15 Mart 2020 Pazar

SA8429/TG282: Avrupa’nın İslam’ı Sevdiği Zamanlar- When Europe Loved Islam

Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıda çevirisini yayınladığımız neocon Foreign Policy analizi, Marya Hannun ve Sophie Spaan'ın ortak çalışmasıdır ve Avrupa'nın İslam'a ve Müslümanlara bakışındaki emperyalist yaklaşıma ve günümüz İslam düşmanlığına odaklanmaktadır. Analiz'den de açıkça görüleceği üzere, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupalı Emperyalist Sömürgecilerin birbirleri ile mücadelesinde İslam ve sömürge ülkelerde yaşayan Müslümanlar basit birer araç-silah-asker olarak kullanılırken bazen kollanmış, desteklenmiş ve onların çeşitli imkanlar elde etmeleri sağlanmıştır. Avrupa İslam'ı değiştirebildiği, kullanabildiği ve müslümanları parçalayabildiği zamanlarda 'sevmiş', ancak İslam insan ve müslüman onurunu korumak üzere yüceltildiği zaman da İslam düşmanı olmuştur. Sömürge savaşlarının dünyayı kasıp kavurduğu 20. yüzyılın başlarında müslüman olmuş görünen Yahudi, İngiliz, İrlandalı, Fransız, Alman casus bilim adamı ve filozofların sömürgeciliğin bitmeye başladığı 21. yüzyılda nereye kayboldukları ve İslam'a girişin neden o dönemdeki kadar cazip olmadığı ve gündeme gelemediği sorusunun sorulmasına neden olmuştur. Bu sorunun cevabı açıktır; aşağıdaki analiz de bu anlamda bir itiraf niteliğindedir. Sapkın, sapık tipleri peygamber modunda pazarlayan ve destekleyen Avrupalılar, 21 yüzyılda güçlerini ABD'ye devretmek zorunda kaldıklarında, devşirme kullanma gibi miraslarını da ABD'ye devrettiler. Türkiye'de FETÖ gibi Ilımlı İslam- Dinlerarası Diyalog örgütleri kurdukları gibi, El Kaide, IŞİD-DAEŞ, Hizbuttahrir gibi Selefi-sünni örgütler ile Hizbullah, Haşdi Şabi gibi şii örgütler kurarak müslümanların öldürülmesini sağlamıştır. Yüzlerce yıllık Satanist-Haçlı İttifakı'nın müslümanların içindeki hainleri-münafıkları kullanma biçimleri değişmemiştir. Bugün İslam, Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin Emperyalizm'e karşı direnişinin temel felsefi altyapısına destek verdiği için Siyonizm'in yönettiği ABD ve Avrupa ile birlikte, Rusya, Hindistan ve Çin tarafından da düşman ilan edilmiştir. Tarihin yeniden dönüştüğü günlerde yaşıyor olduğumuz gerçeği bize insanlığın yaşadığı son 400 yıllık eşitsizliğin artık değiştiğini de göstermektedir: Türkiye liderliğinde Asyalı, Avrupalı ve Afrikalı müslümanlar sömürgeci Batılıların çöktüğüne şahit oldukları bugünlerde geçmişten çok daha fazla farkındalar ve güçlüler... Gelecek müslümanlar için umut vaat ederken, yükseldiği zannedilen Satanizm'in de çöküşe geçeceği günleri müjdelemektedir.
Seçkin Deniz, 15.03.2020

When Europe Loved Islam

Berlin'in güneybatısındaki Brienner Caddesi üzerindeki Wilmersdorf Camii'ne dışarıdan bakıldığında, yüksek minareleri ve soğan biçimindeki Babür tarzı kubbesi ile 1920'lerde inşa edildiği zamanlardaki gibi görünüyor. Ancak işlevi, içinde bulunduğu şehir gibi değişmiş durumda.

Bugün cami sakin bir yer. Esas olarak bir bilgi merkezi olarak hizmet ediyor: Okul çocukları bazen saha gezilerine geliyorlar; dinler arası diyalog için gerçekleştirilen pazar kahvaltılarına cami ev sahipliği yapıyor. Küçük bir Müslüman topluluğu Cuma namazına düzenli olarak geliyor.

Wilmersdorf Camii, Weimar Cumhuriyeti'nde manevi kültürlerarası hareketin yaşandığı hayat dolu bir merkez olmaktan artık çok uzak.

İngiliz yönetimindeki Hindistan’ın Pencap bölgesinden gelerek camiyi inşa eden Ahmediyye(*) tarikatı misyonerleri, günün felsefi sorunlarına değinen derslere ev sahipliği yaparak 1920’lerin Berlin'inde çok sayıda insanın ilgisini çekmişti. Derslerde yaşam ve doktrin arasında artan boşluk; Avrupa'nın geleceği ve bir bütün olarak insanlığın geleceği gibi konulara değinilmekteydi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Hıristiyan uygarlığında yaşanan derin hayal kırıklıklarıyla uğraşan ve manevi olduğu kadar modern ve rasyonel bir dini alternatif arayışındaki her yaştan Alman, bu derslere katılmış ve sonunda çoğu Müslüman olmuştu.

Bu durum, sağ görüşlü ‘Almanya için Alternatif (AfD)’ partisinin burka ve minareler için yasak çağrısında bulunduğu ve Almanların yarısından fazlasının İslam'ı bir tehdit olarak gördükleri bugünün Almanya'sında hayal edilmesi oldukça tuhaf bir sahnedir. Ancak iki dünya savaşı arası dönemde Berlin, sadece Güney Asya ve Orta Doğu'dan gelen göçmenleri ve öğrencileri değil, aynı zamanda yaşamın her kesiminden Müslüman olmuş Almanı da içeren başarılı bir Müslüman aydın kesime sahip olmakla övünmekteydi. O dönemde İslam, ileri görüşlü solcular için kültürlerarası, hatta egzotik bir maneviyat biçimini temsil ediyordu; 1970’lerin Kaliforniya’sında Budizm’e yönelik bakış açısını düşünün. 

Bu tür bir genişlik sergilemede ve hatta İslam'a hayran kalmada Almanlar bir istisna değildi. 20. yüzyılın başları, Batı Avrupa'da ilk Müslüman toplulukların ve kurumların ortaya çıkışına şahitlik ederken, İngiltere ve Hollanda toplumlarından da Müslüman olanlar görülmekteydi. Bu, tarihin neredeyse unutulmuş bir dönemi olsa da; İslam ve Avrupa arasındaki ilişkinin giderek artan bir biçimde ihtiyat ve zaman zaman düpedüz düşmanlık ile belirlendiği günümüzde özellikle önemli bir konudur.

Avrupa'daki İslam hakkında kıtanın Müslüman nüfusunu marjinalleştiren yapısal faktörleri de hesaba katarak yapılan daha incelikli tartışmalar bile, hala çoğu yerde dinin varlığına, bildiğimiz Avrupa kültürel ve politik hayatına yabancı bir şeymiş gibi muamele etmektedir. Fakat 20. yüzyılın başlarına bir bakış - öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında Müslümanların Avrupa'ya ilk göç dalgasından sonraki dönem- Batı Avrupa ve İslam arasında, vatandaşlar tarafında merak ve hükümetler tarafında neredeyse bir tür kayırmacılık ile karakterize olmuş bir ilişkinin üzerinden çok uzun bir zaman geçmediğini göstermektedir.

Avrupa vatandaşlarının egzotik bir doğu dini ile deneyim yaşadıkları aynı dönemde Avrupa hükümetleri, Müslüman vatandaşlara özel muamele yapıyor ve onlara ilk bakışta şaşırtıcı görünebilecek şekilde hizmet veriyorlardı. 

Almanya Müslümanlara, Fransa ve İngiltere ile karşılaştırıldığında üst seviyede bir yaklaşım göstermeye çalışırken; laik Fransız hükümeti, gösterişli camilere cömertçe harcama yapıyordu. Bu geçmişi incelemek, yalnızca bunun (İslam ve Batı arasında) yeni bir karşılaşma olmadığını değil ayrıca, Batı Avrupa ve İslam arasındaki ilişkinin her zaman bugünkü gibi olmadığı ve gelecekte de her zaman böyle olmayacağı yönünde bir hatırlatıcı işlevi görür.

Eşcinsel bir Yahudi filozof olan ve sonradan Müslüman olmuş Hugo Marcus gibiler, İslam’ın, yalnızca I. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Avrupa'daki mevcudiyetiyle değil, bazıları için kıtanın geleceğinin nasıl olması gerektiğine dair tartışmalarda hayati bir rol oynaması nedeniyle de önemli bir aktör olduğunu göstermiştir. Wilmersdorf camisini yöneten 1880 doğumlu Marcus, felsefe eğitimi almak için Berlin’e gelmiştir. Güney Asyalı Müslüman göçmenlere ders veren Marcus, Müslüman olarak Hamid adını almıştır.

Caminin yayın organı, Moslemische Revue dergisi için makaleler kaleme alan Marcus, zamanın ünlü filozofları Goethe, Nietzsche, Spinoza ve Kant ile yakın ilişki kurarak onlara karşı, “Yeni İnsan”ı hazırlamak için İslam’ın gerekli bir bileşen olduğu görüşünü savunmuştur. Gelecekteki ideal yurttaşı tanımlamak için kullanılan “Yeni İnsan” tabiri, sosyalistlerden faşistlere kadar herkes için modaya uygun felsefi bir kavramdı ve hem Sovyet hem de Ulusal Sosyalist imgelerin merkezinde yer almaktaydı. Marcus için, Yahudilik ve Hıristiyanlığın tek tanrılı halefi olarak İslam, bu “geleceğin adamı”nın kalbinde eksik olan unsurdu.

Ahmediyye tarikatı Batı Avrupa'da başka bir camiyi daha yönetmişti; bu, İngiltere'nin Woking bölgesinde yer alan Şah Cihan Camisi'ydi. Cami 1889'da birçok dil bilen Anglo-Macar Oryantalisti Gottlieb Wilhelm Leitner tarafından yaptırılmıştı. Leitner, birçoklarına göre Müslüman olmamış ancak Kırım Savaşı'nda tercüman olarak görev yapmış ve tüm Müslüman dünyasını dolaşmıştı. 10 yıl sonra eksantrik kurucusunun ölümüyle faaliyetlerini yürütecek kimsesi kalmayan Cami kullanım dışı kaldı.

Ancak I. Dünya Savaşı'ndan hemen önce, Hintli avukat ve Ahmediyye misyoneri Khwaja Kamaluddin mülkü devraldı, onu yeniden canlandırdı ve Woking’deki misyon merkezine dönüştürdü. Londra'nın sadece 30 mil güneyinde yer alan cami, İngiltere'nin Downton Abbey dönemi (Çev: 1912-1920 arası İngiltere’de soylu bir ailenin evi üzerinden aristokrat bir ailenin ve hizmetçilerinin hayatını konu alan bir tv dizisine atıf) üst ve orta sınıfları arasından ve Hıristiyanlık ve modern Batı toplumundan kaynaklanan memnuniyetsizliklerini paylaşan diğer kesimlerden birçok kişinin Müslüman olmasında rol oynamıştır. Zamanın en dikkat çeken din değiştirenlerinden birisi de İrlandalı Lord Headley'di. (Tam adı) Rowland George Allanson Allanson-Winn, 5. Baron Headley; 1913’te Müslüman olmuş ve Şeyh Rahmetullah el-Faruk adını almıştır.

Lord Headley, İngiliz Müslümanlarının simgesi haline geldi; 1920'lerde hac için Mekke’ye giden Headley, İngiltere'de muhteşem bir geleceğe sahip olacağından emin olduğu İslam hakkında bir dizi kitap ve makale yazdı.

Bireysel düzeyde, İslam'ın, modern dünyaya ait gelenekten kopma arayışında olan bazı Avrupalıları kazandığı açıktır. Bugün hala, Hollandalı kadınlara yüz kremleri ve sıkılaştırıcı maskeler sağlamakta olan bir kozmetik şirketinin kurucusu olan Hollandalı dermatolog Pieter Henricusvan der Hoog, bu dönemde Müslüman olmuş ve Mekke'ye hacca gitmiştir. Bir İngiliz istihbarat subayı ve kötü şöhretli çift taraflı ajan Kim Philby'nin babası olan Harry St. John Philby, Suud Kralı Abdullah himayesinde Suudi Arabistan'da yaşarken 1930'da Müslüman oldu. 

Bu dönemde Müslüman olan bir başka kişi, Yahudi yazar Leopold Weiss, Muhammed Esed adını kabul etti; oğlu Talal Esed, bugün yaşayan en etkili antropologlardan biridir.

Ancak 20. yüzyılın başlarında, motivasyonları genellikle vatandaşlarınınkinden daha alaycı bir niteliğe sahip olsa da, Batı Avrupa hükümetleri de İslam'a karşı çağdaş okuyucuları şaşırtabilecek bir hoşgörü ve hatta kısmi bir iltimas sergilemişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Fransa ve İngiltere, Avrupa savaş alanlarında hizmet etmek üzere, çoğu Müslüman olan sömürgelerine güveniyordu. Dolayısıyla bu birliklerin ihtiyaçlarına çok dikkat ettiler.  Askeri alaylarda imamlar görevlendirilirken ordudaki Müslüman askerler için özel helal yiyecekler sağlanıyor, domuz eti ve şarap yerine kuskus, kahve ve nane çayı veriliyordu. (Öte yandan, Yahudi alaylarda bile böyle bir özel muamele bulunmuyordu.) 

Alman tarafında ise, yakalanan Müslüman askerleri uyumlu hale getirmek ve Almanların onlara, Fransız ya da İngilizlerden nasıl daha iyi davrandığını göstermek adına ülkenin ilk camisi, Wünsdorf'taki bir savaş esir kampında inşa edilmekteydi. Sonuçta (bu tutumun), Almanya’nın iki rakibinin kolonilerindeki Müslüman nüfus arasında huzursuzluk oluşturacağını umuyorlardı.

Savaş sonrası dönemde sömürgecilik karşıtı hareketlerin İslami kimliğe artan şekilde vurgu yapması, bahsettiğimiz aynı Avrupa hükümetlerini gittikçe endişelendirmeye başlamıştı. Cenevre'de yaşayan ve çağdaş Lübnanlı politikacı Walid Jumblatt'in dedesi olan, iki savaş arası Avrupa'nın en önemli pan-İslamcılarından Şekib Arslan’ın da dâhil olduğu Müslüman entelektüellerin, Panislamizm yanlısı mesajlar vermeye başlamış olduğu kahve dükkânlarına gizli servis elemanları gönderildi.

Avrupalı hükümetler bir taraftan da yumuşak güç kullanarak Müslümanları kendi taraflarına çekmeye çalışmaktaydı. Fransız devleti, 1905 anayasasıyla laikliğe veya laisiteye olan bağlılığını onayladıktan sonra yirmi yıldan daha fazla bir zaman geçmesinin ardından, 1926 senesinde, Grande Mosquée de Paris'in inşaatını finanse etmek için kanundaki çeşitli boşlukları kullanmıştı. 

Bu, ülkedeki Katoliklerin çoğunun devletin Müslümanlara yönelik iltimaslı muamelesine öfkelenmesine neden olan bir eylemdi. Görünüşte Cami, savaş sırasında Fransa için savaşan Müslüman askerlere bir minnet ifadesi olarak inşa edilmişti: 1922'de gerçekleşen temel atılışında Paris belediye başkanı Paul Fleurot gururla; Fransa 1914'te kendini tehlikede bulduğunda, Afrika'daki Müslümanların tereddüt etmeden savunmaya geldiklerini ifade ediyordu.

Fleurot şöyle demişti: “Tehlike altındaki anavatanın çağrısına son cevap veren Müslümanlar değildi… Birçoğu medeniyetin savunulması için hayatlarını feda etti.” 

Fleurot, caminin Fransa'nın minnettarlığının bir ifadesi olarak, ülke adına toprağa düşen Müslüman askerler için bir hatıra anıtı olduğunu da sözlerine ekledi.

Aslında günümüzde tarihçiler camiyi, İslam dünyasındaki Fransız emperyal gücünü zengin ziyaretçilere tattıran sömürgeci propagandanın bir parçası olarak görüyorlar. Paris'teki Kuzey Afrikalı işçiler camiden uzakta yaşıyorlardı ve namaz vakitleri fabrika programlarına uymuyordu; Hamam ve restoran fiyatları, bir avuç Fransız ve Fas eliti haricinde birçok kimsenin ödeyemeyeceği kadar yüksekti.

Beşinci bölgede, Jardindes Plantes'in (Çev: Paris Botanik Parkı) karşısında inşa edilen cami, bugün hala varlığını sürdürüyor; dünyanın dört bir yanından turistler, kafede bir fincan nane çayı ve baklavanın tadını çıkararak ya da hediyelik eşya dükkânından bir Fas halısı satın alarak Paris'in kalbinde “doğu atmosferini” solumak için buraya geliyorlar.

1935'te laik Fransız devleti, Paris’in kuzeydoğusunda küçük bir komün olan Bobigny'de, sadece Müslümanların kullanımına açık bir hastane inşa etti. Bu hastane görünüşte, Müslümanlara yönelik özel bakım sağlayarak cumhuriyetçi eşitlik değerlerini korumak için inşa edilmişti. Hastalara helal yiyeceklerin sağlandığı ve Fransız mimarlar tarafından “Kuzey Afrika” tarzı olarak nitelendirilen şekilde tasarlanan hastane kapsamında, dua salonları ve bir Müslüman mezarlığı bulunmaktaydı.

Hastane aynı zamanda, Fransız vatandaşlarının Kuzey Afrikalı işçilerin tehlikeli zührevi hastalıklar taşıyabileceğine dair endişelerini ifade ettikleri bir dönemde, Müslümanları Paris’in kamusal alanlarından uzak tutma işlevi görüyordu. Bu durum, İslâm hakkında tüm beklenilmedik meraklarına rağmen Avrupalıların da genelde ırkçı olduklarını gösteren bir işaretti. Hastane, o dönem için bir sömürge hükümeti stratejisine tipik bir örnek teşkil etmektedir: Müslümanları hem kendi tarafına çekmek hem de onları devletin kontrolü altına almayı sağlamak için hizmet sunmak.

II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında devletlerin Müslümanların sempatisini kazanma çabaları yeni bir aciliyet kazandı. Bu dönemde İngiltere Londra'da iki caminin finansmanına yardım ederken, Naziler özellikle Doğu Avrupa'daki Müslümanları Sovyetlere karşı mücadelelerine katılmaya ikna etmeye çalıştı. Özellikle Balkanlar, Kırım ve Kafkasya'da Naziler kendilerini İslam'ın koruyucusu olarak lanse ettiler. Radyo programları ve Bolşevik, Yahudi ve İngiliz emperyalizmi karşıtlığına odaklanan broşürler propagandanın yayılmasına hizmet etti. (Alman ordusunda Müslüman lejyonları kuruldu, ancak kaydolan askerlerin çoğu bunu ideolojik kaygılardan ziyade daha iyi koşullar için yapmıştı.)

Avrupalıların ve hükümetlerinin Müslümanlara ve İslam'a mahkûm olduğu bu dönem, ironik bir şekilde bugün Batı Avrupa'da İslam’a yönelik tutumun bir öngörüsüdür: Müslümanlara yönelik özel ilgi, onları kabul işaretinden ziyade genellikle dinin siyasi olarak yıkıcı potansiyelinden kaynaklanan ulusal çıkarlara yönelik tehdit algısı tarafından yönlendirilmiştir. Bu dürtü, son yıllarda İngiltere ve Hollanda'da ortaya çıkan devlet destekli İmam eğitim programlarının arkasındaki düşünceden çok farklı değildir.

Savaşın yaraları ve geçen zaman, Berlin'deki Wilmersdorf camisinde kendi izlerini bıraktı. II. Dünya Savaşı'nın son aşamalarında, Rusların Berlin'i işgali sırasında, Nazi birlikleri huzurlu bahçesinde siperler kazıp yüksek minarelerinden düşman askerlerine ateş açtığı zaman cami bir savaş alanına dönüşmüştü. Çatışma sırasında, minarelerden biri yok olmuş ve cami ciddi şekilde hasar görmüştü. Daha sonra yeniden inşa edilmiş olmasına rağmen, cami eski ihtişamına hiç geri dönmedi. Bugün, istikrarlı olsa da camideki ibadetlere katılım, çoğunlukla Cuma namazı ile sınırlı ve tarihi hikâyesi çok az kişi tarafından biliniyor.

Savaştan sonraki olaylarla dolu yıllar içinde, bazı Avrupalıların İslam'ı kucakladığı bu kısa dönem de hafızalardan kayboldu. Peki, neden böyle oldu? Belki de Müslüman işçilerin yakın geçmişte ve 1960 ve 1970’lerde daha büyük kitleler halinde bu ülkelere akın etmesi, onların nüfusun küçük bir kısmından ziyade, giderek daha göze batan bir azınlık haline gelmesine ve bu da, toplumdaki gerilimin giderek artmasına sebep oldu. Ya da belki de 11 Eylül'den bu yana, Batı toplumu ile Orta Doğu arasındaki ilişkiyi belirleyen olaylar, o dönemde yaşananları gölgede bırakmıştı.

Bununla birlikte, Batı Avrupa'daki İslam'ın zengin ve karmaşık tarihi söz konusu olduğunda iyi, kötü ve çirkini anlamak için geriye bakmak önemlidir. Hükümetler, Müslüman nüfusu kazanma gayretlerinin yerine, bugün Avrupa'nın İslam'a karşı hissettiği “ötekilik” duygusunun temelini atmaya neden olabilecek şekillerde onları ayrıştıracak olursa; Wilmersdorf Cami, Avrupalı zihinlerin İslam’ın, baskıcı, anti-entelektüel veya tehditkâr ilişkiler aracılığıyla gelmediğini düşündüğü zamanları hatırlatan alternatif bir vizyonu temsil edecektir. 

Bir zamanlar Woking ve Wilmersdorf’da verilen dersleri ve bunlara katılan geniş bir izleyici kitlesini düşünmek -bazılarına göre bu toplantılara Thomas Mann da katılmıştır- Avrupa ile İslam arasında diyalog ve hoşgörü ile karakterize olan bir ilişkiyi tasavvur etmemizi sağlayacaktır.

Batı Avrupa'daki Müslümanların ve İslam'ın tarihi, birçok kişinin düşündüğünden daha eski ve karmaşıktır ve bu durumu kabul etmek; Müslümanların sonu gelmeyecek veya tehditkâr yabancılardan ziyade, Avrupa kamu yaşamının bütünleyici ve eşit bir parçası olarak görülebileceği bir geleceği hayal etmemize yardımcı olacaktır.

Marya Hannun, Sophie Spaan, 5 MAYIS 2016, Foreign Policy (FP)


Tamer Güner, 15.03.2020, Sonsuz Ark, Stratejik Araştırma, Çeviri




*Kadîyâniyye (Ahmediyye) Cemaati:

Kadiyânîlik'e, kurucusu Mirzâ Gulam Ahmed'in adına atfen “Mirzâiyye” ya da ortaya çıktığı yere nisbetle “Kadîyâniyye” adları verilmektedir.

Gulam Ahmed, 4 Kasım 1900'de bir bildiri yayımlayarak kurduğu hareketin adını Hz. Muhammed'in isimlerinden biri olan "Ahmed"e işâret ederek “Ahmediyye” olarak ilân etti. 1908'den itibaren cemaatin kendisi ve başta İngilizler olmak üzere Batılılar tarafından “Ahmediyye” ismi kullanılmaktadır.

“Gulâm Ahmed’in ailesinin Sih idaresinden eziyet çekmesi neticesinde İngiliz yönetimine sığınıp mutlak sadakat göstermesi ve İngilizlere bağlılığını dile getirip adalet ve iyilik yıldızı olarak gördüğü kraliçenin duacısı olduğunu açıklayan iki eser kaleme alması “İngiliz Fidanı” olarak anılması gibi bir sonuç vermiştir.

Kadiyânîleri tenkit eden kesimler, Gulâm Ahmed’in; “İngiliz hükümeti elli yıllık tecrübe sonucu ailemizin vefalı ve fedakâr olduğunu görmüştür. Hükümetin yüce makamları bu ailenin öteden beri İngiliz Hükümeti’ne içtenlikle bağlı olduğunu ve büyük hizmetlerde bulunduğunu kabul etmiştir. İngiliz Hükümeti’nin kendi elleriyle diktiği bu fidan hakkında akıllı ve dikkatli davranması, her şeyi iyice araştırıp incelemesi ve dikkatle karar vermesi lâzımdır.” şeklindeki ifadelerine dayanarak İngilizlerin, Hindistan’daki Müslümanları bölmek için Gulâm Ahmed’i seçtiklerini ve onu kendi menfaatleri için kullandıklarını belirtmiştir.” (Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hadiye Ünsal)

“Meryem'in oğlu İsa benden, ben de Allah'tanım. Beni tanıyan yücelmiş, aldırmayan beni görmemezlikten gelip benden gafil kalanlar da helak olmuştur.” (Gulâm Ahmed)

“Bana inanmayan, Allah'a ve Peygamberine inanmamış demektir.” (Gulâm Ahmed)

“Gerçekten Tanrı bana uymakta tereddüt gösteren yahut beni yalanlayan herhangi bir kimsenin arkasında kılmış olacağınız namazın tamamen batıl olacağını bana haber vermiştir.” (Gulâm Ahmed)

“Müslümanlardan kız alarak yaptığımız evlilik akdini bozmayıp devam ettirmemiz, daha uygundur. Onlar ehl-i kitap olduğu için, onlardan kız alabiliriz. Fakat kızlarımızı onlara vermemiz caiz değildir. İmamımızca açıklandığı gibi, Kadiyânîler arasında, Müslümanlar ehl-i kitap sayıldığı için biz kızlarımızı onlara veremeyiz ama, ehl-i kitabın olduğu gibi onların kızlarını alabiliriz. Kızlarımızı onlara vermemiz caiz değildir. Bunda toplumumuz için bir fayda vardır.” (Kadiyân gazetesi «El-Ahkâm»)

“İnancımız odur ki, hak olan Gulam Ahmed'e öyle ayetler, alametler verilmiştir ki, bunlar bin tane peygambere taksim edilse, peygamberliklerini anlatmaya, ispat etmeye kâfi gelirdi. O, bütün peygamberlerde bulunan kudsiyeti şahsında toplamıştır.” (Kadiyânîlerin resmi yayın organı «el-Fadl»)

Kadiyanilik’e dair daha detaylı bilgi için, İhsan İlahi Zahir tarafından yazılmış;  “İslâm Dünyasında İngiliz Emperyalizmi – Kadıyanîlik” adını taşıyan kitaba şu linkten erişilebilinir.




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı