17 Şubat 2014 Pazartesi

SA558/SD100: 2009'dan Bir 21. Yüzyıl Analizi: "Barack Hussein Obama Neden Türkiye’de?"

“Bu analiz, 21.Yüzyıl Dünyası'nın kalın ayrıntılarının fotoğrafını çekmek için yapılmıştır.”


Dünya, 2008 Krizinden doğacak polifather (çok babalı) çocuğa ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ adını takacak mı? Dünya’da neler oluyor? Bugün yerkürede yaşayan her insan, yer kürede yaşananlar hakkında, yetmiş yıl önce yaşayan herhangi bir insanın kendi döneminde bildiğinden daha fazla şey biliyor. Ancak bildikleri, bilmediklerini içeren gelecek için onu daha çok endişelendiriyor.


Hepimiz, Dünya’nın bütün insanları, büyük bir tedirginlik içinde sıkışan, alışageldikleri güç gösterilerini sergileyemeyen büyük Devletlerin- bu devletler kendi devletlerimiz olsalar bile- başımıza açacakları belalardan kaygı duyuyoruz. Türkiye’de yaşayan bizler, Dünya’nın ekonomik krizle tetiklenen büyük kaos’unu derinden hissetmesek de büyük çatışmaların bizleri etkilememesinin mümkün olmadığını biliyoruz. Ve bundan sonra neler olacağını bilmek istiyoruz.


Çünkü; yüzlerce yıldır ilk kez egemenliğinin farkına varan bir devletin vatandaşları olarak bunun tadını çıkarmak istiyoruz. Ülkemizin çok hâzin bir hikâyesi var. Ama şimdi o yeniden tarih yazmanın eşiğinde. Gün geçtikçe de büyüyor. Bu olumlu havayı teneffüs eden Türkiye, doğal olarak tedirgin. Kaygılara rağmen cesur adımlar atılmaya devam ederken, Türkiye’nin insanları geleceği -yeni alışkanlıklarla- daha fazla öğrenme ihtiyacı duyuyorlar.

Türkiye yaklaşık üç yüz yıldır alışageldiği istikrarsızlık döngüsünden kurtulup, neredeyse bir mit hâline gelen kişiliksizliğini hızla terk ederken, karakteristik yeni özellikler edinmekte de hızlı davranıyor. Savunma refleksleri gelişmiş küçük ve güçsüz bir devlet olmaktan çıkıp çevresine ve Dünya’ya duyarlı bir devlet olmanın gerekleri nispetince konum ve tutum serbestisi kazanmış olmanın olumlu örneklerini birer birer sergiliyor.


Türkiye uzun süren istikrarsızlık dönemlerine veda ederken, bu mutlu gerçekleşmeleri kuşkusuz kendi halkına borçlu olduğunu da biliyordu. Dünya’nın egemen güçlerinin yaşadığı güç kaybının da bu veda’da etkisi büyüktü. ABD, AB, Rusya, Japonya gibi hegemonya organellerinde aşağı yönlü zaaf helezonundan kaynaklanan içe kapanmalar, Türkiye’yi olumlu etkiledi. Türkiye’de bir süredir yaşanan içsel tepkimeler daralan global çerçeveyi zorladı ve esnetti. Özellikle ihracat endekslerine iliştirilen ekonomik istikrar iç siyasi istikrarla birleşerek Türkiye’ye büyük bir güç kazandırdı. Ve küresel gelişmeler, aşırı yoğun hareketlenmenin ürettiği ivmenin süregiden zamanda artmasını sağladı.


Neler mi oluyordu? Sosyal, siyâsî ve ekonomik kulvarlar da yaşadığı rakipsizlik ve jeopolitik konumunun getirdiği keskin güç Türkiye’yi üç yüzyıllık alacakaranlıktan kurtarıyordu. Dört buçuk milyar yıllık yaşlı kürede artık yeni bir dönem vardı ve yeni bir dil gerekiyordu. Egemenlik dilini yitirmiş olan bir devlet, kendi yönetim damarlarına bulaşmış kirli kandan ve ruhuna sinmiş olan alçaklık komplekslerinden kolay kurtulmamıştı.


1 Mart 2003’le başlayan ve 29 Ocak 2009 Davos Başkaldırısı’yla tamamlanan bir süreci başlatmak ve yönetmek, Türkiye’nin büyük bir devlet kimliğini kazanması sürecini başlatmak ve sürdürmek demek oldu. Bu büyük bir genetik arınma süreciydi. 1 Mart 2003 tarihi Türk Ordusu’nun ve Türk Siyâseti’nin sırtındaki Amerikan yükünden kurtulması sürecinin başlangıcı, 29 Ocak 2009 tarihi ise Türk Devleti’nin kılcal damarlarına yerleşen kirli diplomatik genin ayıklanması sürecinin sonu oldu. Savunma refleksleriyle pişirilerek aşağılık kompleksine bulanmış uydu devlet dili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Monşerler’ aşağılamasıyla tarihe gömülüyor ve egemen bir devlet diline doğru global kavramlar üretiliyordu.


Türkiye’nin yaşadığı altı yıllık yukarı yönlü çok boyutlu gelişme bugün Dünya gerilerken türünün tek örneği bir devlet olarak ayakta kalmasını gerektirmişti. Ancak bu yeterli değildi ve Türkiye kendi geleceğine yol almaya devam ediyordu. Bu yolculuk Türkiye’de yaşayan her insanı rahatlatan bir karaktere sahip olduğu kadar, aynı zamanda ürküten birçok belirsizliği de içinde barındırıyordu.


Dünya’nın ABD merkezli ekonomik krizle sarsılıp dizlerinin üstüne çöktüğü bu yeni durumdan sonra neler olacaktı? Dünya bundan sonra nasıl bir gelecek hazırlayacaktı kendisine? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Herkes merak ediyordu. Belirsizliklerin getirdiği Birinci Dünya Savaşı’nın kirli bezleriyle uğraşırken 1929 Ekonomik bunalımın yaşattığı sersemlikle birdenbire kendisini İkinci Dünya Savaşı’yla karşı karşıya bulduktan sonra Dünya, 2008 Krizinden doğacak polifather (çok babalı) çocuğa Üçüncü Dünya Savaşı adını takacak mıydı? Bu çocuk kimin çocuğu olacaktı? Ölmek üzere olan kapitalizmin yerkürenin rahmine bıraktığı kirli döl nasıl bir gelecek tasavvuru içinde gelişip doğacaktı? Bu sorulara doğru cevaplar bulabilmek için I. Körfez Savaşı (1991) ve sonrası ABD, AB ve Rusyası'nı iyi analiz etmek gerekiyor.


Amerika Birleşik Devletleri, SSCB’nin dağıldığı 1989’dan bu yana sistemik bozulmalar, lüks ve sınırsız tüketim, bütçe açıkları ve ahlâkî çöküntü gibi temel parametrelere göre hızla gerilerken, enerjideki dışa bağımlılığı kontrol etmek ve yönetmekle sorunlarının bütçe kısmını çözebileceğini, dolayısıyla da gerilemeyi durdurabileceğini hesaplıyordu. ABD’yi dünya’da hızla itibar kaybetmeye sürükleyen süreç SSCB yıkıldığında başladı. Verilen yanlış kararlar ABD’nin sonunu hazırlayacaktı.


ABD, 20. Yüzyılın ortalarından sonlarına doğru Kore’de, Vietnam’da, Kamboçya’da sergilediği sert karakteristik unsurları daha da kuvvetlendirerek saldırganlaşmayı tercih etti. İsrail etkisiyle bu saldırganlığa uygun politikalar üretti. Baskı altında tuttuğu Müslüman Ülkelere karşı fiili güç kullanmak gerektiğini iddia etti. Her zaman yaptığı gibi kaos ortamı oluşturmak ve müdahale etmek için maşalar kullandı. Irak’ı Kuveyt’e saldırtarak (Bakınız; ‘Şeytan’a Son’,adlı Richard Perle-David Frumm imzalı kitapta Neo-con saldırganların fikir babalarından Perle, Saddam’ı Kuveyt’e saldırmak için cesaretlendiren ABD’li diplomata bunu gizli saklı yapmadığı için ateş püskürüyor. Seçkin Deniz) Ortadoğu’ya petrolün merkezine konuşlanmanın altyapısını hazırladı.


Hemen ardından kendisini tehdit altında hisseden Körfez Ülkeleri’nin ve Suudi Arabistan’ın davetiyle yerkürenin kanaması eksilmeyen bölgesine tüm silahlı güçleriyle girerek yerleşti (1991). Arabistan yarımadasının çölleri uzak ülke ABD’nin askerleriyle doldu ve Irak lideri Saddam Hüseyin geri püskürtüldü. ABD’nin son teknoloji silahlarını deneme fırsatı bulduğu bu savaş, eğer SSCB yıkılmasaydı mini bir Dünya Savaşı’na dönüşecek kadar büyük bir çıkar savaşıydı. Fakat hem NATO hem de ABD rakipsizdi.


ABD’nin bu rahatlığı kendi kötü sonunu hazırlayacaktı, ama o gün hiçbir ABD’li teorisyen bunu öngöremedi. Savaşla canlanan silah sanayiinin ve petrol akışının kontrolünün yeteceğini, bu iki küresel eylemin ekonomik gerilemeyi durdurabileceklerini sandılar. O sıcak ve özgür dönemde Müttefik Devletler Irak Lideri’ni devirerek Irak’a demokrasi (!) getirebilecekleri halde bunu akıllarına dahi getirmediler.


2003 Irak İşgâli’nde Başkan Bush’un söylediği yalanlarla birlikte demokrasi masalı da petrol için yapılan savaşı maskelemeye yetmedi. Amerika ve müttefikleri iki milyondan fazla Iraklı’nın ölümüne rağmen kendi ekonomilerine yetecek kadar kan desteği sağlayamadı. 2008’deki krizin tetiklenmesi emlak piyasasındaki çarpık finansal yapılaşmaya bağlandı. Ama yaşlı küre binlerce yıllık tecrübesine dayanarak buna inanmadı.


Bush, yeni seçilen Obama’ya başkanlığı devretmeden önce, “iki dönemlik başkanlık macerasının böyle bir krizle sona ermesinin kendisini üzdüğünü” söylerken, “bunun kendi döneminin ürettiği bir sonuç olmadığını, her şeyin dokuz yıl önceden kaynaklanan sebeplere bağlı olduğunu” da sözlerine ekliyordu. Bu onun için bütün yalanlarının ve politikalarının yüzsüzce bir itirâfı olmuştu. Amerika, kendi ekonomik çıkarları için Irak’a saldırdığını en yüksek ağzıyla ve açıkça ilân ediyordu. Ama bu alçakça saldırıdan kazanılanlar Amerika’yı kurtarmaya yetmemişti.


O ünlü Neo-con teorisyenlerin düşündüklerinin aksine Amerika’nın problemi ekonomik değil, ahlâkî idi. Amerika, ahlaksızlığın en aşağılık caddelerinde şişkin bir kibirle erdem pazarlıyordu; insan kanı üzerinden beş yıldızlı hayat sürmenin yollarını arıyordu ve insanlığın özgürleşmesinin önündeki en büyük engeldi.


Askerlerini 2012’ye kadar Irak’tan çekeceğini ilan ederken Irak sayfasının kapandığını düşünen Amerika yine yanılıyordu. Bu sayfa sonsuza kadar kapanmayacaktı ve Amerika içten içe kanamaya devam edecekti. Yüz elli-iki yüz bin askeriyle Irak’ı kana bulayan Amerikan Ordusu, öldürülen insanların ruhları tarafından lanetlenmişti.


Vietnam’ın Amerika’nın ahlâkî çöküş sürecine yaptığı travmatik katkının çok daha fazlasını Irak yaptı. Ahlâkî çöküntünün dip yaptığı yer Irak oldu. Roketlerle yıkılan minâreler, Amerikalı askerlerin vahşi zafer çığlıklarına sessiz kalır göründüler, ama Amerikalı askerler evlerine döndüklerinde yaşayacakları kâbusların tam ortasında onların ruhlarına birer roket mermisi gibi dalacaklardı.


Ve Amerika kapitalizminin en büyük elçisi Hollywood psikolojik dengelerini yitirmiş, paranoyaklaşan yüz binlerce Amerikan askerinin prototiplerini filmlere taşıdılar. Amerika kendi ahlâkî çöküşüne kendi çocuklarını da kurban vermekten neredeyse onur duyuyordu. Vahşetle övünmeyi vatanseverlik sananlar ile vahşeti aşağılayanlar filmlerle birbirlerine bağırıp çağırdılar. Sağduyulu Amerikalılar, Iraklıların acılarını derinden hissettiler, tabutları saklanan askerlerin sahipleri yıllarca Amerika’nın saldırgan politikalarını protesto ettiler. Ne yazık ki; bu hiçbir işe yaramadı.


Savaşçı/kan dökücü Neo-con politikaların uygulanması ekonomik çöküşün hızlanmasını engelleyemedi; Amerikalılar Irak’tan çekilmek zorunda olduklarını, ekonomilerinin bu yükü kaldıramayacağını anladılar. Binlerce yıldır tekrarlanan şey tekrarlanacaktı ve bu engellenemezdi; Amerika çökecekti; çöküyordu. Neo-con sinsi hamlelerin hepsi ters tepmişti.


Sudan’da, Somali’de, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da, Güney Amerika Ülkelerinde, Gürcistan’da, Irak’ta, İran’da, Kuzey Kore’de, Suriye’de ve Türkiye’de Neo-con saldırganların tüm planları altüst olmuştu ve hiçbir şey istedikleri gibi gitmiyordu. Kriz finans sektöründe patlak verince-aslında krizi engellemek için çok şey yapmışlardı- domino taşları gibi tüm büyük kapitalist sömürgeci finansal kurumlar ve bankalar neredeyse bir hafta içinde yok oldular.


Ekonomik kriz ve Irak sendromu gibi büyük nedenlerle Amerikalılar büyük bir bunalım içindeler. İşte şimdi bu bunalım Amerika’yı iki seçenekli bir geleceğe sürüklüyor; Amerika ya Bush’un politikalarını sürdürecek ya da tam tersi bir onarım sürecine girerek kendisini küresel ekonomiye yeniden entegre edecek olan mütevâzî adımları atmaya râzı olacak.


Bush’un politikalarının kolayca terk edilmesi Amerika gibi bir devin yaşam arka planına aykırıdır; bu politikalar tamamen terk edilemeyecektir. Terk edilemeyeceği için de Dünya bu politikalar yüzünden Üçüncü Bir Dünya Savaşı’na doğru hızla sürüklenebilecektir. Amerika bu riski göze alabilecek bir ahlâkî dip noktayı defalarca aşabilmiş olmayı genetik bir özelliğe dönüştürmüş olduğu için bu seçenek uzakta tutulabilecek bir seçenek değildir. İkinci seçenekte liderlik iddiasından vazgeçmiş Dünya ile uyumlu bir Amerika ortaya çıkacaktır. Bu seçeneğin tercih edilmesi Amerikan kültürünü yükselen bir değer olmaktan çıkaracak, Amerikalıları alışkın oldukları kibirden ve hayat standardından uzakta tutacak ve sonrasında bir Amerikan iç savaşına doğru gelişen aşağı yönlü olgular ve olaylar zincirini başlatacaktır.


Amerika yeni seçilmiş Başkanı’na rağmen karanlık geleceğinden kurtulamayacağının farkında ve bu geleceği mümkün olduğu kadar ötelemeyi başarmak istiyor. Obama iki seçenekten hangisini tercih edebileceğini ölçüyor. Her iki seçeneği aynı anda uygulamasının imkânsız olduğunu bildiği için, yapabileceği en iyi planlamayla ikinci seçeneği uygulanabilir bir forma dönüştürmeye çalışıyor.


İlk seçeneğin barındırdığı savaş ihtimali, savaşı kazanan tarafta olsa bile Amerika’yı ayakta tutamayacak; ikinci seçeneğin her tarafına sinen barış ise, sömürü ve soygun geleneğine alışkın olan Amerika’nın alışkanlıklarını değiştireceği, düşük standartlı bir hayat seçeneği sağlayacağı için de çöküşünü hızlandıracak.


Başkan Obama eliyle Dünya’ya verilen mesaj, ikinci seçeneğin ayrıntılarıyla süslenmiş görünüyor; Rusya ile ortak füze kalkanı projesi, İran ile Türkiye aracılığıyla diyalog süreci, Irak’tan çekilmenin hızlanması, Somali ve Sudan’daki gelişmelere karşı birinci elden tepki verilmemesi gibi. Bütün bunlara rağmen birinci seçenekle ilgili derin planlar da işlemeye devam ediyor. Amerika yüksek maliyetli günümüz savaş düzeneklerini değiştiriyor. İnsansız savaş teknolojisi ile ilgili çalışmalarını hızlandırıyor. Amerika’nın yeni teknolojisi üç temel araca sahip olacak; Uydular, insansız hava saldırı uçakları ve ABD’den yer kontrolü. Houston’da bürosunda oturan bir görevli oturduğu yerden bir düğmeye basarak kusursuz bir şekilde tespit edilen hedefi insansız hava saldırı aracıyla vurabilecek.


Görünen gelişmelere göre Amerika ‘vuruşarak çekilmeyi ve gücünü muhafaza etmeyi’ planlıyor. Fakat, büyük Amerikan ekonomisinin trilyonlarca dolarlık finansman ihtiyacı sürüyor. Kamulaştırma ya da sübvansiyon gibi seçeneklerle kurtarılamayan finans sektörlerinin çöküşleri sonrası yıkım reel sektörü etkilemeye başladı. Küresel ekonomik büyüklükleri Türkiye’nin bütçesiyle kıyaslanan dev şirketler, gerçekte eskiyen ve bundan dolayı pahalı hale gelen teknolojilerin ömrünün sona ermesi adına çöküşe terk edildiler (General Motors vb). Amerikan kapitalizmi dev sembollerinin batışına izin veren yeni ABD yönetiminin tercihlerini öğrenmeye başlamıştı.


Amerikan Doları, Amerikalı şirketlerin yayıldıkları ülkelerden çekilmeleriyle yerel para birimlerine karşı değer kazanırken, mübadele aracı olmaktan da uzaklaşıyordu. Doların evine dönüşü, siyasetten ekonomiye, darbelerden teröre, teknolojiden felsefeye kadar tüm gizli açık, resmi özel kurumlarıyla Amerika’nın büzüşmesi anlamına geliyordu.


Tercih ettiği ikinci seçenekte iç savaşı görmekten korkan Amerikan yönetimi, bireysel ve sosyal politikalara önem veriyor, krizden aşırı bir şekilde etkilenen Amerikan vatandaşlarına kolaylıklar sağlamaya çalışıyor. Amerikan toplumu Irak Savaşları ve terör manipülasyonlarıyla gerilen sinirleri ve tahrip edilen ruhsal dengesi için büyük ölçekli rehabilitasyona ihtiyaç duyuyor. Bunu başaramadığında eyaletlerin bağımsız davranmalarına alışması gerektiğinin de farkında. 


Amerika şu anda hasta, ağır hasta, ama vakarını korumak için çaba göstermeye devam edecek. Küresel ağırlığını sürdürebilmek için özellikle Ortadoğu ve Kafkaslarda Türkiye ile işbirliği yapmaktan başka çaresi yok. Obama’nın Nisan ayında (4-5 Nisan) gerçekleşmesi planlanan Türkiye ziyareti bu nedenle açık bir hamle olarak orta yerde duruyor.

Amerikan Doları ile AB para birimleri arasındaki korelasyon/parite krizin boyutlarına aldırmadan belirli dar bir aralıkta hareket ediyor. Bu gerçek bir gösterge aslında; AB ekonomisinin de ABD ekonomisiyle birlikte çöktüğü anlamına geliyor. İngiltere derinleşen sorunlarıyla sersemler, Almanya son 18 yılın en büyük ekonomik daralmasının sarsıntılarıyla boğuşur, Fransa son 33 yılın en kötü dönemini yaşar, İtalya'da ekonomi 28 yıl geriye giderken 1 Mart 2009 ‘da AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti'nin çağrısıyla küresel ekonomik krizi görüşmek üzere toplanan olağanüstü AB zirvesinde AB devlet ve Hükümet Başkanları’nın, Macaristan'ın Orta ve Doğu Avrupa için istediği 180 milyar Avro'luk kurtarma paketine onay vermemesi, Almanya Başbakanı Merkel’in herkesin başının çâresine bakması gerektiğini söylemesi, AB adına da işlerin ABD’den çok farklı bir seyir izlemediğini ortaya koyuyordu. AB’nin geleceği Almanya Başbakanı Merkel’in kurtarma planlarına karşı çıkışında görülür hâle geliyordu.


Merkel, eğer Avrupa ekonomisini kurtarmak söz konusu olacaksa, bunun bir parçası olmak istemiyor ve bir parti toplantısında şunları söylüyordu: “Bu şuursuz milyarlar yarışına iştirak etmeyeceğiz” Amerikalılar da Almanya’nın bu bencil tutumuna karşı ciddi bir düşmanlık hissi besliyorlar.


Almanya, tarihin her satırında olduğu gibi yine diğer Avrupa ülkeleriyle ayrık perspektiflerden bakıyor. Alman şirketleri küresel boyutlarda verilen ticari rüşvetlerden dolayı milyarlarca Euro cezaya çarptırılırken, Alman ekonomisi daralan yapısı ve verdiği dış ticaret açığıyla diğer Avrupa ülkeleriyle aynı kaderi paylaşırken nasıl oluyordu da kurtarma paketlerine karşı direniyordu?


İsrail’le ve global Yahudi sermayesiyle iyi ilişkiler kurmuş olması Almanya için güçlü görünmeye yetmiyor. Çünkü; çöken küresel finans birimlerinin çoğunluğu Yahudi sermayeye ait ve İsrail çapı henüz tespit edilemeyen büyük bir ekonomik çöküşün içinde. ABD’den gayr-i meşru yollarla transfer edildiği söylenen sermaye (Çöken Lehman Brothers eliyle 400 milyar dolar) de tükendiği ve yeni para kaynakları bulunamadığı için her şey karmakarışık.


Derinlerdeki söylentiler Almanya’nın Rusya ile girdiği ikili ilişkilerden güç aldığı yönünde. Yine aynı söylentilere göre Almanya kirli ticaretten elde edilen kara para sayesinde ayakta duruyor. Merkel’i güçlü ve pervasız kılan etken kara paranın ekonomiyi finanse edilmesinde ve küresel ekonomik krizin etkilerini absorbe edilmesinde kullanılması.


Almanya, derinlerdeki bu söylentileri haklı çıkaracak şekilde davrandıkça Fransa, proaktif tutumlarıyla dikkat çeken Sarkozy ile ipleri germeye devam edecek. Sarkozy’nin Ortadoğu’ya silah satarak ve Fransız şirketlerine lehine korumacı politikalar izleyerek krizin etkilerini azaltmaya çalışması, her AB ülkesinin benzer tedbirler almaya çalışmasını gerektirecek ve parçalanma sürecek.


AB, ABD’den daha farklı bir gelecekle karşı karşıya değil. ABD’nin insansız savaş teknolojisine yaptığı yatırımı AB, Rusya, Çin yapamıyor. ABD’yi diğer güçlü ülkeler karşısında avantajlı kılan bu sebepler var oldukça da Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkma olasılığı düşüyor. Bununla birlikte Avrupa kendi içinde ayrışmayı sürdürür ve sonrasında birlik çözülürse yaşlı kıta yine bir dünya savaşına dönüşecek fitilleri ateşleyebilecek kadar bencil ülkelerden oluştuğunu saklamayacak.


Avrupalıların herkesten, hatta birbirlerinden sakladıklarını düşündükleri, fakat herkesin açıkça bildiği bir sırları var; Savaş teknolojisinin insan faktörüne bağımlılığı 20.yüzyıl teknolojisi kadar statik olan Avrupa, yeni bir Dünya Savaşı’nı destekleyecek insan nosyonuna ve niceliğine sahip olmadığını da biliyor. Dünya’nın Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkmayacağına dair en büyük güvencesi de Avrupa’nın savaş için yeterli İnsan kaynağına sahip olmaması. Bazı Avrupa ülkelerinde ırkçılığın ve din kökenli politikaların devlet eliyle beslenmesi de bir savaş için gereken ulusal ruhun altyapısını hazırlamak amacına yöneliktir. Ne fayda ki; ruhunu yitiren nesiller için bu çabalar işe yaramayacaktır.


Rusya’nın AB ülkeleri, daha doğrusu Almanya ile geliştirdiği ilişkiler AB’nin birlik organlarını sarsacak düzeyde sıkılaşmak zorunda kalacaktır. Rusya ve Almanya, küresel krizin etkilerini sıkı bir işbirliği ile azaltabileceklerinin farkındalar. Rusya’nın ithalat kalemleri ile Almanya’nın ithalat kalemleri birbirini karşılıklı olarak destekleyen ihracat kalemleriyle neredeyse örtüşecek derecede uyumludur. Almanya ve Rusya’nın ilişkilerinin sıkılaşmasındaki bileşke fonksiyon her iki ülkeyi, ekonomik bir ada yapacak kadar farklı sayıda ve çeşitli özellikte değişkene sahiptir.


Almanya’nın enerjiye olan ihtiyacı ile Rusya’nın teknolojiye olan ihtiyacı aynı oranda sürüyor. Alman-Rus ilişkilerinde Euro’nun belirleyici olması her iki ülkenin de çıkarlarıyla uyuşmuyor. Kısa bir süre sonra(2010) ulusal paraların gündeme taşınmasıyla saltanatı bitecek olan Euro’nun yerini bu ilişki de yeniden Alman Markı alacak. İngiltere’nin klasik sterlin korumacılığının sürmesi, gittikçe yalnızlaşan Britanya’nın küresel politikalardan da kopmasını gerektirecek. İtalya ve İspanya ise, Akdeniz ülkesi olmalarının yararlarını görmeye devam edecekler. 


Görüldüğü gibi Avrupa da ABD gibi hasta, ancak ağır hasta değil. Çok farklı ayrık dinamiklere sahip olması sayesinde Avrupa ayrışsa bile şimdilik yıkılacak gibi görünmüyor. Küresel kriz’in en büyük etkisi AB’nin parçalanmasında ve İngiltere’nin küçülmesinde ortaya çıkacak.

Rusya’nın, Avrupa ile kurduğu tek taraflı enerji politikalarını sekteye uğratacak olan Nabucco Projesi üzerinde oluşturmaya çalıştığı ‘Savaş’ tehditli politikaları bugüne kadar etkili olmuşa benzemiyor; bundan sonrada etkili olamayacağı aşikâr. Zirâ, Rusya yüksek petrol fiyatlarıyla elde ettiği bütçe fazlalıklarını eritmeye devam ediyor. 2009 yılı bütçesi için öngördüğü %26‘lık Savunma harcamalarını gerçekleştirmesi, Ordusu’nun eskiyen teknolojisini tek başına yenilemesi neredeyse imkânsız. Zaten Almanya ile kurduğu enerji-silah sanayi işbirliğinin amacı da bu.


Rusya, yüksek petrol gelirleriyle elde ettiği fazlalıkları, küresel krize karşı kullanarak ayakta durmaya çalışırken, yine Avrupa’nın sırrına benzer bir sırra sahip olduğunu da saklayamıyor. Özellikle ABD kaynaklı araştırmalar Rusya’nın büyük bir nüfus problemiyle de karşı karşıya olduğunu gösteriyor. BM rakamlarına göre, bir Rus erkeği için ortalama hayat süresi 59 yıldır. HIV/AIDS, tüberküloz, alkolizm, kanser, kalp ve solunum hastalıkları, intiharlar, sigara ve trafik kazaları Rus nüfustaki azalmayı hızlandırıyor.


Rusya, ABD ve AB’den daha büyük bir felaketin tehdidi altında. Ülkedeki siyasî, ekonomik ve sosyal gerçeklerdeki olumsuzluklar Rus muhalifleri kızdıracak boyutlara ulaşmış durumda. Rusya’nın Nabucco projesine karşı yapabileceği fazla bir şey yok. Avrupa henüz çıkarlarını koruyacak kadar güçlü. Rusya’nın Ortadoğu, Orta Asya ve Avrupa ile ilişkilerinde Türkiye gerçek bir güvenilir partner durumunda. Aynı şekilde Avrupa’nın Orta Asya, Ortadoğu ile ilişkileri Amerikan tekelinden kurtularak Türkiye’nin tekeline giriyor. Nabucco Projesinin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel de bu psikolojik sebepti. O da son Ukrayna-Rusya anlaşmazlığının da katkısıyla aşılmak zorunda kaldı. Proje’ye Rusya ve İran’ın gözlemci olarak katkıda bulunmasını sağlamaya çalışan Türkiye, Kapitalist Devletler için vazgeçilmez bir ülke hâline geldi. Türkiye muhtemel bir AB-Rus çatışmasının önündeki en büyük küresel engeldir.


Bu yeni durum, Türkiye’nin onayı olmadan, hiçbir bölgesel gelişmenin eski kapitalist-yeni hasta ülkeler yararına dönüşmeyeceği anlamına geliyor. Türkiye yakın geçmişinde Ortadoğu ve Orta Asya’da kendi politikalarını gerçekleştirebilmiş olmakla da övünüyor. ABD’nin Irak’a saldırısıyla dillendirdiği yeni haritaların çizilmesi meselesi (BOP-GOP) Türkiye’nin misli görülmemiş politikalarıyla bir masal olmaktan öteye gidemedi.


Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilgili olumsuz fikirlerinin dondurulması, Türkiye’nin önemine dair bir gerçekleşmedir. Müzmin muhalif Sarkozy’nin Ortadoğu politikalarına müdahil olan Türkiye ile Suriye’de muadili olmayan Başbakanlık Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile görüş alışverişinde bulunmak zorunda kalması da aynı gerçekleşmenin sonuçlarından sadece birisidir.


Rusya-Çin ilişkilerinin Çin lehine genişlemesi, Çin için olumlu görünüyor olsa da, bu ilişkiler uzun soluklu bir geleceğe sahip değildir. Rus iç dinamiklerinin tarihsel Rus-Çin ilişkilerine çok fazla toleranslı yaklaşması mümkün değildir. Bu nedenle Rus-Çin ilişkileri mevcut düzeneklerle sürmeyecek, ancak üçüncü ülkelerdeki ortak çıkarlar nedeniyle birlikte hareket edilmesi gerekliliği dolayısıyla yeni düzenekler oluşturulacaktır.


Çin ve Rusya’nın ABD’nin baskın gücüne direnemeyerek Ortadoğu politikalarına müdahale edememiş olması, yeni dönemde Orta Asya ve Afrika ülkelerinde birlikte hareket etmelerine zemin hazırlamıştı. ABD’nin Kırgızistan üssünün kapanması, Bir Rus-Çin ortak manevrâ politikasının sonucudur. Bu ortak manevra politikası şu anda Afrika ülkelerinde sıkı bir şekilde uygulanıyor.


Örneğin; ABD ve AB’nin etkisi altında olduğu saklanamayan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında tutuklama emri çıkartması karşısında 53 Afrika ülkesi ile birlikte Türkiye, Rusya ve Çin birlikte hareket ediyorlar. Gelinen noktada Dünya farklı işbirliklerine doğru dümen kırıyor (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı). Ve aslında uzun zamandır görünen bu yol, ABD ve AB tarafından engellenmek istiyordu. Ancak ABD ve AB yaşadıkları ekonomik krizden ve Türkiye’nin üstlendiği küresel rolden dolayı başarılı olamadılar.


Çin… Kapitalizme tam entegre olan Çin ABD’deki yatırımlarının geleceğinden endişe duyuyor. Çin Başbakanı Washington’da yaptığı görüşmelerden umutsuz ayrılınca, ABD’yi tehdit etmek için Dünya’ya küresel yeni bir para birimi önermekten başka çare bulamadı. Ruble-Yuan ikilisine öncelikle Asya’da yer bulmayı deniyor Rusya ve Çin. AB’nin Euro’ya rakip istemeyeceği ve bu yönde gelişebilecek muhtemel senaryoları sabote edeceği de tahmin edilebilir. Buna karşılık AB’de Euro’nun güven katsayısını yeterli bulduğu söylenemez. ABD olmadan var olması düşünülemeyen Çin ve Japon ekonomisi daralmaktan kurtulamayacak gibi görünüyor.


Arap Ligi, Daho’da kumpas kıvrımlı çöl kasırgalarıyla savrulurken Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün tarihî liderlik erklerine veda etmeye başladıklarını fark ettiler. Kaddafi’nin Suudi Arabistan Kral’ına hakaret dolu sözler sarf edip toplantıyı terk etmesi, toplantı da bulunan Latin Amerika Ülkeleri’nin liderlerini etkilemedi bile. Doha’da toplanan herkes bu gösterinin Arap Ligi kumpanyası tiyatro grubunun veda gösterisi olduğunu biliyordu. Arap toprakları yüzyıllık kaos parametrelerinden kurtuluyor görünüyorlar.


Arap sermayesi Mercedes gibi kapitalizmin sembollerine akarak kapitalizme hizmet etmeye devam ederken, Mısır’ın ezilen çocukları geleceğin ellerine tutunuyorlardı. Muhtemel bir üçüncü Dünya Savaşı’na şaşırmayacak olan sadece yoksul Araplardır. Yüzyıldır her türlü ihaneti ve savaşı yaşayan bir Arap için yeni bir savaş, yeni bir şaşkınlık nedeni olmaz.


Pakistan, Afganistan ve OrtaAsya, Rusya, Amerika ve AB’nin yeni tarlaları değildiler. Afganistan’da ABD askerlerinin sayısının arttırılması, Başkan Obama’nın neo-con politikalardan kurtulamadığını gösteriyor. ABD’nin Afganistan’a yerleşmesinin temelinde neden terör veya Taliban değil, Rusya. ABD, Rusya ile Orta ve Güney Asya üzerinde oynadığı oyunlarda güç kaybetmemek için bölgede Taliban’la savaş istemiyor.


Pakistan’da istediği yönetimi terkip eden ABD’nin Taliban ile görüşmeleri sıklaştırma isteği, Karzai’yi gözden çıkarması başka türlü açıklanamaz. Ancak bu bölgede muhtemel restleşmelerin hiçbiri üçüncü dünya savaşını çıkaracak kadar güçlü olmayacaktır.


Barack Hussein Obama, analizde görülebilecek tüm nedenler için Türkiye’de. Türkiye Uluslar arası satrancın en büyük oyuncularından biridir. Obama Türkiye’nin muhtemel hamlelerinde söz sahibi olabilmek, Amerika’nın Türkiye üzerindeki eski söz hakkını tedavüle çıkarmak istiyor. Türkiye, eski Türkiye değil. Türkiye kendi koşullarına uygun politikalar üreten bir ülke ve fırsatları kendi lehine kullanmasını bilecektir.




Seçkin Deniz, 02.04.2009, Sistematik Analizler 86


Seçkin Deniz Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı