16 Ocak 2017 Pazartesi

SA3869/KY1-CÇ360: Kumpas/ Roman - Bölüm VI-4

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Altı

-4-

Müsteşarın makam odasından gelen silah sesleri üzerine kalabalık bir muhafız ordusu odaya doluşmuştu. Doktor Serpil Hanım kalabalığı yararak içeri girdi. Kaan Bey’i zırhlı odada oturmuş kahkahalarla gülerken buldu. Odadaki herkes şaşkınlık içindeydi. 

"Muhsin hain değilmiş, Muhsin hain değilmiş" diye sevinçten inliyordu. Doktor muhafız ekip liderine işaretle elemanları çıkarmasını söyledi. Ekip lideri başıyla anladığını işaret etti ve tok bir ses tonuyla "Odayı boşaltıyoruz!" emrini verdi. 

Oda boşaldıktan sonra Doktor, Kaan Bey'in yanına ağır adımlarla yürüdü. Kuşkusuz adam şoktaydı. Konumunu, bulunduğu yeri unutmuş, sıradan bir insanın göstermeyeceği bir tepki gösteriyordu. Kuşkusuz burada bugün bu an yaşananlar sıradan şeyler değildi. Kimse on dört yaşın altında alnından vurulmuş sekiz çocuğun cesedi karşısında duyarsız, duygusuz kalamazdı. Hele de gün boyu ekranlarda bir maharetmiş gibi yayınlanan yüzlerce metre havaya fırlamış bebek arabasının ağır çekim görüntüleri Muhsin’in hamile eşi Vildan’ın parçalanışı.. hayır bütün bunlar karşısında her insan bir yıkım yaşasa da Kaan Bey yaşayamazdı. 

Serpil Hanım adamın şuan sergilediği tepkinin hiç de onun için normal olmadığını biliyordu. Ne çatışmalara girmiş, ne ölümler, ne feci olaylarla karşılaşmış olduğunu biliyordu. Böylesi bir tepki bu olaylar olamazdı. Başka bir şey olmalıydı. Kuşkusuz başka bir şeydi. Haber alma örgütü başkanı soğukkanlılığın timsali, “Bu adam tüm duygularını aldırmış olmalı” denilen Kaan bu denli sarsılamazdı. Kesinlikle başka bir şey olmalıydı.

Yanına çöktü sağlık kitinden sakinleştirici iğne çıkardı. Kaan Bey başını hayır anlamında salladı. Tabancasını kılıfına soktu ayağa kalktı ve gülerek, "Bir ceset torbası demiştim, iki tane lazımmış" dedi. Hâlâ şokta olmalıydı. Yürümesine ihtimal bile vermiyordu. 

Usulca koluna girdi adamın, güvenli odadan ağır adımlarla birlikte çıktılar. Kaan Ardıç kanapeye çöker gibi oturdu. Utanıyor gibiydi. Erkekler nedense gözyaşlarından utanırlardı. Bu böyleydi ve şuan gözyaşlarına tanık olanların olması onu derin bir utanca boğuyor olmalıydı. Başını kaldırmadan çekingen bir tavırla, "Doktor hanım itiraf edeyim kendimi kaybettim. Hem de iyi kaybettim. Adamlarımın gözü önünde olmamalıydı. Bunun telafisinin olacağını sanmıyorum. Ama Muhsin.. canım ciğerim.” Derin bir iç çekti:

“Biz birlikte büyüdük. Liseye kadar birlikte okuduk. Sonra ayrı üniversitelere gittik. Ama hep beraber olduk. Muhsin bambaşka bir insandı. Beni yıkan onun ihanet etmiş olacağını sanmamdı. Oysa yeryüzünde herkes, ama herkes ihanet etse Muhsin’in ayakları olduğu gibi sabit kalırdı. Ne ilaçla ne şuyla buyla kimse onu ihanete sevk edemezdi.” 

Sustu. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını iki elini yüzüne kapayarak sildi. 

“Benim çocukluğum, gençliğe henüz adım attığım dönemler çok rezilceydi. Evet öyleydi. Mahallede benden yaka silkmeyen kimse, ama kimse yoktu. Kendimden yaşça büyük olsun, küçük olsun alt edeceğimi hissettiğimde dalardım. Ellerinde ya simit olurdu, ya misket. Gözüme kestirdiysem el koyardım. Çok da acımasızdım. Rakibime önce kafa atardım sonra sağlı-sollu yumruklarımı boşluklarına gömerdim. Nefesleri kesilirdi. Yere düşerlerdi. Yine durmazdım. Bu kere yerde tekmelerdim. Muhsin bana takılmakla beraber acımasızlıklarıma katılmazdı. Hatta benden küçük olanlara sataştığımda engel olurdu. Karşıma geçerdi yumruklarını sıkar ‘gözün kesiyorsa bana vur!’ derdi. Gözüm kesmezdi. Yardım severdi. Beni de severdi. ‘Senin şu güçsüzlere karşı tavrın olmasa, tadından yenmez valla!’ derdi. Yine de ikimiz mahallenin çetesi olarak bilinirdik. Dengimiz olanlarla kapışmalara Muhsin de katılırdı. Bir gün topladığımız hurdaları hurdacıya satmış eve dönüyorduk –evet hurda toplardık, ikimizin ailesi de yoksuldu ve kendi harçlığımızı kendimiz çıkarıyorduk, Muhsin ‘simit yemek istiyorsan hazıra konmak yok.. hele de bunu güçsüzler üzerinde yapmak. Gözün kesiyorsa kendi simidini kendin kazanacaksın. Yiğitlik budur.’ Diye sık sık öğüt verirdi. Ve benim o gaspçı alışkanlığımı en azından törpülemeye çalışırdı. Başarmıştı da.-  sık sık kavga ettiğimiz bir iki kişi –onlar aşağı mahalledendi- yolumuzu kesti. Elbet bir güzel dövdük. Eve gittik, temizlendik sonra da sinema için yola çıktık. Kavga ettiğimiz çocuklar daha kalabalık bir grupla sokağın başında belirmişti, kiminin elinde lastik kamçılar, sopalar. Bizi dövmeye geldikleri açıktı. Kaçtık. Ara sokaklara daldık. Ve sonra da yapmamamız gereken bir şeyi yaptık. Çıkmaz sokağa düştük. Kaçış yolu yoktu. Bir çöp bidonu vardı. İkimiz de içine girebilirdik. Ama böyle bir şey aptalcaydı. Beni tuttuğu gibi çöp bidonun soktu. “Sakın sesini çıkarma!” dedi. Ben başımı kaldırmaya kalkıştığımda kafama sert bir yumruk indirdi. Peşimizdekilerden bir iki kişi çıkmaz sokağın başında belirmişti. Muhsin hemen çöp bidonunu siper aldı. “Sakın sesini çıkarma, hareket etme! İkimiz birlikte dayak yemeyelim!” diye fısıldadı, gülüyordu da. Bense korkumdan değil kıpırdamak nefes bile alamaz haldeydim. Muhsin kaçmak için hamle yapmış çöp bidonundan uzaklaşarak onları da oradan uzaklaştırmıştı. Arkadaşım ellerindeydi. Bense bidonun içinde titriyordum. Ve arkadaşıma vurmaya başladılar. Yerimi söylemeleri için yumruk, tekme, sopa.. ne varsa, ne hoşlarına gidiyorsa onunla vuruyorlardı. Vurma seslerini “Konuşlan yanındaki it nerede söyle!” deyişlerini duyuyordum. Söylemedi. Söylemedi. Bayıltana kadar dövdüler de o yaşta yapılması muhal bir şeyi yaptı. Açmadı ağzını. Ben olsam inanın söylerdim. Onca dayaktan, bayılacak hale gelen biri acıdan kurtulmak için neler söylemez ki? Ama o.. on üç on dört yaşlarında bir çocuk, kimsenin hiçbir şey bilemeyeceği, kimsenin umursamayacağı şeyi yaptı. Sustu. Çıkmaya karar vermiştim. Arkadaşıma işkence yapanlar Muhsin bayılınca öldü sanıp korkup kaçtılar. Artlarına bakmadan. Ben bidondan çıktım. Yanına oturdum. Ağladım. Öldü diye ağladım. Yakasına sarılmış “Neden, Allahın cezası neden konuşmadın? Neden?” Sarsıyordum. Ve bugün.. Muhsin.. hayır dedim, aklım evet dedi, yüreğim hayır, dedi. bazı insanlara bazı şeyler kesinlikle yakışmaz, üstüne oturmaz. İhanet de Muhsin’e yakışmazdı. İşte kendimi böylesine kaybedişimin nedeni bu Serpil Hanım! Böylece benim ne denli pısırık, korkak olduğumu da görmüş oldunuz. Ve tabi diğerleri de. Bundan böyle beni kaale almaları zor olacak.”

Doktor elini dostça adamın omuzuna koydu:

“Ne kadar insan olduğunuzu gördüm. Burada herkes sizin insan olduğunuzu gördü. Bu çok önemli bir şey. Ağlayan, gözyaşı döken, arkadaşı için dövünen bir insan her zaman herkese güven verir. Sizi hep takdir etmişimdir. Sert görünümünüzün altında ne denli merhametli, ne denli şefkatli biri olduğunu biliyordum. Ancak bu kadar görkemli olduğunu bilmiyordum. bunu bugün tüm çalışanlarınız gördü ve sizinle inanın müthiş bir gurur duyuyorlardır. İçlerinde azıcık bir korku varsa da silinip gitmiştir.”

Müsteşar doktorun bu sözleri üzerine derin bir of çekip “Sahi doktor hanım Dayı nasıl?” diye sordu.

Doktor rahatlatıcı bir sesle cevap verdi:

"Neyse ki bugün tek iyi haber Dayı'nın durumunun iyi olduğu.. Kurşun abdominal aortu sıyırıp, omurga arasından sinirleri fazla zedelemeden geçip gitmiş, yine de yatması gerek..ona kalsa ayağa kalkıp görevinin başına geçecek!”

Müsteşar gülümsedi. 

“Öyledir o! Yatmayı sevmez. Buradaki cesetleri ne zaman alırsınız? Odayı toparlasınlar!”

“Siz ne zaman isterseniz!” diye yanıtladı doktor, adamın elleri titriyor gibiydi. Arada bir yüzünde de seğirme oluyordu. “Eğer istersen bir sakinleştirici yapayım sana!” 

Müsteşar başını salladı:

“Gerekmez. İşimiz yoğun! Siz bu cesetleri aldırın. Ben de temizlikçilere söyleyeyim, odayı eski haline getirsinler.” İçini çekti, “Eski haline gelir mi orası meçhul!”

“Baş üstüne!” dedi doktor, yerinden kalktı. Odadan çıktı. 

Müsteşar cebinden telefonunu çıkarıp tuşladı:

“Suat!” dedi. “Neredesin?”

Karşı Harekât daire bölüm yardımcısı Suat :

“Revirde Dayı'ya baktım efendim!”

“Durumu nasıl?”

Suat, yatakta yarı uyanık yarı uykulu kolunda serum yatan Dayı’ya baktı göz kırptı:

“Bir şeyi yok, sırf kaytarmak için yatıyor!” 

Dayı Suat’ın bu sözleri üzerine güldü, canı yandı:

“Seni rezil!” dedi canı yanarak, “Bir daha güldürürsen –yanındaki boş yatağı işaret edip- sana bu yatağı hazırlarım”

Suat duymazdan geldi:

“Beni tehdit ediyor efendim!” 

Müsteşar gülerek, “Yapar mı yapar! Benimle çaycının odasında buluş!” dedi.

“Emredersiniz!”

Müsteşar temizlik birimini arayıp odayı eski haline getirmelerini söyleyip odadan çıktı. Zemin kattan bir kat aşağıda çaycı için hazırlanan odaya doğru yola çıktı. Kendine gelmişti. Kendisiyle karşılaşanlar daha bir sevecen, daha bir dostça, daha bir samimi bakıyorlardı sanki. Sanki değil, kesin böyleydi. Göğsü kabarmıştı. Bu bakışlar ona yeniden güç vermişti. Nizarilerle olan savaşta gereken hırsını bilemişti. Kendinden emin yürüyordu, odadan çıkarken ki belli-belirsiz korku ve kuşkudan eser kalmamıştı. Doktor iyi bir gözlemci, iyi bir analizciydi. “Ona sorsak sağlık dışında da bize yardımcı olur mu?” acaba diye geçirdi içinden.

Çaycının kapısı önüne vardı kendisin gören muhafız hemen hazır ola geçti. Salih’in muhafızıydı bu. 

“Ne haber aslanım?” dedi sevecen bir ses tonuyla. Muhafız da aynı tonda:

“Sayenizde her şey yolunda efendim!” dedi. Müsteşar odayı açıp içeri girdi. Çaycı bilgisayar üzerinde aldığı görüntüleri işliyordu. Kapının açılıp kapanmasıyla kapıya doğru döndü. Müsteşarı görünce ayağa kalktı. Koşup adama sarıldı. Hiç beklemediği bir duygusallıktı bu. Nereden çıkmıştı?

“Hayırdır Tilki?”

Tilki geri çekildi:

“Kusura bakma.. kendimi tutamadım abi. Çıkan çatışmadan fazlasıyla ürktüm. Odanda olanları da duydum. Çay mı? kahve mi istersin?” dedi.

“Boş çayı, kahveyi zamanımız dar. Ne üzerinde çalışıyorsun? Çocuklardan görüntü alabildin mi?”

Üzgün bir sesle:

“Çocuklar çok ürktüler. Ne zaman sakinleşirler bilemiyorum. Yan odadalar. Refakatçilerinden rica ettim çocukların sakinleşmeleri için yardımcı olsunlar diye. İşbirliğine hazır gibi olsalar da hepsi sahtekâr. Aldığım görüntüler öyle diyor.”

Kapı açıldı 30-35 yaşlarında bir doksan boyunda esmer bir adam içeri girdi. Suat Dönmez’di bu. 

Daire başkanı Dayı’nın sağ kolu olan Suat, Yunus Alkış’ı ele geçirmek görevinde de bulunmuştu. Suat adı neredeyse kullanılmazdı. Dayı bir kere ‘Yeğen’ demişti. Ve adamın adı Yeğen kalmıştı. 

“Gel Suat!” dedi müsteşar ve oturması için hemen yanındaki sandalyeyi gösterdi. 

“Otur bakalım! Durum ne âlemde?”

“Durum..” dedi sustu. Kaan sahte bir gülümseyişle karşılık verdi adama.

“Ulan dairede kıyamet koptu.. durum.. işte durum!”

“Efendim genel güvenliği iki katına çıkardık. Giriş çıkışlar sağlama alındı. En güvenilir elemanlar daireye getirtildi. Dayı’nın listesindekilerin hepsi daireye çağrıldı.”

“Anladım. Şimdi bu bölüme kimse, ama kimse alınmayacak. İsterse başkan gelsin alınmayacak. Bu kadar! Ha Başkanı nasıl engellersiniz onu bilemiyorum.”

Suat şaşkın şaşkın müsteşara baktı. Dayı’dan şakalara alışıktı acaba amiri de şaka mı yapıyordu. Gözleri birbirine dikili bir süre kaldılar. Adam şaka yapmıyordu.

“Nasıl bir pisliğin içindeyiz?” diye geçirdi içinden. “Başkan da giremez öyle mi?” dedi inanmamışlık seziliyordu bu söyleyişte. Müsteşar kahkahayı patlatıp “Şaka lan şaka!” dese keşke.

“Evet, sadece bu oda değil. Tüm bölüm dünyadan izole edilecek. Süleyman işini bitirene kadar böyle. Süleyman işini bitirince normal düzene geçeriz. Suat böyle bir bölüm şu andan itibaren bu binada yok. Bu kat yok. Olmayan yere kim niye girsin?”

Suat olayın ciddiyetini anladı ve “Emredersiniz!” dedi tok bir sesle.

“Hadi şimdi gerekli şeyleri yap. İşini bitirdikten sonra sen de muhafıza katıl. Bu yer senin gözetiminde, Süleyman tamam deyinceye kadar.”

“Baş üstüne!” deyip oturduğu yerden kalktı odadan çıktı. 

Müsteşar Tilki’ye dönüp, “Şimdi Tilki kardeş.. iki büyük balık yakaladık ki sorma..” dedi. “Şuanda başkanlık konutundalar!” 

Tilki gülerek, “Sansar ile Kuzgun.. gel gör ki ikisi de balık türü değil” diye cevapladı.

Müsteşar da güldü:

“Haklısın.. ikisinin de türü bozuk. Tahmin mi görüntü mü?”

“Görüntü.. hem de harika bir görüntü.. ikisi de hoca efendiden talimat alırken. Yani hiç kaçamak yok. Görüntü on dakika. Ha bir şey daha.. buna bayılacaksın abi.. artık görüntülere ses de ekleyebiliyorum..”

“Ne!” diye gayr-i ihtiyari haykırdı Kaan. “Nasıl olabilir bu?”

“Abi sana daha önce de demiştim.. yeter ki bende cihaz olsun..”

“Sen ses de süzebiliyor muydun?”

“Elbette.. söylememiş miydim?”

“Söylediysen de aklımda kalmamış.. ya bu çok güzel, çok müthiş bir haber. Nasıl beceriyorsun? Kendi sesleri değil mi?”

“Elbette kendi sesleri.. program benim eserim” Hiç farkında olmadan müsteşara dil çıkardı. Hemen başını önüne eğdi. Utanmıştı. Müsteşar sağ eliyle adamın çenesinden kaldırdı. Gözlerinin içi gülüyordu. O da dil çıkardı. güldüler.

“Bu mükemmel biliyor musun? Refakatçılardan başka ne öğrenebildin? Uyuyan müritlerle ilgili bir şeyler var mı?”

“Uyuyan mürit mi? Hayır..” diye yanıtladı. “Çopur mu söyledi?”

Müsteşar başını salladı:

“Evet.. rezilin tekiydi ama yine de epey faydası dokundu. Uyuyan müritler kendileri bile bilmiyorlar ne olduklarını. Bir tür ipnotize edilmiş kişiler. Genelde suikast işi için hazırlanmış bir ekip. Kim oldukları bilinmiyor. Belki de bilen bir tek hoca efendidir, demişti Salih. Şifreli bir söz, bir müzik, bir işaretle uyuyan mürit uyandırılıyor. Ve yapılması istenen şeyi yapıyor!”

“Abi bu korkunç bir şey.. bu durumda!”

Kaan Ardıç “bu durumda”nın altında neler söylendiğini, neler söyleneceğini çok iyi biliyordu, “Bu durumda” dedi müsteşar, “Bu durumda hiç kimseden emin olamayız. Ne ben ne sen, ne başkanın kendisi.. hiç kimse!”

“Böyle bir şeyin imkânı var mı abi?” diye şaşkınlıkla karşılık verdi.

“Bu karşı çıkışı sen mi yapıyorsun Tilki? İnsanların beynindeki görüntülere bir kamera gibi bir mikrofon gibi ulaşan sen mi imkânı var mı? diye soruyor. İşte dört yıldan fazladır çalışan, tüm güvenlik soruşturmalarından yüzünün akıyla çıkan sekreter kız. Beni bile vurmaya kalktı biliyor musun? Ya benim ceset torbası isteyişimden kuşkulandı ya da Salih’in işaretlerinden. Her ne halt ise.. balıklarla ilgili görüntüler hazır mı?”

“Hazır.. sesleriyle birlikte.”

Tilki koltuğunu PC’ye çevirdi, refakatçi adlı dosyayı tıklayıp açtı. Bir yazılı filmi oynamaya başladı. Salih’ül Emre’nin Penisilinya’daki çalışma odasıydı. Salih’ül Emre ve iki konuğu karşılıklı oturuyorlardı. Salih’ül Emre’nin sağ tarafında da Ümid Buzurg ayakta bekliyordu.

Salih’ül Emre’nin kesik kesik sesi geliyordu:

“Arkadaşlar durumun vahametini size anlatmama gerek yok. Bu adam bizim kolumuzu kesmediyse de birçok parmağımızı doğradı. Ve işte yine bir fırsat çıktı karşımıza. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. Seçimler yaklaşıyor. Sayın bakanım siz bizim icadımız fundamentalist mürteci ‘merhaba-birlik’ terör örgütünü detaylandırmak için çalışmalara hız verin. Başkanın en yakınlarını hatta kendisini bile ilişkilendirin. Ardıç kuşunu da dâhil edin. Bunun için gerekli dokümanları bizim Hüseyin Kâini hazırlayacak. Hem bu terör örgütüyle ilgili bilgi ve belge hem de yolsuzlukla. Terör örgütüyle ilgili olarak yakınlarını, dost çevresini katarken irtikap-rüşvet ve yolsuzlukla ilgili bilgi ve belgelerde de bizzat ekilmişin kendisi ve aile bireyleri olacak. Ve bu bilgi ve belgeler internet aracılığıyla-basılı görsel medya aracılığıyla azar azar piyasaya sürülecek. Bir de muhalefete çeki düzen vermek gerek. Bu da sizin uhdenizde sayın bakanım. Adamlar yan çiziyor. Hele başkanlığa en yakın olan ki hiç pas vermiyor. Yoklamalarımız sonucunda onunla anlaşamayacağımız ortaya çıktı. Onun itibarını yerle bir etmek size düşüyor. Diğer paçoz o kadar önemli değil ama onun itibarını değil bedenini ortadan kaldırmalı, birilerine bir tür ihtar olmalı. Hem onun ölümü de ekilmişe tahvil edilmeli. Hazırlıklarınızı buna göre yapmalısınız. Ve bugünden itibaren çok hızlı çalışmalıyız. Eğer bu seçimi de kaybedersek ne kolumuz ne kafamız kalır.. benden demesi.”

Bakan İdris Kuzgun, “Emredersiniz efendim. Müsterih olun muhalefetin işi kolay. Zaafı tespit edildi ve görüntüler bugün yarın alınır. Ondan sonrası kolay. Parti içinde her isteğimize harfiyen uyacak makam delisi bir eleman var. Onu da partinin adayı yaptık mı, işimiz tamam. Diğeri için de olağan bir kaza düşündük. Gerçi uçmaktan korkuyor ama adamlarımız korkusunu bugün yarın yenip helikoptere bindirirler. Uçulmayacak bir yörede yol alacaktır.” dedi gülerek.

Hoca efendi sevinçle ellerini dizine vurdu: 

“Bu çok güzel bir haber.. bak – başını Ümid Buzurg’a çevirip- böyle inisiyatifler kullanmak ne güzel.” 

Ümid Buzurg başını evet anlamında sallamakla yetindi.

Salih’ül Emre:

 “Valla çok sevindim!” dedi. ve sürdürdü konuşmasını. “Sayın müdürüm siz de bize karşı yapılacak operasyonları büyük bir titizlikle izlemeli özellikle yargıya yönelik olacakları gün öncesinden bildirmelisiniz. Medyayı ihmal etmeden, arkadaşlara gün öncesinden haber verirken medyaya internet üzerinden bir bilemedin iki saat önce haber uçurulmalı. Haber uçurulmalı ki iktidarın acizliği işlenebilsin. Aman gözünüzü seveyim bu çok önemli. Bundan da bir sonuç alamazsak, ki umarım alırız, geriye yılanla aynı yatağa girmek kalıyor. Ayrılıkçı örgütün lideri işimize yaramıyor ama dağdakilerle anlaşma umudum var. o yönde emarelere sahibim. Aman müdürüm, operasyonlar.. aman ha!”

“Efendimiz her şey hazır. Operasyonlarda bizden habersiz bir kuş bile uçamaz.”

Hoca efendi kuşkulu bir sesle:

“Yine de içimde bir sıkıntı var arkadaşlar. Bize hiç dokunamamalıydı. Hâlâ, bunu nasıl becerdi anlayamıyorum. Lan bu ekilmişe vahiy geldi, diyeceğim inansam. Valla bizi nasıl deşifre etti anlayabilmiş değilim. Ne güzel güdüyorduk, istediğimiz gibi ekiyorduk. Birden hop dedi.. Biri kulağına fısıldamış olmalı, ama kim? İçimizden bir hain olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu kadar bilgiye soruşturmayla araştırmayla ulaşılamaz arkadaş. İçimizde bir hain!”

“Ben” dedi Fuat Sansar çekinerek. “Bizden bir kaynak olsa da bu işin arkasında Umur Tılsım var, diye düşünüyorum! Beyin o! Ekibini dağıttık ama.. mesela Ardıç’ı hiç tahmin edemedik. Haberimiz bile olmadı.”

Hoca efendi hiddetlenererek, “O zaman defterini dürelim müdür bey.. siz yapamıyorsanız Çopur’a havale edelim.. ve defterini dürelim.” dedi.

Fuat Sansar öksürdü, “İşin boyutunu iyice öğrenmek istiyoruz, o yüzden henüz erken diyoruz.” diye karşılık verdi. 

“İyi.. hadi herkes iş başına!” 

Film burada bitiyordu.

Kaan Ardıç bir şaplak attı Tilki’nin omuzuna “Lan ne dilersen dile benden.. evereyim mi lan seni?” dedi sevinçten yerinde duramaz bir haldeydi. “Harika bir iş olmuş. Bu müthiş. Şimdi Salih Çopur’un dediği bir şeyi yapacağız. Eğer bunu da başarabilirsen.. eğer bu doğruysa.. ah!”

“Hayırdır abi?” dedi Tilki.

“Nasıl söyleyeceğim bilemiyorum gerçi. Bizim bu hoca bozuntusu var ya.. o ifrit.. oğlan düşkünü.. ve Salih bir ihtimal bu çocuklardan birkaçıyla da beraber olmuş olabilir. Canlı bombalarla.”

“İğrenç bir şey bu abi! Yalandır belki.”

“Doğrusunu istersen” diye karşılık verdi müsteşar. “Ben de yalan olmasını istiyorum, biliyor musun? Kanını içsem doymam, ama böylesi bir alçaklığı da kabul edemiyorum, bu kadar alçaklığı ummuyorum, ben düşmanımın da haysiyetli, ahlaklı, dürüst olmasını isterim, böylesine aşağılık biriyle mücadele bile tiksinti verici. Gel gör ki Salih Çopur niye yalan söylesin. Hem de senin yeteneğini bilen biri olarak!”

Genç adam şaşırmıştı:

“Beni tanıyor muymuş? Bir tuhaflık vardı!”

Müsteşar, “Ben ne kadar boşboğaz oldum?” diye eseflendi kendi kendine. “Nereden bilecek ben söyledim. Sırrını kendisiyle birlikte götürdü.. sen içini ferah tut.”

“Neden söyledin abi!” içerlemiş gibiydi. 

Müsteşar genç adamın omzuna elini koydu:

“Ondan söylediklerine ilişkin görse kanıtları olup olmadığını sordum. Olmadığını söyledi. Ben de böyle böyle bir şey var, dedim.. o da ‘o zaman çocukları incelesin!’ dedi. Hoca bozuntusuyla ilgili anılara yönlendirip süze bilir misin?”

“Denerim!” diye yanıtladı Tilki, “Denemesine denerim de çocuklar kaldırabilir mi? Belki unutmak için kendilerini zorlamışlar ve belki de derinlere gömmüşler, üstüne kalın kayalar koymuşlardır.”

Kaan “Hayır!” dedi üzüntüyle. “Sanmam.. Tahir Kirmani denen hokkabaz çocukları hazırlıyormuş, ilaçla telkinle bu iğrenç adamın ifrazatlarının bile şifa olduğunu işlermiş. Onları heveslendirirmiş. Günahlarından arındıklarına inandırılıyor..” 

Kaan Ardıç sağ yumruğunu sıktı. Tilki’nin gözler dolmuştu. Ağladı ağlayacaktı. Kısık bir sesle “Yeter! Yeter!” diyebildi.

Kaan Ardıç:

“İşte o iblisi bu zaafıyla vuracağız. Eğer Çopur’un söylediği doğruysa o iti o zaafıyla indireceğiz. Senin ustalığına kalmış. Bugün bu işi bitireceğim. Tüm dünya bir pislikten arınacak!”

Tilki için için ağlıyordu. 

“Bir pislik gidecek başka bir pislik, başka bir ifrit yerini alacak!” diye inledi.

Kaan Ardıç Tilkinin bu denli içlenişini anlamak istemiyordu, hele tahmin ettiği şeyin asla olmuş olmasını hiç, ama hiç istemiyordu. Genç adamın omzuna elini koydu ve:

“O pisliği de gömeceğiz aslanım, işimiz ne? Sen şimdi o görüntüleri..” Telefonu çaldı. 

“Alo!” dedi. “Bir dakika başkanım!” Eliyle ahizeyi kapadı, “Hadi Süleymanım.. zamanımız az!” 

Süleyman oturduğu sandalyeden hırsla kalktı. Odadan çıktı.

“Evet, başkanım sizi dinliyorum!”

Başkan:

“Sayın müsteşarım vakit daralıyor. Gerçi bunun için aramadım. Orada olan bitenleri ne zaman rapor edecektin?”

Kaan derin bir nefes aldı gürültüyle bıraktı. Başkan duysun istiyordu. 

“Efendim rapor işi kolay. Nizariler tahmin ettiğimizin çok ötesinde bir güce yapılanmaya sahipler.. böyle bir düşmanla daha önce kimsenin karşılaştığını sanmıyorum. En yakınımıza kadar elemanlarını yerleştirmişler. Bunları detaylı bir biçimde size anlatacağım. Bakanla müdür hala konaktadırlar umarım.”

“Konaktalar. Hem gitmek istiyorlar hem kalmak için can atıyorlar. Sen kanıtlarla geleceksin değil mi?”

“Ben” dedi sustu, güçlükle, “Efendim izniniz olursa Muhsin Tınaz’ın anne babasıyla görüşeceğim. Hamile gelinleri ve tek çocukları olan oğullarını kaybettiler. Benim anam-babam gibidir her ikisi de.”

“Anlıyorum..” dedi başkan bir süre bekledi. “Ya kanıtlar..”

“Size iki eleman göndereceğim. Kanıtları o arkadaşlar verecek ve toplantıya da benim yerime katılacaklar, izin verirseniz eğer!”

“Kanıtlar sağlam mı sayın Müsteşar?”

“Sağlamdan öte efendim. Size ikisinin de hoca bozuntusunun huzurundaki görüşmelerini, aldıkları direktifleri, yapılan nice şeyin onların bilgisi dahilinde olduğunu görsel olarak sunacağım!”

Başkan hem şaşırmış hem sevinmişti. 

“Arkadaşının ailesine benden de selam götür, taziyelerimi bildir, ne kısa zamanda kendilerini ziyaret edeceğimi söyle! Sayın müsteşar haberlerin çok, hem de çok güzeldi. Yılanı başından tutacağız gibime geliyor!”

“Ben de öyle umuyorum!” dedi telefonu kapadı. “Sana o yılanı getireceğim sayın başkan! Sana o yılanı bugün bitmeden getireceğim!” dedi kendi kendine. 

Süleyman gözleri kızarmış bir halde içeri girdi. Elinde iki fincanlı bir tepsi vardı. Tepsiyi soldaki sehpaya koydu. Fincanın birini müsteşara verdi. diğerini kendine aldı, konuşmadan PC’nin başına geçti. Kah fincandan bir yudum alıyor, kâh arada bir içini çekiyor, kâh arada bir burnunu çekiyor çalışmaya başladığında da klavye üzerinde elleri görünmez oluyordu. 

Çaylarını bitirmeden görüntüleri sesle birlikte hazırlayan Süleyman, “Ben bunlara bakmayacağım! Siz bakın! İşinizi bitirince bana seslenin. Flash belleğe atar size teslim ederim!” dedi ayağa kalkıp odadan çıktı. 

Film başlamıştı. Salih’ül Emre on ya da on beş yaş daha genç görünüyordu ve çırılçıplaktı. İğrenç bir görüntüsü vardı bedeninin. İri yarı göbeği, sarkmış göğüsleri.. deri bir koltukta oturmuştu. Gözleri baygındı.

Kaan Ardıç öfkeyle kapadı filmi, “Süleyman!” diye bağırdı. Süleyman içeri girdi. Kapıyı kapadı. Genç adam usul usul Kaan’ın yanına geldi. Neredeyse bayılacak gibiydi. Sarhoştu adeta. Görüntülerle ilgili hiçbir şey sormadan

“Bu iğrenç görüntüyle diğerinden iki tane hazırla. Birini bana veriyorsun. Suat buralarda mı?” dedi.
Süleyman başını evet anlamında salladı. Başkan “Suat!” diye bağırdı. Suat hızla elinde tabanca içeri girdi. Müsteşar kaşlarını çattı “Bu ne hal Suat?” dedi öfkeyle “Serinkanlılığınıza ne oldu sizin?”

“Efendim ben şey sandım” dedi kekeleyerek.

“Bir şey sanma!” dedi öfkeyle müsteşar. “Süleyman sana emanet. İkiniz birlikte hemen başkanlık konutuna gidiyorsunuz. Başkanla görüştükten sonra iki kişi var, sorguya çekilecek. Süleyman onlarla kısa bir görüşme yaptıktan sonra sen sorguyu genişleterek yaparsın. Anlaşıldı mı? Güvenlik toplantısına da benim yerime sen katılacaksın!”

Adam iyice şaşırmıştı:

“Sizin yerinize mi?”

Müsteşar neredeyse kendisini kaybetmek üzereydi. Görüntüleri kafasından silemiyordu. Yine içinden haykırıyordu “Hayır.. hayır!” kendini sıktı. Öfkesini Suat’a kusmaktan başka çare yoktu. Öfkesi, kızgınlığı başka şeye olsa da. “Her söylediğimi iki kere mi söylemeliyim? İstersen bir daha baştan alayım?”

“Hayır efendim!” dedi usulca. Bu kadar çileden çıkarıcı ne olmuştu ki? Biraz önce şen şakrak hatta neredeyse şaka yapan adam gitmiş, çıldırmış bir adam gelmişti. Gözleri dönmüştü adamın. Birden bire. “Dayıya mı söylesem durumu, doktora mı?” diye düşündü.

Müsteşar yine öfkeyle “Süleyman hâlâ hazır değil mi?” diye bağırdı.

Genç adam yutkunarak “Hazır!” karşılığını verdi.

“İyi benimkini ver. Sonra da hiçbir yere takılmadan doğruca başkana gidin. Anlaşıldı mı Suat? Yoksa tekrarlayayım mı?”

Cevap vermek yerine susmayı tercih etti. Tam odadan çıkmak üzereydiler ki müsteşar;

“Suat bir dakika” dedi. “Bekle.. bu kapı önündeki muhafız nasıl biri? Göründüğü gibi mi yoksa içi boş samandan kaplan mı?”

Suat:

 “Göründüğü gibidir efendim. Tek eliyle bir boğanın nefesini keser. Yakın dövüş ustasıdır. Ve üç-dört gün hiç uyumadan ayakta durabilir. Açlığa, susuzluğa..”

“Tamam.. anlaşıldı” diye sözünü kesti Suat’ın. “Hazırlansın.. pasaport hazırlayın. Bana refakat edecek!” 

“Baş üstüne!” deyip Süleyman’la birlikte odadan çıktılar. Kaan Ardıç yaşadığı bu ikinci şokla baş etmeye çalışıyordu. Bu nasıl olurdu? 

“Neden, neden daha önce söylemedin evladım!” diyordu kendi kendine. “Neden çekindin?” 

Genç adamın bir çocuk gibi ağlaması boşuna değildi. Bu iğrenç görüntüyü kendi belleğinden süzmüştü. Oysa ne demişti:

“Denemesine denerim de çocuklar kaldırabilir mi? Belki unutmak için kendilerini zorlamışlardır ve belki de benliklerinin en derinlerine gömmüşlerdir, üstüne kalın kayalar koymuşlardır.”

“Bu pislik gömülecek, başka bir pislik onun yerini alacak, he Süleyman’ım. Benim talihsiz yavrum!”




<< Önceki                                                    Sonraki>>


Cemal Çalık, 16.01.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 



Seçkin Deniz Twitter Akışı