamiyet’i babası vermiyor. Babamla aralarında niza mı çıkmış her ne ise anam durup dururken “Hamiyet’i unut!” dedi. Unutulur mu? Hoş aklımda Sultan var.. ama işin içine inat girmiş. Hamiyetle anlaştık, kızı kaçıracağım. Gözcümüz de yine Sultan. Ağama söyleyeyim gittik kızı beklemeye koyulduk. Epey bekledik.. gelen yok giden yok. Sultan bana ‘Ağabeyi geç oldu beni evden merak ederler!” dedi. Ben de tersledim ‘Bir daha bana ağabeyi deme!” dedim. Sultan donup kaldı. Onun da meyli varmış. Hamiyet’le kaçacaktık Sultanla kaçtık o gece..”

Millet yerlere yatmıştı bu öyküye. Şehrinaz kendini toplayıp, “Bunu bize hiç anlatmamıştın Ağa!” dedi.
Battal Ağa, “Eh ne zaman böyle bir meclis kurmaya fırsatımız oldu ki!” diye cevapladı.

Geç olmuştu. Hüsam Dayı, “Misafirimiz yoldan geldi.. artık yatıp dinlensinler!” dedi.

Misafirler “Yorulmadık!” deseler de yorgunlukları her halinden belli oluyordu. Kızları küçük kulübeye götürdüler. Yer yatakları serilmiş, onları bekliyordu. Battal Ağa, Hüsam Dayı ile aynı kulübede kalacaklardı.
Herkes yerine çekildi. Hüsam Dayı misafirini yatırıp mağara önündeki ateşin etrafını çeviren gençlerin yanına geldi. “Bu gece bazılarına çok uzun gelecek!” diye geçirdi içinden gülerek,sonra gençlere katıldı.
Şehmuz, Kiziroğlu’na takılıyordu.

“Ben çimdik atmasam ateşin içine düşecekti yiğitler yiğidi Kizirağamız!”

Kiziroğlu, Şehmuz’un dizine kuvvetli bir yumruk atıp “Ya beyimize ne demeli.. kızın sorusunu beylikten duydular bizimkisi sağır..” diye karşılık verdi. Hüsam Dayı da bu eğlenceye katılıp “Susun ula.. ikiniz de bir halt değilmişsiniz.. helal olsun kızlara onlar sizden daha yiğit imişler!” dedi.

Şehmuz kendini biraz geri atıp, “Suç hep bizim değil ya.. ustalarımız büyüklerimiz bize çifte git çubuğa var, bağı bostanı sula, davarı otlat öküzü suvar kılıç üşür ok savurdan başka ne demiş ne öğretmişte şimdi kınıyorlar!” karşılığını verdi.

Hüsam Dayı avurtlarını şişirip şaka yollu öfkeyle, “Ula deyyus, karının koynuna nasıl girileceğini de mi büyükler öğretecek.. hadi oradan rezil!” deyip geri çekilen Şehmuz’un dizine bir yumruk attı. Şehmuz gülerek geri geri kaykıldı az kalsın sırt üstü düşecekti.

Tepenin oradan soluk soluğa gelen birinin çıkardığı gürültülere kulak kabarttılar. “Gecenin bir vakti hiç hayra işaret değil!” deyip ayaklandı. Ateşin başındaki sekiz genç te ayağa fırladı. Gelene doğru yürüdüler. Doğan’dı bu. Soluk soluğa kalmıştı.

Hüsam Dayı, “Ula yeğenim aşağıdan niye gelmedin atla.. yolu mu unuttun!” dedi.

Doğan nefesini toplayıp cevap verdi:

 “Gecikirim diye dayı.. babam çabuk var, dedi o yüzden!”

“Hayırdır acil olan nedir Doğan’ım?” diye sordu Kiziroğlu.

“Az soluklanayım da..” dedi Doğan yutkunarak. Hep birlikte ateşin etrafında toplaştılar. Doğan hemen söze girdi.

“Rıfat Bey, Köroğlu namında kiralık bir silahşoru buraya getirtmiş.”

Hüsam Dayı kuşkuylasordu:

“Sağlam mı bu haber! Sancaktan biri bir yere gitsin de haberimiz olmasın.. doğru mudur?”

Kiziroğlu:

“Dayı geçende sana anlatmıştım. Adamın biri böbürlenmişti hani.. o it buralara çokta uzaktan gelmiş olamaz. Demek ki Köroğlu’ da yakınlardaymış.” diye belirtti düşüncesini. “Beyin bibi oğlu geberince haber salmış güya. Pek de yaman bir silahşor imiş.. Turab bunları duymuş.”

“Turab’a duyurmak için oynadıkları bir oyun olmasın bu iblislerin?” dedi Şehmuz. Gürer, Şehmuz’a katıldı. Öyle güçlü kuvvetli bir silahşoru beyler bilsin de kendileri duymamış olsun..

Hüsam Dayı Gürer’e itiraz etti:

“O iblislerin kolları bizden uzun, bizden daha derinleri duyan kulakları vardır. Hoş güçlü kuvvetli olması bize tırıs gelir tırıs gider. Ben beyin bu kadar çaresizliğini anlayamadım.”

Kiziroğlu da dayısına itiraz etti:

“İyi dersin dayı.. doğru dersin de bey bu işe çaresizliğinden kalkışmamış anladığım kadarıyla onun gözü kestiğine göre bu işte var bir iş. Ne diye asker toplamasın da bir dağlıya gitsin! Demek ki adamda iş var!”

“Ne o beyimiz korktu mu? Öyle ya zaten bağı çözüldü dizlerinin!” diye kızdırdı Kiziroğlu’nu. Sıkıntıyla güldü.

Doğan:

“Kadı efendinin kulağına çarpmış bu Köroğlu. Rıfat’ın çağrısına uyduğunu duyunca şaşırdı. Bu işte bir iş var dedi.. Bolu Beyi denen zalime baş kaldıran biri ne diye başka bir zalimin davetine icabet etsin! diye düşüncesini belirtti.. artık karar sizin! Kiziroğlu istersen sancaktan birkaç arkadaş gidip bakalım neyin nesidir kimin fesidir?” diye sordu.

Kiziroğlu başını hayır anlamında salladı:

“Gerek yok Doğanım.. karşılayacak sorgulayacak biri varsa o da benim!” cevabını verdi.

Hüsam Dayı sesini yükseltip, “Hadi oradan çapulcular.. kimse bir yere kıpırdamıyor. Biz bekleyeceğiz.. buyursun gelsin bizi vuruşsun bizimle gerçekten çomarıysa Rıfat itinin. Değilse de misafir ederiz. Biz uğru muyuz ki gidip yol keselim? Bey kervanı mıdır ki vuralım? Siz çıldırdınız mı? Duyan ne der? Rıfat gibi itlerin dediği gibi eşkıya der millet te.. yolların eminliği bizden sorulurken!”

“İyi de dayı biz gidip adamın yolunu keselim demedik ki.. gözetleyelim.. gerçekten birileri bizim üzerimize mi gelmektedir yoksa kendi halinde geçip giden bir yolcu mudur? Bunu anlamaya çalışmanın neresi yanlış? Tedbir bu değil midir?” diye karşı çıktı Şehmuz.

Hüsam Dayı kaşlarını çattı:

“Bu kere müşavere yok! Bu kere büyüğünüz olarak emrediyorum. Emrinden kimse çıkmayacak! Doğan oğlum sen şimdi var bizim köye git. Elif yeğenimi Sultan Hanımı İmam Nuri’yi al gel. Yarın nikâhımız var.. hele bir nikâh kıyılsın.. Kadı Cemalettin’den haber bekleyelim. O da mahkeme işini haftaya hazır edeceğine kesin gözüyle bakıyor. Biz de o zamana kadar tetikte bekleriz. Başka söz istemiyorum!”

Doğan ayağa kalktı:

“O zaman ben gideyim!” dedi.

Hüsam Dayı, “Atlardan birini al orman tarafından git.. tepeyi bir daha aşma..” dedi.

“Baş üstüne dayı!” dedi Gürer de onunla birlikte atların durduğu dama gittiler. Gürer kendi atını verdi .“Karanlıkta yolu kaybetmezsin inşallah Doğan kardaş!” dedi. Doğan hayretini gizlemeden, “Aman Gürer kardaş ağzı süt kokan çocuk muyuz?” karşılığını verdi. Ata atladığı gibi ormanın içine daldı.

Gürer arkadaşlarının yanına döndüğünde herkesin başı önünde eğik derin düşüncelere dalmış buldu.

Kiziroğlu:

“Dayım doğru söyler.. biz uğru değiliz ki gelip geçenden kimlik soralım. Döğüşe gelene niye geldin demez kılıcımızın acı tadını tattırdığımız gibi hoş sohbete geleni de başımızın üstüne çıkarır bir acı kahvemizi esirgemeyiz! Hepinize Allah rahatlık versin!” deyip ayağa kalktı. Arkadaşlarına gülerek vedalaştı. Hepsi şaşırmıştı.

En çok da Hüsam Dayı şaşırmıştı. “Bu deli oğlanın aklından ne geçiyor?” diye düşünmeden edememişti. Herkesten iyi tanırdı, nasıl tanımasın ki elinde büyümüştü. En ufacık bir itiraz göstermeden kabul edişi hayra alamet değildi. Ayağa kalktı ateşin etrafını çeviren gençlere, “Gözünüzü dört açın.. korkarım bu oğlan yine bir delilik yapacak. Ben de gidiyorum yatmaya!” dedi Battal Ağa’yı misafir ettikleri kulübeye ağır adımlarla yürüdü.

Sabah Kom’da neşeli bir telaş vardı. Bu telaşa atlar bile katılmış, tatlı tatlı kişniyorlardı. Öğleye kalmaz köyden gelmesi beklenenler gelecekti. Davulsuz, zurnasız sazsız bir nikâh yapılacaktı. Nikâhta fazla kalabalık da olmayacaktı. On kişi kadar zaten komda vardı.  Beş altı kişi de köyden gelen olurdu. Hepi topu on beş yirmi kişi kadar ancak olurlardı. Oysa Kiziroğlu’nun aklında ne anlı-şanlı düğün yapmak vardı. Annesinin kanına girenler bu hayalini elinden almışlardı. Bunun da hesabı sorulacaktı. Anasının kırkı çıkmadan düğün yapsa şanı iki paralık olurdu. Nikâha çağrılmayan yarenleri bunu anlayışla karşılarlardı elbet. Yapacak fazla bir şey yoktu.

Öğleye kadar yirmi otuz kişiye yetecek kadar etli yemekler yapılmış, yayıklar yayılmıştı. Aysemave  Şehrinaz yayı yayarken görülmeye değerdi. Etraflarına gülücükler yağdırıyor atılan laflara laf yetiştiriyorlardı. Hüsam Dayı’nın gözü Kiziroğlu’nun üzerindeydi. Böylesine neşeli olmasında bile bir hile arıyor yine de bulamıyordu. 

İçi içini yiyor olmalıydı ama en ufacık bir işaret yoktu. “Aysema hepten değiştirmiş olmasın bizim bu haylazı!” diye geçirdi içinden. Yitirecek bir şeyleri olanların halet-i ruhiyesi hakim olmuş olabilir miydi? İnsan bu niye olmasın? “Dünyada inanmam.. bütün bu hali bir oyun.. aklında kesin üzerine gelen Köroğlu’ndadır.. kalıbımı basarım!” diye konuşuyordu kendi kendine Küheylanıyla oynaşan Kiziroğlu’nu kuşkulu bakışlarla izlerken.
Öğleye yakın Elif, Nuri İmam, Sultan Hanım ve Doğan çıka geldiler. Şehrinaz’ın öyle bir atıldı ki annesinin boynuna hemen herkesin gözleri yaşardı. Öğle yemekleri yendi İmam Nuri gençlerin nikâhını yapıp uzunca bir dua etti. Hüsam Dayının içi biraz biraz rahatlamıştı. “Kiziroğlu’nun günahını mı alıyorum acep!” diye sordu kendine cevabını bilemediği bir soruydu.

Gençleri kulübelerine gönderip kaldıkları yerden davulsuz zurnasız töreni sohbetle sürdürdüler. İmam Nuri yalnız döndü köye. Elif birkaç gün yengesiyle birlikte kalacak sonra da köye dönecekti.

Hüsam Dayı kimseye sezdirmeden mağaraya gitmiş, mağaranın en derin en kuytu yerinde sevinç gözyaşları dökmüştü. “Ah Bodur.. umarım cehennemde yerin ateş çukurlarının en berbatıdır.. nasıl kıydın gül yüzlü bacıma? Nasıl kıydın?” sevinç gözyaşları yerini matem yaşlarına bırakmıştı. Kız kardeşinin ölüm haberini aldığında derinden bir ah çekmişti o kadar. Bir damla yaş gelmemişti gözünden. Şimdi intikam alırcasına tıpkı sağanak yağmur gibi boşalıyordu yaşlar. “Gül bacım.. oğlunun mürüvvetini göremeden bırakıp gittin bizden.. aldılar bizden!” diye inliyordu.

Kiziroğlu Aysema’nın kırmızı duvağını açıp yüz görümlüğü olarak gümüş bir gerdanlık taktı. Aysema’nın yüzü al al olmuştu. Dün geceki cesareti kaybolmuştu. Kiziroğlu kızın eğik başını iki eli arasına alıp kaldırdı. Şimdi de Kiziroğlu çok rahattı. Aysema’yı kendine doğru çekip sarıldı. Bir süre sımsıkı birbirlerine sarılı olarak ayakta durdular.

Kiziroğlu yerden beş karış kurulu yatağa oturttu Aysema’yı. Ellerini eline alıp  “Ah Aysemam..” dedi “Beni bağışla.. anamın kırkı çıkmadan gerdek yatağına giremem.. seni yüzüstü bıraktığımı düşünme olur mu? Beni kınama!”

Başını utangaçlıkla yere eğdi. Aysema doğrulup cansız dizlerine düşen Kiziroğlu’nun ellerinin üzerine ellerini koyup şefkatle okşadı:

“O nasıl söz.. seni kınar mıyım gönlümün direği.. seni kınar mıyım.. ben o kadar görgüsüz müyüm.. şükür nikâhlın oldum ya.. yanında dizinin dibindeyim ya.. daha ne isterim!” karşılığını verdi.

Kiziroğlu yavaşça başını kaldırdı Aysema’nın güleç yüzüne şefkatle sevgiyle baktı. Bir birlerine sarılıp yatağa uzandılar.

Birkaç gün daha neşeyle geçti günler Kom’da. Günler geçtikçe herkes daha bir tetikteydi. Atlar kulaklarını dikip bir süre etrafı dinliyor sessizliği seçiyorlardı. Herkesin gözü tepelerde ovalarda ormanın derinliklerinde fıldır fıldır dönüyor kulaklar her sesin peşine düşüyordu. Herkes tedirgindi.  İçlerini sevince boğan Cemalettin Efendi’den aldıkları haberdi.

Bu Cuma huzurda mahkeme olacaktı. Herkes razı gelmişti. Köroğlu’ndan bir haber çıkmamıştı. Beş on günlük yolda olan birileri çoktan sancağa varmış olmalıydı. Sancağın sınırlarını bile geçerdi atını eşkin bir sürüşle süren.

Karar verilmişti, mahkeme günü tebdili kıyafet sancağa inilecek Rıfat’ın idamı seyredilecekti. Kadı Cemalettin Efendi idamın kesin olacağını bildirmişti. O zalimin boynuna yağlı ilmek geçirilirken orada olmamak olmazdı.

“Dayı..” demişti neşeyle Şehmuz, “Bayramlık esvaplarımızı giyip de mi gitsek sancağa!”

“Vallah iyi olur dayı!” diye zıplamıştı yerinde Gürer.

“Zevzeklenmeyin deliler.. tamam bizim için bayram.. ama unutmayın biz hala aranıyoruz.. dostlarımızı ne diye zorda bırakacakmışız?” karşılığını verdi Hüsam Dayı “Sen ne diyorsun Kiziroğlu öyle sus pus ne durursun!” diye sürdürdü konuşmasını.

“Valla yarenler doğru der demesine de.. senin dediğin yabana atılır cinsten değil.. kendimizi belli etmek dostlarımızı zorda bırakır!” dedi Kiziroğlu neşeyle.

“Tamam öyleyse.. tebdili kıyafet inilecek kimse kendini belli etmeyecek..” diyerek hazırlıklara başlama kararı aldılar.

Perşembe sabah erkenden Döngel Murat, Sarı Fuat’ın çiftliğine gidip Sarı Fuat’a susuz düzünde çamlığın orada pusu kurmasını pusuya kendi adamlarından da göndereceğini bildirdi.

“Subaşı Çopur da dört beş askerle sana katılacak. Daha fazlasına gerek yok.. hem huzurda emniyet için de adam gerek.. Rıfat Bey böyle dedi. Kiziroğlu ile Köroğlu’nun suyu ısındı.” dedi gülerek.

Sarı Fuat:

“İnşallah Murat Ağa inşallah.. kesin orada olacaklar mı?”

“Köroğlu şimdi orada.. hem de hanımı ile yalnız. Deli midir nedir.. tek başına çadır kurmuş. Bu haberi Kiziroğlu’na ulaştırdık mı gerisi çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecek.. aman sen adamların mukayyet ol.. kendilerini belli etmesinler..”

“Ağaç olur, ot olur, taş olur kendimizi belli etmeyiz. Demek onlar bir birini yedi mi kalanını da biz halledeceğiz he?”

“Valla Fuat Ağa artık gerisi size kalmış!”

“Yaklaşık elli adam ediyoruz.. yav onlar hepi topu iki kişi.. hem bir birleriyle de vuruşacaklar.. eh bize de armut piş ağzıma düş oluyor da!” deyip Döngel Murat’ın göğsüne hafif bir yumruk attı sevinçle.

Gülüştüler. Döngel Murat izin alıp çiftlikten ayrıldı. “Eh bu işte tamam!” dedi kendi kendine. Köroğlu oyuna gelmişti. Şimdi sıra Kiziroğlu’ndaydı. Ona nasıl haber ulaştıracaktı. Yalnız Kiziroğlu’na duyurmalıydı.. ama nasıl? Adamları duyarsa onu yalnız bırakmazlardı. Kendisine işittirilirse o da adamlarına duyurmazdı. Tek başına yürümek isterdi Köroğlu’nun üzerine. Köroğlu yalnız başına buralara gelmiş meydan okuyordu nasıl tutar da bunu adamlarına söylerdi ki? Yapmazdı yapamazdı. Bu kesindi de nasıl duyuracaktı? 

Aklına Çopur’un gölgesi dedikleri sülün Zeki geldi. Bu işi yapsa yapsa sülün yapardı. Atını dört nala kaldırıp hızla sürdü. Konağa varınca sülünü arattı. Acele konağa gelmesini istiyordu. Bunu kimse bilmeyecekti. Çopur bile.

Sülün büyük bir merakla Döngel Murat’ın konağına vardı. Murat hiç sözü uzatmadan adamın önüne iki kese altın koydu:

“Bunların içinde ellişer altın var yiğidim. Kesenin birini şimdi veriyorum. Kimseye sezdirmeden Kizir’e gideceksin. Kiziroğlu’nu bulacaksın nasıl bulursan bul.. bulacaksın ve onunla yalnız görüşeceksin. Benden haber getirdiğini bu haberi Kiziroğlu’yla yalnız kalınca vereceğim, diyeceksin sonra da susuz ormanının düzünde Köroğlu’nun çadır kurduğunu tek olduğunu kendisini beklediğini söyleyeceksin. Hepsi bu kadar. Dönüp gelince aha bu ikinci kese de senin! Yapabilir misin?”

Sülün gözlerini keselerden ayırmadan ağzını şapırdatarak “Hiç meraklanma ağam.. olmuş bil!” dedi.

“Kimse bilmeyecek.. kimse duymayacak.. çopur bile bilmeyecek anlatabildim mi?”

Gözlerini hızlı hızlı kırptı sülün.. “Ağam ben bile bilmiyorum!”

“İyi o zaman.. seğirt! Daha ne bekliyorsun!” sülün kesenin birini alıp koynuna soktu. Arkasına bakmadan konaktan ayrılıp kizire doğru yola çıktı. On yılda kazanamayacağı bir hazineye konmanın verdiği sevinçle kanatlanmıştı adeta.

Kiziroğlu kararını vermişti. İçinden geçenleri iyi saklamıştı. Ama gitmeden Aysema’ya anlatması gerektiğini düşünüyor, nasıl söyleyeceğini tasarlıyordu.

Henüz gün ışımadan yavaşça yatağından kalktı. Üzerini giyindi. Kılıcını kuşandı. Aysema’nın uyanık olduğunu biliyordu. Kadının sırtı kendisine dönüktü dönük olmasına ama her bir yaptığının farkındaydı. Yavaşça döndü. Ayın odaya vurduğu ışıkla görüyorlardı birbirlerini.

“Bana söylemeden mi gidecektin?” diye sordu Aysema ağlamaklı. Kiziroğlu yatağa yaklaştı. Yatağın baş ucuna ilişti. Kadının yanaklarında süzülen yaşları usulca sildi.

“Sana söylemeden gider miyim gözümün ışığı.. ağlamamalısın. Sen Kiziroğlu’nun karısısın.. ağlasan da gözyaşlarını kimse görmemeli.. ağla ama gözyaşların dışa taşmasın.. içinde bir çağlayan olsun.. gitmeliyim Aysemam.. dizimin feri, gözümün ışığı gitmeliyim. Ben dursam sen demelisin var git! Diye. Şimdi bana durmak yakışmaz Aysemam! Tek başına üzerime yürüyen bir ateş var gidip durdurmalıyım. Durursam dizinin dibinden ayrılmayı göze alamazsam yanında da olsam artık ben var olamam.. ister misin yanında canlı bir ceset olsun! İster misin başı önünde gezen biri kocan olsun.. sen yüreğim, sen aklım sen kılıcım, sen okum yayım olmalı ve bana bir an bile durma demelisin.. gitmez de kalırsam şu yatak bana mezar olur, akrep yuvası sırtlan ini olur.. şimdi de bana Aysema durayım mı? Canlı cenaze bir herifi ister misin? Utancından sus pus olmuş, kolu kanadı kırılmış bir adama erim der misin? Gitmezsem yanında kalan Kiziroğlu değildir Aysema.. gönül verdiğin, baba ocağını terk ettiğin kişi Kiziroğlu’dur, kalırsam bil ki Kiziroğlu ölmüştür!”

Kız hıçkırıklara boğulmuştu. Güçlükle, kesik kesik konuşmaya başladı:

“Senin okun, yayın, kılıcın aklın olayım da.. ağzın, dilin olmayayım mı.. ağzın olsam dilin olsam gitme derim.. gitme Kiziroğlu! Ama madem yüreğin olacağım.. git Kiziroğlu.. gidişin dönüş içindir bildim. Hadi durma.. durursan fikrimi değiştirir imdat! Diye bağırır komu ayağa kaldırırım.. hadi bir gölge gibi süzül..”

Kiziroğlu usulca kalktı oturduğu yerden. Sağ elini kızın simsiyah saçlarına uzattı. Dokunamadı. Dokunsa kulübeden çıkamayacağını anlamıştı. Ay bulutların arasına girdiğinde bir gölge gibi dışarı süzüldü. Küheylan kendisini bekliyordu. Zorlu bir cenk kendilerini bekliyordu. Atına binmeden ormanın içine sessiz adımlarla yürüdüler. Komdan epey uzaklaşınca atının sırtına atladı.

“Cengin en zor tarafını kolayca atlattık be Küheylan! Aysema yiğit mi yiğit biri imiş.. biz ne yiğit birine sevdalanmışız be Küheylan!” diye fısıldadı kulağına. Kanatlanmış bir kuş gibi uçtular.

Sülün Zeki, Değirmenci Yusuf’un değirmenine vardığında ikindi olmuştu. Değirmenci Yusuf’la biraz laflayıp ağzından Kiziroğlu’nun yerine ilişkin bir şeyler öğrenmeyi düşündü. Olacak bir iş olmadığını biliyordu. Yine de şansını denemek istemişti.

Yusuf ne rahmetli Macit’i ne Çopur’u ne de kendisini hazzederdi. Hatta kendilerinden biriyle karşılaştığında torbada yılan görmüş gibi olduğunu biliyordu. İhtiyar sundurmada oturmuş tespih çekiyordu. Yılışık yılışık selam verdi. İhtiyar duymazdan geldi. Attan inip-inmeme arasında bocalıyordu. İkinci kese gözü önünde belirince daha fazla düşünmeden hemen atladı atından..

“Hava da pek sıcak değil mi Yusuf Baba!” dedi selamını almadığını fark etmemişçesine.

“La havle vela kuvvete!” diye karşılık verdi Değirmenci. Sülün yaltaklanarak bir şey elde edemeyeceğini anlayıp tavrını değiştirmeye karar verdi.

“Ne o baba ne bağına mı saldırdık geçmişlerine mi sövdük.. selam verdik Allah’ın selamını almadın.. azıcık soluklanıp gideceğiz.. yaşından başından utan!” dedi.

Değirmenci başını iki yana sallayıp, “Bela mısın hemşerim.. çattık ya! var der kenarında soluklanacaksan soluklan.. öğütülecek buğday getirdiysen görüyorsun değirmeni çevirecek suyum yok.. hadi var git yoluna!” diye tersledi adamı.

Sülün gerisin geri atına atlayıp, “Vallaha yazık.. adam belledik te selam verdik. Allah suyunu almış yine de ders çıkaramamışsın..!” deyip imalı imalı baktı. Değirmenci dişlerini gıcırdattı. Sülünü alt edeceğine gözü kesse de aklı kesmiyordu. Oturduğu yerden kalkıp değirmenden içeri girdi.

 Sülün değirmenin üst tarafına yokuşa doğru atını sürdü. Söğüt ağaçlarını aşıp düzlüğe çıkınca beyaz bir ata binmiş bulunduğu tarafa eşkin gelen birini gördü “Ah bu Kiziroğlu olsa!” diye geçirdi içinden. At yaklaşınca gözlerine inanamadı. Kiziroğlu’ydu bu gelen!

“Gökte ararken yerde bulduk.. şükür!” diye mırıldandı. İkinci keseyi elinde tutmuşçasına sevince boğulmuştu. Kiziroğlu da kendisini görmüş atını yavaşlatmıştı.

“Sabah sabah nasibimize düşene bak!” dedi kendi kendine. Kılıcını eline alıp adamın üzerine doğru yürüdü.

Sülün kendini yere atıp diz çöktü:

 “Aman yiğidim bağışla.. elçilik için gelmiştim.. elçiye zeval olmaz!” diye yalvardı bağırarak.

Kiziroğlu adamın tepesine dikilip öfkeyle, “Seni gidi hınzır deyyus.. kimden elçi gelirsin!” sülün elleri dizinde yaltaklanarak “Kayın baban sana bir haber gönderdi.” dedi.

Kiziroğlu hamle yapar gibi yaptı dişlerini gıcırdatarak, “Bir daha o sırtlan için böyle dersen o pis kelleni alırım haberin olsun!” karşılık verdi.

“Ağam bağışla! Köroğlu namlı adam susuz’un orada ormanın kenarına çadır kurmuş.. yalnızmış! Bunu bildirmemi istedi benden..”

Kiziroğlu adamın suratına iğrenerek bakıyordu. Adamın gözleri fıldır fıldır dönüyor, dudaklarında sahte bir gülüşle karşılık veriyordu bu bakışlara.

“Var şimdi o pis bedenini götür buralardan.. kirletme buraları.. bir daha buralarda görürsem bu kere elçi melçi dinlemem koparırım o boynunu!” dedi atını dehleyip adamı dizleri üzerinde bıraktı.

Küheylanın ayakları sanki yere basmıyor uçuyordu. Ayaklarının altındaki bir karış otlar onun uçtuğu yöne doğru yatıyor peşi sıra sürükleniyorlardı sanki.

Köroğlu maiyeti ile Erzurum’dan dönmüş, Bolu’ya Çamlıbel’e giderken Kars kapısı yakınlarında otağını kurmuştu. Nigâr Hanım’da yanındaydı Köroğlu’nun.

Bir akşam üzeri Ayvaz, Köroğlu hanımı Nigâr çadırın önünde öteden beriden konuşurken en sevdiği arkadaşı Esebalı önüne kattığı iki adamla çıka geldi.

“Köroğlu bu iki Susuz Sancağından imişler.. seni arıyorlarmış! Sana söyleyecekleri varmış!”

Köroğlu iki adamı buyur edip yanında yer gösterdi karınlarını doyurup kahve ikram etti. “E.. ağalar söyleyin bakalım sizi buralara peşime düşüren nedir?” diye sordu.

Hem Musa hem Mirsat’ın hallerinde bir tuhaflık yoktu. Acıları gerçekti. Öç duyguları yapamadıkları zulme ilişkin değildi. Babalarının kanını sorarlardı. Madem beyler ağalar buna çare olamıyorlardı bir çare olanı bulmayı kendileri de istemişti. Bu isteklerinde samimiydiler. Başkalarının hesabı akıllarının ucundan bile geçmiyordu.

Musa Köroğlu’nun beylerden ağalardan hazzetmediğini öğrendiğinden babasının konumunu söylemedi:
“Babam elçi olarak o eşkıyaya gitti” dedi. “Eşkıya elçiliğini görmezden geldiği yetmiyormuş gibi vuruşarak ölmek isteyen babama bir kılıcı bile çok gördü!” diye bitirdi sözlerini.

Mirsat da durumu anlatıp babasına uğrular gibi habersizce saldırıldığını ağaların beylerin keselerini doldurmaktan öte bir dertleri olmadığı için de babasının kanının sorulmadığından yakındı. Köroğlu adamların sırtını sıvazlayıp yatacak çadır verdi. Cevabını sabah vereceğini söyleyip adamları yanından gönderdi.

Değirmenci, Ayvaz ve Esebali ile bu adamların anlattığı konu üzerinde konuşup fikirleşti Köroğlu.

Ayvaz:

“Beylerle ağalarla cenk eden biri ise bu anlatılanlarda bir hile olabilir..” diye belirtti düşüncesini. Demirci de aynı fikirdeydi. Hatta değirmenci Köroğlu’na izin verirse bu ikisini falakaya yatırıp hakikati öğrenebileceğini söyledi. Köroğlu, Değirmenci’nin bu sözlerine alınmış, alındığını da sezdirmişti. Esebali de hile olma ihtimalini kabul ediyordu. Hile olmasına hile olabilirdi. Ancak beylerle her cenk edenin, ağalarla her kavgaya tutuşanın derdinin hak adalet olmadığının bilinmesi gerektiğini de unutmamalıydılar. Bu konuda dördü de hem fikirdi. Nice uğru kendi adlarını kullanıp nice garibanın canını yakmışlardı.

“Peki ne yapmak gerek kardaşlarım? Bu adamların anlattıklarını kulak ardı edip yolumuza devam edebiliriz. Ya da konaklardan geçip dağları konak edinen beylerle savaşa gidebiliriz! Belki de yalandır, bize kurulmuş tuzaktır. Ama şu Mirsat denen adam her ne kadar eşkıyadır dese de ağzından mert yiğit biri olduğunu da kaçırmıştır. Hele atı.. atına güvenen bir eşkıya..” dedi, sustu.

Ayvaz gülerek, “Ağam sanki seni tarif etti ha!” dedi. Diğerleri de güldü bu söze. 

“Atına güvenen eşkıya!”

“Hakket öyle!” diye cevapladı Köroğlu. “Sanki kıratı anlattı.. evet dostlar hep beraber bu adamların sancağına doğru gitmeyi ben uygun bulmuyorum.. ben önden gideceğim. Tebdili kıyafet. Nigâr’ı da yanıma alırım.. çobanmış gibi. Kimseye sezdirmeden yalın ayaklılarla, yoksullarla görüşür gerçeği öğrenirim.. bunların dedikleri gibi ise bir namerdin daha defterini düreriz. Değilse bir acı kahvemizi ikram eder, ekşi ayranımızdan içirir Çamlıbel’e davet ederiz. Ben böyle düşünüyorum!” dedi.

Uzun tartışmalardan sonra Köroğlu’nun teklifini kabul ettiler. Kabul ettiler çünkü Köroğlu’nun inadından vazgeçirmenin imkânsız olduğunu biliyorlardı. Sabah adamları yolcu edip kendilerinin de peşi sıra geleceklerini söylediler.


<<Önceki               Sonraki>>


Puran Tilmiz, 18.06.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar





Seçkin Deniz Twitter Akışı