30 Eylül 2013 Pazartesi

SA430/KY1-CÇ58: Hira /Roman- 1/5

“Rasulüllah bir kul gibi yiyip, içiyor, yatıp, kalkıyor, gezip oturuyor ve bir kul olduğunu söylüyordu.”
İmam Cafer-i Sadık

-5-
Sen, ben, O. Siz, biz, onlar. Yani hepimiz. Bir keresinde, bir defasında, her defasında, her anında, bir anında, konuştuğunda, sustuğunda, olduğunda, olmadığında, durduğunda, sanmalarında, sanılarında, kanılarında, kaygılarında, sızılarında, acılarında, yanında, yalnızlığında, bir olduklarında, bir olmalarında, bir oluşlarında.. yani sen, ben, O. Yani siz, biz, onlar.. biz ne isek, O da oydu. Yok! Biz ne isek, O, o değildi. Ne olmamız gerektiğini anlatandı O. Nasıl olmamız gerektiğini yaşayarak anlatandı. Her defasında, bir keresinde, bir anında, her anında nasıl olunması gerektiğini yaşayarak anlatandı. Yine de bize ne isek O O’ydu. Yatardı, kalkardı, yerdi, içerdi, gezerdi, dostlarıyla yarenlik ederdi. Çocuklarla oynardı. Çocuklarla çocuktu. Kocaydı. Arkadaştı. Babaydı. Eşti. Âşinaydı. Dosttu.

Yaşayarak anlatandı Muhammed'ül Emin. Tahire’nin kocasıydı. Henüz Haticet'ül Kübra diye anılmıyordu. Tahire’ydi bir adı. Emin olanın eşiydi. Ümmü Gülsüm’ün Kasım’ın annesiydi. Abdullah’ın, Fatıma’nın annesiydi. Rukiye’nin, Zeyneb’in annesiydi Tahire. Emin olanın eşiydi Hatice. “ Gitmesen!” dedi fısıltıyla. “Bu kere kalsan! İçim sıkılıyor, bir tuhafım. Gel bu kere gitme!” dedi.

“Dağ beni çağırıyor!” demedi. Diyemedi. Hatice’nin rızası olmadan adımını atmayacaktı. Atmazdı. O günde, o devirde, o toplulukta, kadının elin kiri bilindiği bir dönemde Mekke’de bir evde bir kadın böyle diyebilmişti erkeğine. Kocasına. Diyebilirdi Hatice. Diyebileceğini biliyordu. Bu başkalıktan ötürü sevdalanmıştı Emin olana. Dürüstlüğüne dürüstlüğü dillere destandı Emin olanın. Merhameti dillere destandı destan olmasına Emin olanın. Hatice bu meziyetlerini görünce değil, kendisini kendisi gibi gören olduğunu ayrımsayınca sevdalandı. Evlenme isteğini sezdirdi. Eriştirdi bu isteği.

Muhammed’ül Emin diğer erkekler gibi bakmıyordu. Diğer erkekler gibi kadınını, eşini evdeki kilim, hasır, minder, kapı zırzası, tandır tuğlası, su kırbası gibi görmeyecekti Muhammed’ül Emin. Görmüyordu. Görmezdi. “Sizi bir kadın ve bir erkekten yarattık.” “Sizi bir tek nefisten yaratan” buyrukları, bilgileri henüz gelmemişti. Henüz “şey”lerin tanımı yapılmamıştı. Ama o bilmişti böyle yapılması gerektiğini ve bu gerekimin insan olmanın gereğinin bir sonucu olduğunu çoktan ayrımsamıştı. İçselleştirmişti bile.

O yaşayarak anlatandı. Yaşayarak olması gerekeni gösterendi. Eşi, çocuklarının annesi “Bu kere gitme!” demişti. İçinde bir tuhaflık olduğunu söylemişti. İçi ürpermişti, sırtı, bedeni ürpermişti Tahir’enin. Muhammedül Emin şefkatle ellerinden tuttu kadınının. Gözlerinin içine baktı sevecen sevecen. Mutlulukla, sevgiyle, saygıyla baktı gözlerine Tahire’nin. Yavaşça oturdular. Bir süre el ele, diz dize oturdular sadece. Birbirlerine baktılar. Yeniden, bir kez daha gördüler kendilerinde birbirlerini. Bir ağaç kovuğunda yaşamıyordu. Yaşamıyorlardı. Biri anneydi diğeri baba. Biri karısıydı diğeri koca. Yapıp edeceklerini bir başlarına yapamazlardı. Herkes yapabilirdi ama O yapamazdı. Yapmazdı. Yapsaydı örnekliğine ilişkin elde kanıt olmazdı. Örneklik laftan öte bir anlam taşımazdı. Tek kanatlı kuş uçamazdı O da uçmadı.

“Benim de içim bir tuhaf. Benim de bedenim ürperdi durdu bütün gün!” dedi müşfik bir sesle. “Bütün gün dağ çağırdı beni sanki. Bütün gün. Bütün gün kulaklarımda bir ses, çağıran bir ses, gel diyen bir ses çınladı durdu. Bunları sana anlatmak istemedim değil. Kaç kere niyetlendiysem, bir el boğazımı tıkadı sanki. Hançeremde bir yumruk vardı sanki. Bir şeyler düğümlenip durdu. Rızan olmadan adımımı atmam!” dedi sevgi dolu bir tonla.

“Bu kere başka. Bu kere farklı bir şeyler olacak gibi. İçimde bir şeyler hissediyorum. Söyleyecek bir şey de bulamıyorum. Benim şuanda, burada, senin yanında, dizinin dibinde, çocuklarımın başı ucunda oluşuma aldanma. Ben hem buradayım, hem değil. Hem senin sesini dinliyorum, sesini duyuyorum, çocuklarımı kucaklıyorum, boynuma sarılıyorlar, ama.. ben burada değilim Ey Hatice. Ben hem burada hem de hiç burada olmayayım ister misin Ey Hatice? Ben o davete uymazsam, o davete gitmezsem yarım olurum. Yarım kalırım. Ne baktığımı görürüm, ne işittiğimi duyarım. Bunu öyle derinden hissediyorum ki! Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Gitmezsem, kulaklarımı tıkarsam o sese burada kalan ben o eski ben olmayacak gibi. Razı olacaksan, razı olursan bu yeni bana, ben olmayan bana gitmem! Sitem etmem, kızmam, darılmam razı olmadığın için! Hayır! Asla! Ama kalırsam bu kalan o eski ben olmayacağım bunu bütün kalbimle seziyor ve ürküyorum! Korkuyorum!”

 Hatice’nin iki elini şefkatle, sevgiyle sıktı:

“Bu yeni beni kabul edecek misin? Bu yeni beni sevecek misin? Bu yeni beni saracak mısın? Evet, dersen kalırım. Yüksünmem. Bu yeni beni taşırım son nefesime kadar. Ve sitem etmem. Sitem etmem, serzenişte bulunmam! Pişmanlık duymana vesile olacak hiçbir davranışı sergilemem. Taş basarım bağrıma. Kendimden başkasına duyurmam çektiğim acıyı. Sancıyı! Ne sen ne çocuklarıma bildirmem yaşadıklarımı! Yaşadıklarımı size yaşatmam! Ama ben bu ben olmam, bunu seziyorum.”

“İçimden bir ses ben olarak kalabilmem için o çağrıya uymam gerektiğini fısıldıyor gönlümün kulaklarına. Sen razı gelmezsen, gelmeyeceksen tıkarım gönlümün kulaklarını!”

Hatice bu sözleri duymak için demişti sanki “Gitme!” sözünü. “Gitme!” derken sınıyordu hem kendini hem O’nu. Bir sınamaydı sanki bu. Kendisinin bile farkında olmadığı bir sınamaydı bu. Seziyordu bunun bir sınama olduğunu. Hem kendinin hem kocasının sınandığını anlıyordu. Yeni bir anlayıştı bu. Yeni bir algılayıştı bu. İkisinin de içine doğmuştu bu bilgi. Bu anlayış, bu kavrayış. İkisinin de içini aydınlatmıştı bu ışık. Kaynağı kendi derinlikleri olan bir ışıktı onları böylesine aydınlatan. İçlerinde parlamıştı bir anda. Dağdan gelen sesin yankısı kaldırıp atmıştı içlerindeki ışığı perdeleyeni.

İçlerindeki ışık kurtulmuştu örtülerden. İçleri aydınlanmıştı. Sevince boğmuştu her ikisini de bu aydınlık. İçlerinden taşmıştı o ışık, ışıl ışıl yapmıştı her bir yanı. Evlerinin içi ışıl ışıl olmuştu. Mekke, çöl, bütün evren o ışıkla aydınlanmıştı.

Hatice yavaşça doğruldu. Eşinin ellerini bırakmada kalktı ve eşini de kaldırdı. Ayakta da baktılar bir süre birbirlerine. Yeniden gördüler birbirlerini kendilerinde. Şefkat yüklü bir sesle, müşfik dolu bir sesle, sevgiyle beslenmiş bir sesle kocasının gözlerinin içine bakarak:

“Gitmelisin!” dedi. Gülümsedi. Evlerinin içi daha bir şenlendi.

“Gitmelisin elbet! Gideceksin! Kendinden çok bizim için gideceksin! Anneler için gideceksin! Çocuklar için gideceksin! Gararit merasında otlattığın hayvanlar için gideceksin! Gitmelisin! Burada, yanımızda kalırsan sen olarak da kalsan hep bir eksiklik duyulacak, hep bir eksiklik duyacağım. Sen aynı sen de olsan duyacağım bu eksikliği. Bir eksiklik var farkındaysan. Bir şeyler eksik. Evimizde eksik, bağımızda, vahamızda, şehrimizde, toyumuzda, soyumuzda bir şeyler eksik. İnsanlara baktıkça, yalnız insanlara da değil, her canlıya, her varlığa, her neye baksam bir eksiklik var. Bir şey eksik. Yitirilmiş bir şeyler var. Bunu sen de görüyorsundur. O ses.. dağdan gelen ses.. Belki o eksikliğin ne olduğunu söyleyecek, o eksik olanın bilgisini verecek. Yerini söyleyecek belki. Gitmelisin! Gitmez de kalırsan o eksiğin sürmesinde yeryüzü gökyüzü beni bilecek. Benden bilecek! Hayır! Bin kere hayır! Gitmelisin! Ben “Gitme!” dediğimde diyebilmekliğimle kendimi sınamış oldum. Sen rıza dileyişiyle de kendini sınadın. Farkında olmadan bir sınava katıldık ve ikimiz de geçtik farkında olmadan. Yüzümüzün akıyla geçtik hem de. Hem hiç zorlanmadan. Birlikte olmanın bereketiydi bu belki de. Bereketiydi elbette. Gözün arkada kalmasın! Gönlün evde çocuklarında kalmasın. Bir tek zerreni bile bırakma burada ki, duyabilesin senden isteneni. Anlayabilesin. Farkına varabilesin. Görebilesin. Bir dirhemcik kuşku bile sokulmasın evden yana, benden yana, çocuklarımızdan yana. Gönlünü ferah tut. Gönlün ferah olsun. Burada seni beklerken, yemin ederim Musa’nın bekleyenleri gibi olmayacağız! Ne kuşkulardan, ne yeislerden, ne beklentilerden putlar yontmayacağız. Böyle nasıl bıraktıysan, daha gitmeden nasıl bir özlemle bekliyorsak dönüşünü öyle bulacaksın. Nasıl gitmezsin? Nasıl kalırsın? Sen Yunus gibi içerleyip kaçacak mısın? Bir balığın karnında saklanacak mısın? Yo! Gitmelisin! Hemen gitmelisin. Ve gelirken kendi aslını getirmelisin.” dedi Tahire. Ve yolcu etti kocasını.

610 yılının Ağustos ayıydı. Muhammed’ül Emin gönlü ferah dağın yolunu tutmuştu.


<<Önceki            Sonraki>>

Cemal Çalık, 30.09.2013,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Hira





-araya giren kitap yüklü bir eleştirmenin serzenişleri-

Ey madrabaz! Ey sahipsiz bağ görüp talana niyetlenen nasipsiz! Ey hadsiz hesapsız bedbaht. Neler söylersin? Neler yazarsın böyle? Yazdıklarını kendin okuyor musun? Kendi yazdığını okuyup utanıyor musun? Utanmıyor musun? Utanmayı biliyor musun? Utanma ne gezer sen de! Utanmayı bilsen böyle şeyleri masum sözcüklere yükler misin? Masum kaleme yükler misin? Sen masumiyeti bilmiyorsun ki utanmayı bilesin? Utanmayı bilmeyen neylerse eylesin mi? Hayır! Elbet eyleyemeyecek! Gerekirse kalemi kırılacak! Soluğu tıkanacak. Gözleri oyulacak, derisi yüzülecek, kırk katıra, kırk satıra verilecek elbet. Sen gönlünü ferah tut ki bütün bunlar yapılırken de dirhem pişmanlık duyulmayacak! Anla ki, haddi bilmez isen haddini bildirecek yiğitler çıkacaktır elbet! Çıkmıştır. Çıktı!

Sen kimsin? Haddini bil bire densiz! Sen nasıl inkâr edersin “levlake” buyruğunu? Sen kimsin? İlmin nereden? Kaynağın nedir? Bire kara cahil, sen bu hakikatleri sahipsiz mi bilirsin? Sen ne hakla kâinatın yaratılış sebebini bir kadının dizi dibine oturtursun ellerini tutturursun? Sen bu densizlikleri nereden derdin, hangi nasipsizlerle düşüp kalktın? Hangi maskaralarla yarenlik ettin ki, ulular ulusunun eşiyle, çoluk çocuğuyla dostlarıyla “yarenlik” ettiğini söylersin? Onun yapıp ettiğine nasıl yarenlik dersin?

Dağ, taş, ot, canlı, cansız her bir varlık nefesini tutup O’nun kutlu sesini duymaya, dirilten soluğunu hissetmeye çalışırken “yarenlik” ettiğini söylemek hangi vicdana sığar? Senin vicdanındaki delikler kale mazgallarında yoktur zahir. Bu ne vahim bir manzaradır Yarab! Utanmasan Masumluğunu inkâr edip bizimle birlikte imtihana sokacaksın? Sen kimsin bre densiz?

Ey ahmakların eh ahmağı, ahmakların önde gideni utanmasan o ulular ulusunun def-i hacet ettiğini dahi söylersin! Evet, görünüşte ederdi amma bakmaya gidenler bir tek necis bir şey görmezlerdi, melekler alır giderdi bunu sana kimse söylemedi mi? Sen nereden beslendin, hangi çöplüktür senin inin ki yüceler yücesini bizimle bir edersin? Bize örnekliğini zatıyla birlikte vaz edersin? Sakın ola ki mecaza sığınmayasın? Ne mecazı, ne teşbihi, ne istiaresi, ne kinayesi sakın sığınmaya kalkmayasın bunlardan birine! Sakın ha! Zinhar aklından bile geçirmeyesin. Senin yapıp ettiklerin olsa olsa tarizdir bu dahi zındıklığına delildir.

Bre gafil, bre câhil, bre echel-i cühelâ azıcık utanmayı öğren. Her mürekkep yalamış senin yaptığını yapsa çöplüğe döner dünya. Edebiyat dediğin ediplerin işidir oysa sen katmerli edepsizsin!

Sana ahmak dedim düşünmeden, oysa sana ahmak diyemem. Sen ahmak bile değilsin. Ahmağın bile ele-dile gelir ölçütleri vardır, savunacağı, tutunacağı ölçütü olmayan tek bir ahmak yoktur. Seninse hiç ama hiçbir ölçütün yok. Ölçüt az da olsa aklı gerektirir. Aklın kırıntısı bile kişiye bir ölçüt verir. Demek sen de aklın kırıntısı bile yok. Demek sen ahmak bile değilsin. Ahmağın da ötesindesin.

“Sana alçak diyemem” sözü söylenmiş, “sen bir çukursun” yargısıyla noktalanmıştı. Ben sana çukur bile diyemiyorum. Alçağın nasıl ki çukura göre bir seviyesi varsa çukurun da senin yanında bir seviyesi vardır. Bu yüzden sen çukur bile değilsin. Sana çukur bile diyemem. Demem, sen çukur bile değilsin.

Yok, sana edepsiz demiştim ya sen edepsiz bile değilsin. Hayır, hayır edepsizlik bile bir şeydir. Edepsizlik bile bir haysiyet işidir eninde sonunda. Sen de o da yok. Sende edep yok, edepsizlik te yok. Edepsizliğin ötesini keşfedemediği için herhangi bir sözcükle karşılamamış insanlar bu durumu. Senin gelmen gerekti. Senin bir köşede yazman, bir köşeye yazman, konuşman gerekti ki, insanlık edepsizliğin ötesini görebilsin. Edepsizliğin de ötesi olduğunu bilsin. Senden önce terbiyesizler, edepsizler vardı ama terbiyesizliğin, edepsizliğin daha ötesi olacağına insanların aklı kesmemişti. Bu yüzden herhangi bir kavrama gereksinim duymamıştı insanlık. Nasıl duyabilirdi ki? Sen yoktun. Artık yeni bir kavrama ihtiyacı var insanlığın; öyle bir kavram ki senin cahilliğini, senin ahmaklığını, senin edepsizliğini; seni, senin yazdıklarını, senin söylediklerini senin söylediklerini işitenleri, sözlerine kulak verenleri, senin varsa eğer yazdıklarını okuyanları ve varsa eğer yetiştirdiğin tilmizlerini adlandırmak için insanlığın yeni bir kavrama gereksinimi var. O kavram anıldığında herkes anlamalı ki seni anlatıyor. Senin yazdıklarını tarif ediyor.

Yol yakınken dön, derim. Aklını başına devşir, derim. Haddi öğren, derim. Hadleri öğren, derim. Tövbe et, derim! Yeter, artık daha fazla dil uzatma yüceler yücesine! Kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır sen bunu anlayamazsın. Anlayışın kıt senin. Sen anlayıştan yoksunsun! Sen anlayış özürlüsüsün! Anlayamadığın şeyleri aklınca tiye alıyorsun. Çarpılırsın, diyeceğim de zaten çarpıksın! Daha ne kadar çarpılabilirsin ki?

Bütün bu sözler “iyiliği emretmek-kötülükten sakındırmak” bağlamındadır. Başkaca bir şey değildir. Ola ki kendini bir şey sanıp da sana hakaret ettiğimi sanmayasın. Sen hakarete bile değmezsin. Hakaretin bile bir değeri vardır. Sen de ona değecek kadar bile yoktur. Zira sen hakikatin ırzına geçecek kadar bunamışsın!

Yazdığın o küfür sözlerin her biri şirazemi kaybettiriyor. Durup durup öfkeleniyorum. Ayağıma batmış bir mıh gibi canımı yakıyor yazdıklarını dönüp dönüp okuduğumda. Matah bir şey olduğu için dönüp dönüp okuyor değilim. Sakın öyle sanıp da şımarmayasın. “Ben de ne söz cevherleri varmış dönüp dönüp okuyor muarızım bile”, gibi bir şeyler aklından geçirmeyesin. Okumalarım şaşkınlığımdan, taaccübümden. Masumiyete olan saygımdan.

Nasıl diyeyim bilmiyorum ki? Nasıl böyle gaitayı andırır şeyleri çızıktırmışsın, böylesi şeylerde mi çızıktırılıyor, çızıktırılabiliyor diye. Gözlerime inanamadığım için dönüp dönüp okudum. Okuyorum. Belki karabasandır diye umuyorum senin anlayacağın. Yok, böylesi şeyler yazılmamıştır iblis beni aldatıyor her hal, demek için yazdıklarını okuyorum senin anlayacağın. Değil, kaskatı gerçek karşımda duruyor küfür sözlerin. İçimi acıtıyor, yüreğimi burkuyor, kinimi, nefretimi biliyor. Nefrete, kine gark oluyorum. Gazabım merhametimi aşıyor. Küfür deryasında boğulmuşsun. Salını küfür deryasına salmışsın, farkında değilsin. Kusmuklar içinde debeleniyorsun farkında değilsin. Cerahatten bir ırmak kenarına çadır kurmuşsun farkında değilsin. Ya kimse ikaz etmemiş seni ya sen ikazlara kulak tıkamışsın.

Bak yineliyorum, yol yakınken dön derim. Tövbe et derim. Tövbe kapısı açıktır açık olmasına ancak sana açılır mı bilmem! Sen yine de tövbe et. Umudunu kesme. Tadı çoktan kaçtı kaçmasına ya daha fazla uzatma bu işi. Yeterince pisliğe boğdun her bir yeri. Yeterince pislendi yeryüzü. Gökyüzü. Utanıyor her biri senden. İnan bak utanıyor. Gökyüzü utancından kızarıyor güneşin batışından değil. Sen gelecekmişsin toprak o yüzden kara olmuş. Karalığı seçmiş.

Allah adına uyarıyorum seni! Tez tövbe et!

-araya giren kitap yüklü eleştirmenin serzenişlerine yanıt-

Ey kitap ehli sana yanıtım iki ayetledir. Birincisi;

“De ki: “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf: 110)

İkincisi;

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56)

Sen bu ayetleri anladığında kul olmayı anlayacaksın. Kul olmayı anladığında Muhammed’ül Emin’i anlayacaksın. Muhammed’ül Emin’i anladığında yaratılışı anlayacaksın. O da bizim gibi yer içer, yatar, kalkar, gezer, oturur ve dostlarıyla konuşurdu..


Seçkin Deniz Twitter Akışı