6 Mayıs 2013 Pazartesi

SA238/MEY20: Saatleri Sayma Enstitüsü

 

“Ben saatlerimi saymıyorum ama... gecelerimi, hafta sonlarımı, vicdanımın çalıştığı saatleri de sayarlar mı acaba?”

Zaman kısıtlıydı. Benden sonra gelecek olan arkadaşlarımla sonradan ‘aşılmış süre’ sıkıntısı yaşayacağımı da biliyordum. Pazar günü dinlenen, eşi ve çocuklarıyla yapmayı tasarladığı kahvaltısını tedirgin olmadan yapma rahatlığını özleyen, ancak her nedense her seferinde pazar günü yapılan toplantılarla canı sıkılan meslektaşlarımın hakları vardı. Her sınıfta on dakikalık konuşma sürelerine uyup, işlerini yapıp çekip gitmek istiyorlardı. Hangi mesai böylesine daimî meşguliyetle iç içeydi ki başka?

Geceler planlamaların, sınavların, ödevlerin, projelerin kurbanı, gündüzler rengarenk ailelerden gelmiş yüzlerce gencin, hafta sonu ise bizzat ailelerin. Müdürlerin, müdür yardımcılarının, haftalık ders programlarının ve diğer meslektaşların kaprislerine bulaşan zamanları ise hiç saymıyorum. Sürekli değişen, farklılaşan sistemi, iki yılda bir değişen müfredatı hazmetme/hazmettirme sıkıntısı gelip geçen günler, haftalar, aylar; sık sık kutlanan günler, haftalar, bayramlar, bitmeyen toplantılar, başarıyı arttırmanın yolları ve yine dudakları, tırnakları renk renk boyalarla dolu, dişleri telli, dudakları yırtık gencecik insanlar.

Çocuklarının oturdukları sıralara oturmuşlardı ve tıpkı çocukları gibi yüzüme bakıyorlardı. Yüzleri asık, gözleri üzgün, dudakları kapalıydı. Benden önce gelip konuşan meslektaşlarımın söylediklerini duymuş, dinlemiş ve üzülmüşlerdi. Çaresiz bir şekilde kıvranıyorlardı yerlerinde. Dokuzuncu sınıf öğrencisi olan çocukları ile başları beladaydı. Ders çalışmıyorlar, geceleri uyumuyorlar, sabahları kalkmıyorlardı. Online oyunlar sosyal medya dedikleri yapışkan dünya ve cep telefonları.

İlk toplantıda onlara çocuklarına karışmamalarını, serbest bırakmalarını önermiştim; uzaktan kontrol edeceklerdi. Onlarla sohbet edeceklerdi ve derslerini hiç sormayacaklardı. Sabahları okula gitmeleri için uyandırmayacaklar ve zorla yemek, kahvaltı vesaire gibi dayatmalarda bulunmayacaklardı. 

Kızlar ütülerini kendileri yapacak, sabah kahvaltılarını kendileri hazırlayacak, annelerine mutfakta ve evde yardım edeceklerdi; erkekler de ev içi teknik işlerle ilgilenecekler, fatura ödeme, alışveriş yapma, ekmek alma gibi günlük, haftalık, aylık işlerle ilgilenerek babalarına yardım edeceklerdi.

Çoğu şaşkınlıkla dinlemiş; bana tuhaf tuhaf bakmışlardı. Bazı anneler, erkeklerin de yemek yapmayı öğrenmeleri gerektiğini ileri sürmüşlerse de, sakin bir şekilde, erkeklerin doğurmayacağını ve çocuklarını beslemeyeceklerini söylemiş, “erkekler, yani babalar gerektiğinde gece yarısı evden çıkar, karınlarını doyururlar; çocukları için hazır yemek alır gelirler; ama anneler çocuklarını kendi elleriyle yapacakları yemeklerle doyurmak isterler” demiştim. “Annelerimiz en lezzetli yemekleri yaparlardı ve kızlarımız da lezzetli yemek yapan anneleri gibi birer anne olacaklar!” diye de eklemiştim.

Gülüşmeler olmuş, itiraz sesleri kesilmişti; bana bakan anneler ve babalar haklısın bakışlarıyla ve sempatiyle dinlemeye devam ettiler. Çocuklarının nasıl çalışmaları gerektiğini bildiklerini, onlara bunu defalarca ve ısrarla anlatmanın anlamsızlığını hatırlatmıştım. Ve o güne kadar yaptıkları her şeyin bu kez tam tersini yapmalarını istiyordum.

Bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla sürekli ders çalış diyen annelerden ve eşleri tarafından sürekli kışkırtılan babalardan bıkmışlardı gençler. Hiçbir şey duymak istemiyorlardı ve umursamıyorlardı. O halde umursamalarını gerektirecek birden çok değişiklik yaşamaları gerekiyordu. Harçlıklar çoksa yarıya inecek, azsa iki katına çıkacaktı.

İlk toplantıda söylediklerimi önemseyen anne ve babalar birkaç gün sonra aldıkları sonucu heyecanla paylaşmak için bana gelmişlerdi; fakat biliyordum ki çoğu yine eski alışkanlıklarını sürdüreceklerdi ve on altı yaşındaki insanları bebekler gibi koruyacak, kollayacak ve onların nazlarına, şımarıklıklarına göz yumarak onları bağımlı olarak yetiştirmeye devam edeceklerdi. Çocuklarının onları birer uşak olarak gördüklerinin farkında değillerdi. Son model cep telefonu alacak olan bir para kaynağı ya da dilediği hayat şartlarını sağlamak zorunda olan iki kişi, iki insan. Aralarında sevgi bağı yoktu. 

Gençleri ve anne-babaları birbirinden uzaklaştırarak, hem gençlerin hem de ebeveynlerin özgürleşmelerini istiyordum. Ancak o zaman hepsi birer birey olduklarını fark edebilirlerdi. O zaman başarı gelebilirdi. Başarıyı arttırmanın kalıpları değişmeyecekti ve o ana kadar yapılanların içinde bu kalıplarla ilgili zerre kadar bir durum yoktu.

Onlara göre çocukları hipertaktifti ve bütün çocuklar, herkesin kendi çocuğu, en üstün özelliklerle donanmıştı. Çocuk en iyi sonuçları almalı, en zeki, en sporcu, en sanatçı olmalıydı. Ama zamanla ‘ilkokulda iken matematiği çok iyiydi’ hikâyeleri, ‘ne olduysa ikinci kademede oldu’ suçlamaları ve nihayetinde çaresizliğin kollarında sona eren çabalar. Beceriksiz ellerin ürünü, düşünemeyen, üretemeyen, strateji geliştiremeyen bir delikanlının büyüdükçe daha zengin sorunlarla donanacağını bilmiyorlardı. Ben onlara bir çıkış gösteriyordum. ‘En’ olmanın bir tek yolu vardı; çalışmak.

Bir annenin prensi ya da prensesi başka bir annenin çocuğunun kralı ya da kraliçesi olacaktı  ve bütün çocuklar asilzâdeydi. Peki uşaklar? Herkes kendi uşağı olmayı öğrenene kadar yalnızdı, başarısızdı. Onlara bunu anlatmaya çalışmıştım. Ve söylemiştim; “Benim öğrencilerimin dershaneye, özel derse veya başka herhangi bir ek faktöre ihtiyacı yoktur; beni dinlesinler, anlamadıklarını sorsunlar ve soru çözsünler, çözemediklerinin ardını bırakmasınlar. Üniversite sınavlarına da on ikinci sınıfta değil, dokuzuncu sınıfta hazırlanmaya başlanır!”

Yormuşlardı beni çocukları; ancak sürekli çalışan, hiç dinlenmeyen çenelerini yerinde ve zamanında kullanmayı, yerlere çöp atmamayı, sürekli bir şeyler yiyip içmemeyi, zorunda kaldıklarında bağırarak değil, fısıldayarak konuşmayı öğretmiştim onlara. Birbirlerini suçlamaktan, aşağılamaktan vazgeçmişler, paylaşmayı öğrenmişlerdi. Ancak henüz onları ilköğretimden gelen hastalıklarından arındıramamıştım.

Haftada iki saat, geometri derslerinde birlikte oluyorduk onlarla. Sınavdan bir gün önce çalışıyorlar ve defterdeki örnekleri ezberleyip geliyorlardı. Doğal olarak aldıkları sonuçlar berbattı. Günlük ve planlı çalışma alışkanlıkları hiç yoktu ve sınav sorularım yoruma ve bilgiye dayalıydı, ezbere değil.

Şimdi karşımda yorgun ve umutsuz gözler vardı. “Canınız sıkkın değil mi?” dedim gülümseyerek. Hepsi birdenbire rahatlayıp gülümsediler. “Bırakın, kalacaklarsa kalsınlar sınıfta!” dedim. Gözleri büyüdü hemen; ben teknik bir rahatlıkla devam ettim: “Siz kalmayacaksınız sınıfta, onlar kalacak, endişelenmeyin, bırakın onlar endişelensin!”

Çocuklarının takdir veya teşekkür belgesi almalarından çok daha azına razılardı; ‘Kalmasın yeter!’ Onların bilmedikleri, ama benim bildiğim bir şey vardı. Gençlerin hepsi istedikleri anda bütün başarısız sonuçlarını başarılı sonuçlara dönüştürecek kadar uyanık ve akıllıydılar. O güne dek buldukları suçlularla anne ve babalarını aldatmışlardı; ancak artık kaçacakları yer kalmamıştı.

Doktorlar, öğretmenler, subaylar, polisler, avukatlar, serbest meslek erbabı insanlar, işçiler, emekliler ve anneler hepsi orada, bütün meslekî kariyerlerinden arınmış tedirgin birer insandı; anneydi, babaydı. Hastane kapılarında, asker yolunda, düğün yerlerinde baktıkları gibi insanca kaygılarla bakıyorlardı. Ve ben de onlara çocuklarını, bir baba gibi anlatıyordum. Bu çocuklar onların hatalarından dolayı böyleydi.

Yine süremi aşıp çıktığımda, üzülmüştüm, onları üzgün ve kırgın gördüğüm için. Ama biliyordum, yıl sonunda o güne dek ektiğim tohumların sonuçlarını birer birer görecekler ve gülümseyeceklerdi. İşimi seviyordum çünkü.

Bir hafta sonum yine çalışarak geçmişti. Saatleri sayma enstitüsü kurulmuştu ya hani Başbakanlıkta?… Ben saatlerimi saymıyorum ama... gecelerimi, hafta sonlarımı, vicdanımın çalıştığı saatleri de sayarlar mı acaba?


Mustafa Eyyüboğlu, Altı Mayıs İkiBinOnÜç – Yirmi
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı