30 Nisan 2014 Çarşamba

SA657/KY1-CÇ59: Hira /Roman- 2/1

“Hira yolcusu da bunu anladı. Bunu bildi. Bunu sezdi. Heveslerini elinin tersi ile itti tıpkı Baba-oğul'un ittiği gibi. Tıpkı atası İbrahim gibi, tıpkı atası İsmail gibi yolunu kesenlerin heveslerini kursağında bırakmayı bilecekti.”

BÖLÜM İKİ
-1-
610 yılının bir Ağustos gecesiydi. Kırk yaşlarında bir adam Nurdağı’nın eteğinde durup soluklandı. Durup soluklanmayı seçti. Durup soluklanması gerekti. Nihayetinde O da yorulandı. Acıkandı. Üşüyendi. Ürperendi. Yorulmuştu. Oturup bir taşın üzerinde soluklandı. Oturup soluklanmayan, durup dinlenmeyen menzile varamazdı. Varmazdı. Durmayı unutan, soluklanmayı unutan bir atın koşarak çatlaması gibi o yolcu da durup dinlenmediğinde çatlardı. Menzile varamazdı. Durup dinlenmekten, soluk almaktan korkan değildi. Korkusu durup dinlenmeyi kendisine mekân etmekti. Öyle bir şey yapmayacağını bilendi O, korkusu yersizdi. Böyle bir korku hiç yer etmedi gönlüne, gönlünün derinliklerine. O duyduğu bir anlık bir ürpertiydi. Hafif bir rüzgârın bedeni yalaması gibi yaladı gitti gönlünü.

Durup dinlenmeyi kendine mekân yapacak değildi. Önünde aşılmaz duvarlar, aşılmaz dağlar, aşılmaz yollar yoktu. Çün kendisi kendisinde engel değildi. Kendisi kendisine çelme takan değildi. Soluklanıp, yeniden güçlenip dağa tırmanacaktı. 

Bir gönül eri, gönül ereni “bir dağ ne kadar ulu olsa bir kenarı yol olur” demişti. Aşılmaz dağlar, aşılmaz yollar, aşılmaz nenler yok demişti. Yok diyordu. Öyleydi. Aşılmaz bir nen varsa, kişi aşılmaz diyorsa eğer, kendisi kendisine engel olmuştur, bu yüzden aşılmaz demiştir, aşılmaz yargısında bulunmuştur. Kendi yolunu kesen bir harami olmuştur kendisine. Kendisi kendisine engeldir. Kendisi kendisini kilitlemiştir kendisinde. Kendisini kendisine zindan etmiştir. Kendisi kendisinin mahpusudur. Kendisi kendisinin gardiyanı olmuştur. Kendisi kendisine yol vermezdir.

Durup dinlenmeyi kendisine mekân yapan, daha uzaklara yürümek için yola çıkışını, çıktığını unutan, nefesinin yetmezliğini gerekçe kılan kendisine yapmıştır.  Hiçbir gerekçe durup soluklanmayı mekân kılmayı aklayamaz. Nefesi yetmiyor ise o yetmezlikte kendisi vardır.  Kendisi olduğundandır.

Gözlerinden yüzüne doğru akan terini sildi serpuşuyla. Derin bir nefes aldı. Olması gereken yere baktı. Ay ışığında görebiliyordu sanki. Ne kadar da uzaktı. Hep bu kadar uzak mıydı Hira? Her gelişinde böyle mi oluyordu? Her gelişinde durup dinleniyor muydu böyle? Bu dinleniş de bir ilk değil miydi?

Başını dağdan alıp geldiği yöne baktı. Tek tük sarı ışığın süzüldüğü kente baktı. Ne kadar yakındı. Bir adımlık bir mesafeydi adeta. Pervane olsa o ışıklara koşardı bu yakınlık sanısından ötürü. Kentte bile uzakken bu yakınlık sanısı nereden gelip yer etmişti içine? Eteğinde oturduğu dağ ne kadar uzaktı. Kent ne kadar yakındı böyle.

Kente mi yönelseydi? Soluk ışıklara doğru koşsa mıydı? Buraya kadar mıydı? Bir pervane olmayı mı seçecekti? Durup dinlenmesi pervane olmak için miydi? İnsan olmaya doğru çıkılan bir yolculuk pervane oluşla son mu bulacaktı?

Serpuşunu yelpaze gibi salladı serinlemek için. Geri dönüş yoktu. Dizlerinde güç toplayıp dağa tırmanacaktı. İnsan olmak için çıkılan yolda son aşamaydı Hira. Hira'da insanlığı tamamlanacaktı. İnsanlığı tamamlayacaktı. İnsan doğulmadığı insan olunduğu gerçeğine ulaşan biri olarak bu son etabı da koşacaktı. Durup dinlenmesi, güç toplaması, ciğerlerine uzun uzun temiz havayı çekmesi bundandı.

Hira ne kadar uzaktı! Kent ne kadar yakındı! İnsan olmayı seçen olmasa yakın olana koşardı. Uzağı yakın edecek olan o bir adımı atmazdı. Atamazdı. O adımı atacaktı. Atmalıydı. Kendisi için, ailesi için, soluk alan her şey için o adımı atmalıydı. Atacaktı. İnsan olmak için yola çıkmıştı bir kere.

Dönmek olmazdı. İnsan doğanlara insan olmanın yolunu kolaycacık bulsunlar için uzak olana doğru atacaktı adımını. Pervane olmayı seçmeyecekti. Şairlerin güzellemeleri O'nu yolundan alıkoyamayacaktı. Pervane mum albenisine kapılmayacaktı. Belki de bu son engeldi.

Soluk ışıklar ne kadar da çekici gelmişti böyle! Ne davetkârdılar öyle! Gözünde ne kadar uzamıştı Hira'ya giden yol. Oysa daha önceleri nasıl da bir anda bulurdu kendini orada. Göz açık kapayıncaya kadar geçen bir süre olurdu sanki. Yok, böyle değil miydi? Bir sanı mıydı? Hiç durup dinlendiği olmamış mıydı?

Olmuştu elbet. Terini silip soluklanmıştı elbet. Durup derin bir nefes çekip soluklanmıştı elbet. Ama hiç böyle olmamıştı. Böylesini hatırlamıyordu. Hira hiç bu kadar uzak, soluk ışıklarını peşi sıra salan kent hiç bu kadar yakın görünmemişti. Çıkıvermişti göz açıp kapayıncaya kadar. Hiç böylesi olmamıştı, hiç böylesini yaşamamıştı.

Hiçbir yorgunluk hissetmeden, hiçbir bungunluk yer etmeden, hiçbir bahane gelip ilişmeden, hiçbir çekiciliğin çekiciliğine aldırmadan, hiçbir çeldiricinin çelmesine takılmadan, hiçbir büyünün, büyücünün tılsımını umursamadan, hiç bir aynanın sırrına sarılmadan, hiçbir kâhinin sözlerine aldırmadan, hiçbir yol kesenin pazu gücünden korkmadan atmıştı adımını ve varmıştı Hira'ya.

Ya şimdi? Bu an başka bir andı. Bu tırmanış başka bir tırmanış olacaktı. Tırmanışı elbet farklı olacaktı, bu yürüyüş başka bir yürüyüş olmuştu çünkü. Hiç duymadığı sesler çıkmıştı yoluna. Yolunun üstüne oturmuştu hiç görmediği nice eciş-bücüş yaratıklar. Hiç bilmediği nice karamuklar sarmaş dolaş olmuştu yılanlarla çiyanlarla yolunun üzerinde. Yorgunluğunu süsleyip püsleyip saldırmıştı her bir yol kesen. Yorgunluktan medet umuyorlardı. Bir yorgunluk kalmıştı sığınakları.

Bunu anladı Hira'nın yolcusu. Gülümsedi. Serpuşuyla sildi terini yeniden. Kente arkasını döndü, Hira'ya doğru tırmanmaya başladı emin    adımlarla. Yol kesenlerin canhıraş feryatları sinek vızıltısıydı adeta. Korkutmaları bir çocuğun dil çıkartması kadar bile bir anlamdan uzaktı. Kentin peşi sıra saldığı soluk ışıklar suda yansıyan ay ışığı kadar bile değildi. İbrahim'in yürüyüşünü de durdurmak istemişti bu eciş-bücüş yaratıklar. Bu cehennem kaçkını zebaniler. Bu zehir soluyanlar, kan şöleni, kan töreni  tutkunu bu sefihler İbrahim'in o kutlu yürüyüşünü de sekteye uğratmak için koyulmuşlardı yola.

Türlü hileler, türlü desiseler icat etmişlerdi. Türlü duygular, türlü bilmeceler ekmişlerdi yolları üstüne baba-oğul'un. Onurlarına ilişmeye kalkışmışlardı. Sadakatlerine yaltaklanmışlardı. Merhameti sulandırmaya meyletmişlerdi, kalp sevda icat edip öyle durdurmayı ummuşlardı.

Babaya oğul sevgisinden dem vurmuşlardı, oğula yaşlılığın insanı nasıl bitap düşürdüğünü anlatmaya çalışmışlardı.  Kâh İbrahim'e yanaşmışlardı kâh İsmail'e. Kâh İsmail'den umutlanmışlardı, kâh İbrahim'den. Kâh İsmail beslemişti umutlarını heveslerini, kâh İbrahim. Kâh İbrahim'in kuşkusuna yanaşmışlardı, kâh İsmail'in bilinmezlik korkusuna. Ve fakat o kutlu yürüyüşe engel olamamışlardı.

Olamazlardı. Her bir gerekçeleri salt hevesti. Heves insan doğulduğunu sananların kafesiydi. İnsan olmanın uzun bir yolculuk olduğunu bilenler sezenler heveslerin peşinden koşan değildi. Hevesleri peşlerinden koşturanlardı. Hira yolcusu da bunu anladı. Bunu bildi. Bunu sezdi. Heveslerini elinin tersi ile itti tıpkı Baba-oğul'un ittiği gibi. Tıpkı atası İbrahim gibi, tıpkı atası İsmail gibi yolunu kesenlerin heveslerini kursağında bırakmayı bilecekti. Yorgunluğa boyun eğmeyecekti. Yorgunluk yolunu kesemeyecekti.

Azimle kalktı oturduğu yerden. Azmi yıkamıştı yorgunluğunu kendine gelsin için. Bir daha yol kesenlerle elbirliği etmesin için uyarmıştı yorgunluğu azim. Azim sebat tırmanıyorlardı el ele. Yorgunluk utanmıştı bu silkinişle. Hayıflanmıştı bile. Kentin soluk ışıklarına sırtını döndü Hira'ya doğru tırmanmaya başladı. Elini uzatsa eli değecekti mağaranın duvarlarına. Öylesine yakındı artık Hira.

<<Önceki                Sonraki>>


Cemal Çalık, 30.04.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Hira





Seçkin Deniz Twitter Akışı