25 Aralık 2017 Pazartesi

SA5384/KY1-CÇ450: İstilâ-i Cihan-Kara Öfke/Roman II-8

Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak; bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.

İkinci Bölüm
TOPLANMA VE HAC GÖREVİNİ YERİNE GETİRME
-8-

Mekke’ye Hareket- Arabistan Devesi Ve Nefved Atı- Mekke’yi ziyaret eden 7 Avrupalı- Çahner’in Terfisi- Ramazan- Sabah Namazı- Mısır’da Senusiler

Bütün Afrika Müslümanları Asya sahiline ayak bastıkları zaman o kadar sevinmişlerdi ki, çokları secdeye kapanarak toprağı öpmüşlerdi.

Fakat, Sultan Ebu Muhammed herkesten fazla mutlu olmuştu; çünkü; üç yüz yirmi milyonluk bir İslam âleminin yani yeryüzünün beşte birinin kurtuluş ve mutluluğu için yapılan ayaklanmanın gerçekleşeceğine olan umudu oldukça artmıştı. Yüce Osmanlı’nın gözdesi bu kent, İslam’ın doğup büyüdüğü bu temiz bölgenin, Yemen, Asir, Hicaz, Suriye, El Hassa gibi İslam ülkelerinin saygın tacı olduğundan dolay gerçekten şanslıdır.

Bunlar içinde bazı yerler henüz adil bir idareye geçmemiş ve bir kısmı da Hakan Sabkan yönetim döneminde güçlendirme yönüne gidilmişti. Örneğin Arabistan yarım adasının orta bölümleri gezgin olan aşiretler olmakla hava durumundan ötürü oralarda egemenlik sağlanamamış bu yüzden anılan aşiretler göçebe halinde ve uygarlığın ürünlerinden, iyiliklerinden yoksun olarak yaşamakta bulunmuşlardır.

Necid’in büyük bir bölümü de aynı halde kalmış ve Hıdr-ı Mevt’i bağımsız bir Emirlik kurmuş, Miskat Sultanı da zorunlu olarak İngiliz koruması altına girmişti. 

***

Senai, o civar Müslüman halkının toplanma yeri oldu.

Bu kent, yer küresinin en yüksek bir kenti olup deniz yüzeyinden iki bin yüz otuz metre yüksekti.
Sultanın karaya çıktığı nokta ile Mekke arasında 1100 kilometrelik düz bir mesafe vardı. Sultan, Arabistan yaylasına kadar ağır ağır yükselen ilk sırtları sahile paralel olarak izlemeye karar verdiğinden bu şekilde uzaklık 1500 kilometre kadar oluyordu.

Hıdr-ı Mevt, Cevf, Savla, Asir bedevileri de bu yönde katıldılar.

Yemen kıtasının en değerli ürünü: hurma ve kahveydi. Bedevilerin yemeğini oluşturan hurmanın Hicazda yüz otuz türünün olduğu söylenir;  Kafa kentinde çıkan ve bir tür küçük kokulu bakla şeklinde olan kahve Makha liman kentinin ününü arttırmıştı.

Ordugâha develer akın akın geldiği için Sultan bundan yararlanarak Bonapart’ın Mısır’da ve Fransızların Cezayir’de yaptıkları gibi cins hecin develerine yaklaşık yirmi bin gönüllü oluşturmuştu. Genellikle ‘develerin anası’ diye adlandırılan Necid kıtası bunlardan büyük bölümünü sağlamıştı.
Arabistan, bu değerli hayvanın ilk vatanı olup Sultan’a bu armağanları getiren adamlar bunların özelliklerini övüyorlardı. Umman memleketi en hızlı ve Hıdr- Mevt Emirliği de zeki olanlarını sağlamışlardı.

Bir gün Maluel Ömer’e:

- Hristiyanlar, İslamları kiliselere girmeyi yasaklamıyorken siz Müslümanlar niçin Hristiyanların Mekke’ye girmesine engel oluyorsunuz? Ben şimdi, ordunuzda bir müslüman gibi bulunduğum halde niçin seninle Mekke’ye gidemeyeyim?

- Bunların hepsi, dinsel kurallara uymanın farkından kaynaklanıyor. Örneğin sizin perhizini ve bizim de ramazanımız var. Sizde ne kadar Hristiyan var ki bu perhize uymaz. Biz de ise oruç tutmamak pek büyük bir günahtır.

Yazın oruç tutmak ne kadar zordur. Temmuz ayının dayanılmaz sıcaklığı esnasında su içmemek kadar takatsiz bırakan başka bir şey düşünülemez. On beş gün sonra ramazan başlayacağı için, askerlerimizin çektikleri yolculuk zorluklarına karşın oruca ne kadar sabırla dayandıklarını göreceksin.

- Pek doğru; bunların hepsini düşündüm; önceleri birkaç Avrupalı Mekke’yi ziyaret etmişti.

- Öyle diyorlar ama gerçeği biliyor musun? Bunlardan bir kısmı Mısırlıların Vahhabilere karşı açtıkları savaş sırasında fırsattan yararlanarak Mehmed Ali Paşanın beraberinde olanlara karışıp girmişlerdi; diğer bir bölümü de hacı kıyafetinde girerek gelmişlerdi. İspanyol Badya 1818’de; İngiliz Burkhart 1814’de, İngiliz Burton 1853’de; Malçan ve Keyn 1860’da; Felemenkli Doktor Sinok 1886’da; Kurtelmon adında bir Fransız genç de 1893’de Mekke’ye girmişlerdi ki hepsi altı kişidir. Hele Kurtelmon’un cesaretini pek saygın bulurum; zira on kez ölüm tehlikesine uğramıştı.

- Hayır, yedi kişidir; bir de Leiven Roş vardır. Bunun ‘İslam İçinde Otuz Yıl’ adlı yapıtı pek yararlıdır.

- Evet, O da vardır; ancak düşün ki, bu saydıklarımızın hepsi İslamların gevşek oldukları zaman Mekke’ye girmişlerdir. Hacı ne demektir biliyor musun? Yılda iki-üç yüz bin Müslümanın bir araya gelmesi, toplanmasıdır; her yıl buraya hilali gören gelir. Atalarımız, hükümdarların bütün halkıyla orayı ziyarete geldiklerini görmüşlerdir; Abbasi Halifelerin en sonuncusu olan El Mutasım Billah yüz otuz bin deve ile gelmişti. Hac İslam dininin koşullarındandır.

- Bunları da öğrendim. Azizim, sen de vahşilere döndün, önceleri savaş kurallarına pek dikkate alır görünüyordu. Şimdi ise, aman vermeksizin, tutsak kabul etmeyip öldürme taraftarısın.. hatta Avrupa uluslarını tifo, kolera, veba mikroplarıyla yok etmeyi bile gerekli görecek gibisin.

Kendi kendime yüz kere yineliyorum: Sen Sör Harp Okulunda iken senin böyle büyük bir makama geleceği kimin aklına gelirdi.

Maluel daha başka şeylerden, Suzan’dan söz etmek isteyecekti; fakat,  Ömer engel olarak Şamr Emirinden Sultana gönderilen atları almaya gideceğini belirterek konuşmaya son vermek istedi.
Maluel:

- Nefved atları öyle mi? dünyanın en güzel bir cinsi olan bunları ben de görmek isterim, diye bağırdı.
Subay, bu sözünde abartmıyordu; Nefved atları, yani Fırat ve Suriye’ye yakın Arabistan çöllerinde yetişen bu atlar gerçekten övgüyü hak eder.

Bunlar, dengeli görünüşleri, mağrur duruşları, müthiş zekâsı, yumuşak huyları, yürüyüş dayanıklılıklarıyla pek ünlüydüler.

Emirin Sultana gönderdiği atlar, işte bu cinsin en güzellerindendiler. Bu cinsin özelliklerinden bir de sürekli kuyruklarını dik tutmalarıydı. Hele yiyecek konusunda tutumlulukları her tür övgünün üstündedir.

Arap şairlerinden biri: ‘Bunlar rüzgâr ile yarışırlar!’ demişti.

Şamr Emirinin temsilcisi getirdiği iki atın, ‘Khamse’den yani peygamberin yakın olduğu beş seçkin kısraktan birinin soyu olan ‘Küheylan’ cinsinden olduklarını söylemişti. Bunların boyunlarında takılı meşin bir küçük kese içinde şecereleri bulunuyordu.

Maluel, bilen birinin dikkatiyle bu güzel atları gözden geçirirken Sultan bunlardan birisini göstererek binmesine izin verdi.

- Sen Ömer’in arkadaşı ve dostusun; bana da temiz biri olduğunu kanıtladın. Sana bir müslüman gözüyle bakıyorum. Yalnız biraz doğru yoldan sapmışsın, inşallah Cenabı Hak son nefesinde sana iman nasip eder. Bu atı al; adı Mercan’dır.

Başlangıçta hakkında hoş olmayan davranışlar göstermişken şimdi bu müşfik davranıştan Maluel şaşırmıştı; Ömer:

- Buna şaşırma, babam sözünde sadık olanlara karşı pek büyük bir sevgi gösterir; sözünde durma seçkin Müslümanın işaretidir. Putperestler, ortak koşanlar sözlerinde durmazlar. Bedenini ortadan kaldırdığımız şu son Akra’lı yönetici bir yemin ederse, ağzını temizlediğine yardımcısını tanık tutmak için yanında gezdirmek tuhaflığı onların bir nişanesidir.

Çahner, Sultan’ın cömertliğini görünce:

- Yüzbaşım, eğer böyle giderse sizi galiba burada bir kol ordu komutanı olarak göreceğim. Bu gerçekten büyük bir rütbe ve şereftir. Siyam’daki eski arkadaşlarınız bayağı buna içlerini çekeceklerdir. Gerçekten, Berjölevre kütüphanesinin yıllığı doğallıkla sizi muvazzaf komutanlar içinde anma inceliğini göstermeyecek.. dedi.

Maluel:

- Çahner, yıllıktaki sıra numaranız kaçtır

- Kademe sıra numarası 125’dir, seçimle terfi bana göre değil, beni uygun görmediler; bunun da nedenini anlıyorum; çünkü ben bir türlü üstlerime yaranamadım. Yazılı sınavında kurmay öneri tüzüğünde gerekli düzene ilişkin büyük bir pot kırmıştın. Askeri ceza yasasının 194 üncü maddesinde,  görevli asker tarafından toplanan arabaları terk ederek kaçanları beş yıl hapis cezasıyla mahkûm olacağını bilmiyordum. 

Maluel gülerek:

- Zavallı Çahner! Ben  de bu 194 üncü maddeyi bilmiyordum ama bak seçimde kazandım.

- Daha var; dinleyiniz.. Yönetim işlerine ilişkin bir soruya da yanıt veremedim: sürekli bu kurmay öneri tüzüğü. Gözü kör olası içinden çıkılır şey değil.. Dul kadınlarla yalnız başına yaşayan kızların evlerinde asker kalamaz demeyi unutmuştum.. bununla, bir gün Manur’de genç bir dulun evinde kalmıştım.

Çahner buna benzer uzun öyküler anlatacaktı; fakat Maluel gülerek:

- Sen yine boşboğazlığı ele aldın. Şimdi yine kıdemine gelelim: bunun için anlağıma iyi bir düşünce geliyor. Görüşümü dinle: eğer savaş bakanı künyene ölüm işaret koymuşsa mutlaka sizi yüzbaşılığa terfi ettirmiştir.

- Evet.. süreyi bir ay geçirdim.

- Demek bu ölüm işaretini haksız yere çekmiş; hala yaşıyorsunuz.

- Bundan daha doğru bir şey olamaz.

- Fakat, bizim dört kişilik müfrezede savaş bakanlığı temsilcisi görevini kim görebilir?

- Elbette siz Yüzbaşım.

- Öyle ise, yarın başlayan ramazanın birinci günü sizi Yüzbaşı yaptım. Bu günden itibaren..

Çahner gülerek:

- Bir kuru balık fazla istihkakım olacak; fakat, durumumuzdan şikâyete hakkımız yok.. burada pek iyi besleniyoruz.. maaş konusuna gelince, kıtaya dönüşümüzde geçerli olan paraları toptan alacağız. Bu külliyetli paraları alınca kendime sunmak düşüncesinde olduğum şeyleri şimdiden düşünmek istemem.

- Azizim, bunu şimdiden düşünmemenize hiçbir engel yok. On aya kadar herhalde Paris’teyiz.
- Buradan İstanbul’a gidinceye kadar başımıza bir iş gelmezse..

- Bunu merak etme; Arabistan, Suriye, küçük Asya hep Osmanlı ve Müslüman olduğundan bu savaşa katılıyorlar. Bu büyük kitlenin ruhunu oluşturacaklar. Hatta Avrupa tarafındaki Osmanlı halkı da aynı düşüncededir.

- Evet, fakat orada, İngiltere, Rusya ev daha başka hükümetlere rastlayacağız; varlıklarını korumaya çalışacak bütün büyük devletler karşımıza çıkacak.

***

Zenci özel askerleri, Asir’in küçük bir limanı olan Aludan’e ulaştı. Müslüman orduları Aludan’e ulaştıkları gün ramazan başladı.

Sultan bu günden itibaren, her ne kadar Mekke-i Mükerreme 480 kilometreli bir uzaklık kalmışsa da askerleri günlük az yürütmeye başladı. Bundan amacı, askerlerin yolculuk zorluklarına ve orucun bu sıcak günlerde neden olacağı şiddete dayanamamasından korkması değildi; çünkü İstila-i Cihan ordusu bireyleri öyle bir manevi durum içindeydiler ki kendilerinden her ne istense hiç duraksamadan ve canları pahasına yerine getirmeye hazırdılar.. fakat, ha zamanına daha üç ay olduğundan ordunun yavaş yavaş gitmesi bundan ileri geliyordu. Mekke-i Mükerremeye ulaşmasını bir ay daha ertelemek gerekiyordu.

Özel birlikler, yavaş yavaş, küçük konaklamalarla yürürse bunu izleyen bütün ordular, gerisinde toplanmaya zaman bulacaklar ve Sultan da mübarek kente dev bir muvahhit kitle ile ulaşacaktı.
Ramazanın ilk günü, uzaklara topçu atışlarıyla ilan edildi; Sultan, mehdi ordusunda top taşınması için düzenlenen altı fili yanına almıştı; bu müthiş hayvanlar, tam bir bataryayı taşıyorlardı; zira, her fil, namlu ve kundaktan başka cephaneyi de yüklenmişti.

Sultanın beraberinde taşıttığı toplar Mütemehdi ordusunun diğer topları gibi doğrudan doğruya İngilizlerden alınmış değildi.

Bunlar, 1883’de 11 bin maiyetiyle Kasnil’de dervişler tarafından bütünüyle yok edilen General Hayk komutasındaki İngiliz-Mısır ordusundan elde edilmişti.   

Fakat, sabahleyin imsak topu atıldığı sırada bunları kullanan kişileri o kadar usta olmadıkları anlaşıldı. Dolayısıyla eski Vitüfret silahlarına ilişkin Sen Sör’de kazandığı bilgiyi anımsayarak Ömer’in bu bataryanın deneyimsiz komutanına yardım etmesi gerekti.

Maluel de yardıma yetişerek yüz pare top atıldıysa da çevredekilerden birinin yüzü gözü parçalandı.

***

Sultan Ebu Muhammed, Mekke emiri tarafından gönderilen deveye biniyordu. Bu Necid develerinin büyük ve güzel bir örneğiydi; rengi beyaz olup oldukça değerli eyerinden sarkan süsler içinde bütünüyle kayboluyordu.

Deveyi çeken iki kişi de yarı Hintli ve yarı Acem kıyafetindeydiler.

Yerine getirdikleri görev, herkesin kendilerine karşı saygı göstermesini gerektiriyordu.

Bunlardan biri elindeki siyah değnekle devenin dizlerine hafifçe vurmakla hayvan derhal diz çöktü; Sultan, yaldızlı bir sandalyede dikeldi; sultan kollarını uzatarak bağıra bağıra ordusuna şu duayı etti:

“Cenabı Hak hazretlerine şükürler olsun! Bu kutlu ayın ilk günü hürmetine siz sıhhat ve afiyet, cesaret ve yengi bağışlasın! Allah her şeye kadirdir. Cenabı Hakkın şanı uludur!”

Bunun üzerine bütün ordu büyük bir saygı ile secdeye kapandı.

Uzakta çadırlar görünüyor, bir tarafta Kızıl Denizin lacivert ufku, diğer tarafta dağların ihtişamı bu yüce manzaranın doğal bir parçasını oluşturuyordu.

Sırtları yuvarlağımsı çıplak bir tepede Sultanın komutasındaki birlik göze çarpıyordu… bu arık Atuga’daki gibi düzensiz bir şekilde yığılan çadırlar değildi.

Ömer, Savaş Tüzüğünde yazıldığı üzere, çadırları düzenli bir biçimde kurdurmuştu.

Çeşitli sınıflar arasında geniş yollar bırakılmıştı. Erlerin çadırları, Sahra-i Kebir aşiretlerinin çadırlarına benzerdiler bunların her biri yirmi adam alıyordu; bunlar arasında Emirler ile Reislerin otakları ve bunların da önünde on tabura komuta eden Ağaların çadırları bulunuyordu. 

Sultanın çadır bunların hepsine hâkim olup ordugâhtan 200 metre uzakta ve maiyetiyle beraber büyük komuta merkezi oluşturulmuştu.

***

Diğer ordular da bu iki orduyu altı konak geriden izliyorlardı. Buna gerekçe de: yönetim birimlerinin gerekli noktalarda gereken erzakın sağlanmasının başarılması ve özellikle belirlenen kabile tarafından kuyular açılması için gereken zamanın elde edilmesiydi.

Boğazdan geçiş gece ve gündüz devam ediyordu. 

Kızıl Denizden uzak aralıklarla bölünmüş Güney Afrika, Mozambik, Zambez, Angola kabileleri ayrı olmak üzere İstila-i Cihan Ordusunun mükemmel ve donanık bölümleri bütünüyle Asya’ya geçmişlerdi.

Özellikle tam vaktiydi; zira, her taraftan Avrupa savaş gemileri toplanmaya başlamıştı. Çin’deki İngiliz filosu, Doğu Gassa’daki Fransız filosu, Madagaskar’daki gemiler bu büyük yenilginin intikamını almak üzere toplanıyorlardı.

Osmanlı savaş gemileri, bağımsız gelen gemilere uzun müddet direniş ve karşılık vererek yok ediyordu; fakat, kömür ve cephane gibi gereksinimleri elde edecek bir istasyon olmadığı için bunlar da zorunlu olarak yerlerini terk edip Süveyş’e doğru geri çekildiler.

Bereket versin ki Süveyş kanalı İstila-i Cihan ordusunun elindeydi.

Mütemehdinin komutanlarından biri baskınla Süveyş kentini ele geçirdiği sırada Şey Senusi de büyük bir hızla Kahire üzerine varmıştı. İngilizler tarafından alel acele savunmaya geçilen bu kent önünde durmayarak İsmailiye’ye gitmiş ve Süveyş’e, bir geri alma saldırısına karşı savunabilecek bir güç terk etmişti.

Başlangıçta, kanalı Kızıl Denize bağlama noktasında kesin düşüncede bulunduysa da karşısında az bir güç olduğu haberini aldı.

Gerçekten, İngilizler bu kez de her zamanki alışkanlıklarına uygun yalnız kanalın savunmasına çalışmışlardı.

Bunun üzerine Şeyh Senusi Amar gölünün kuzey tarafında bulunan Serapum kentine saldırarak kenti ele geçirdi.

Bu usta hareketin sonucu pek çabuk görüldü.

Amar gölünde bulunan İngilizlerin iki zırhlısı, birçok sahil muhafaza gemileri, toplarının menzilleri dışından çok sayıda zencinin kuzeye doğru çekildiklerini görünce Akdeniz mevzilerinin kaybedilmesinden korkarak İsmailiye’ye doğru çıktılar.

Timsah gölünde durmaksızın daha yukarı Port Seyyid’e kadar gittiler.

İki gece sonra, Süveyş kanalı Amar gölünün kuzeyinde batırılan vapurlarla kapatıldı ve batı tarafındaki cadde üzerinde hızla inşa edilen siperler Kahire’deki İngilizlerin gerçekleştireceği bütün saldırılara karşı koyacak bir duruma getirildi.

Bu işlem son bulmak üzereyken Osmanlı savaş gemileri de kanala girdiler ve bu şekilde kuzeyden gelecek her türlü girişim ve saldırıdan 40 kilometre uzunluğunda ve 10 metre genişliğindeki Amar gölünde korunaklı kaldılar.. derhal bu gölün güneyi de birkaç sıra torpil ile kapatıldığı için Avrupa savaş gemileri Ümit Burnundan dolaşarak Akdeniz’e geçmek zorunda bırakıldılar.

Bunun üzerine Şeyh Senusi ordusu Kahire’nin önüne ulaştı. Burası 12 bin İngiliz ve o kadar da Mısır müslüman asker tarafından savunuluyordu ki bu sonuncular elbette isyancıların müttefikiydiler.

Fakat, mükemmel ateşli silahla birliklerini boş yere kırdırmaktan kaçınan Şeyh Ahmet Senusi, Kahire’yi soyutlamak amacıyla kentin önünde 60 bin kişi bırakıp El Minaş’ın limanına giderek burasını ele geçirip ve İskenderiye tren yolunu tahrip etti. Oradan da doğuya yöneldi.

İngilizler, kuşatmanın takviyesini beklemediler. Arap kâşifleri; Tel Barot yoluyla İskenderiye’ye ulaşmak için Tanteye hareket eden son kez gördükleri Kalime ulaştılar. 

Bu nedenle Kahire savaşmaksızın düşmüştü. Bu sırada Senusi ordusunun büyük bölümü de geldi. Bunun arkasından Tubi ve Nuba’lıların ordusu da yetişti.

O ana kadar çalıştıkları halde başarılı olamadıkları ve Avrupa’nın bile acizlik gösterdiği bir kuvvetin, bir zorba gücün yıkıldığını gören Mısırlılar e özellikle fellahlar, Nil nehrinin bereketli kıyısında esaret altında, sefalet içinde yaşayan zavallı çiftçiler sevinçle dalga dalga Seyyid Ahmet Senusi’nin ordugâhına koştular.

İşte senelerden beri, Mısırı benimseyen ve kendi malı gibi idare ederek Avrupa’nın protestolarına kulak asmayan ve baştan savma yanıtlarla Osmanlı devletini oyalayan İngiltere beklemediği bir darbe ile eski firavunlar toprağını terk zorunda kalmıştı.

Sultan Ebu Muhammed Mekke-i Mükerreme yaklaştığı sırada İngilizlerin elinde yalnız İskenderiye ile Ebu Kır kalmıştı. Seyyid Ahmet bin Senusi, İskenderiye ile Dimenhur arasında Deltalar arazisini sahile bağlayan bir zenci kuvvetiyle ele geçirdi. Başlangıçta Arabi Paşa tarafından 1880’de Kefri Duar çizgisi üzerinde savunulan bir geçit Mısırın kapısı olup İngilizlerin, Tel El Kebir savaşıyla bilinen Vadiyi Temilat yönünden gemilerin gelmesi olanaksızdı. Zira, İsmailiye kanalının geçtiği bu geçit, Süveyş’in ele geçirilmesinden beri İslam ordusunun elinde bulunuyordu.

Yürüyüşündeki hız, hareketindeki ustalık Seyyid Ahmet bin Senusi’yi Kuzey Afrika’da Sultanın en güçlü ve zeki bir komutanı olmak üzere tanıtmıştı.

Kendisini izleyen o kadar düzenli ve güçlü olmayan diğer iki ordu komutanları derhal Şeyhin emri altına girdiler.

Birkaç hafta zarfında Mısır bütünüyle ele geçirilerek erzak elde edildi. Şeyh, Suriye’ye hareket etmeden önce Sultana, Sina dağı yoluyla hecin süvarileri gönderdi. Bunlar günde 100 kilometre mesafeyi kat etmek koşuluyla Sultanla beraber Mekke-i Mükerreme ulaştılar ve Kahire’nin anahtarlarıyla kuzey ordusunun saygısını sundular.

***

Şimdi bütün Arabistan sahili, Yemen ve Hicaz ordularla dolmuştu. Sultan Mekke-i Mükerreme yaklaştıkça yürüyüş ağırlaşıyor ve geride bulunanlar da hac vaktine yetişmek üzere hızlı hareket ediyorlardı.

Mübarek sınıra yaklaşan yüreklerde şiddetli bir sevinç duygusu uyandırıyordu.

Sıkıntılar, yoksunluklar, acılar artık Beytullaha yüz sürmek yüce arzusuyla son bulmuş, çorak kum çöllerinden geçen bu mücahitler için hepsi bir hiç olmuştu.

Bayrama bir hafa kalmıştı ki Sultan İslam reislerini yanında çağırdı. Bunlar, mübarek yerin sınırı olan Vadi-i Fatıma’da Sultan’a katıldılar.

Maluel ile Çahner burada Sultandan ayrılarak Ömer’in en güvendiği bir komutanın emrinde olarak oluşturduğu bir kervan bunları dört günde Cidde’ye götürdü..    





<< Önceki                   Sonraki>>




Cemal Çalık, 25.12.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
İstilâ-i Cihan-Kara Öfke

Cemal Çalık Yazıları








Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı