20 Mayıs 2019 Pazartesi

SA7688/KY73-PH16: Mimar Sinan’ın Kopçası

"Yapılmış olanlar için bugün artık ne söylesek boş biliyorum, onlar açısından konu kapandı, ama yeni düşünülen, planlanan eserler için bu fikirlerimiz belki uygulanabilir diye bir umut benimkisi."


Vizyon, bugünlerde dilimizden düşmeyen çok kullanışlı, pek konforlu bir kelime. Biliyorsunuz, lügatimize başka medeniyetlerden girmiş binlerce sözcük var ve biz onları pek ala Türkçeleştirip, olumlu ve olumsuz eklerle güzelleştirerek kullanıyoruz. Aslı Fransızca olan vizyon da öyle, hem övmeye hem de yermeye yarıyor.

Görgüsüzlükten güngörmüşlüğe, beceriksizlikten dehaya, bilgisizlikten entelektüelliğe, kabalıktan estetiğe; iyiliği de, eksikliği de ifade eden nitelemeleri kapsayan, velhasıl evlere şenlik, sihirli bir sözcük.

Bana sorarsanız ilköğretimden itibaren; içinde basit hayat bilgisi (Fizik, felsefe, hukuk, tarih, coğrafya, ekonomi, kültür, adabı muaşeret vb.) konularının bulunduğu bir müfredatla çocuklarımıza mühim bir bilinç ve vizyon kazandırılabilecek eğitim verilmeli. Çünkü memlekette eğitimden sağlığa, imardan hukuka, savunmadan tarıma, halkı ilgilendiren her iş, oluşum ve hizmet, vizyoner bir bakışa ihtiyaç duyuluyor.

TDK kelimeyi bilinen kısa anlamlarından başka (Film gösterimi/ ülkü/uzak görüşlülük) meramımıza tercüman olacak şekilde; ‘daha sonra olabilecekleri düşünme işi; insanı, duyular dünyasının üstüne yükselten ve hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek olan, yalnızca erişilmesi istenen amaç olarak kalan, kılavuz ilke/gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği’ diye de açıklamış.

Bir tane de ben ekleyeyim; meseleyi tafsilatı ile düşünme, bunu yaparken maddi manevi tüm etkileri ve nüveleri göz önünde bulundurduktan sonra, işin kültürel, sosyal, siyasi, dini, askeri vb. taraflarını da hesaba katarak en uzun ömürlüye, en iyiye ve en güzele ulaşma çabası.

Bizim sözlüğümüzde de benzer kavramlar mevcut. Mesela; ferasetli, basiretli, ufku geniş, aklını kullanan, ileri görüşlü, liyakat sahibi, idrak sahibi vb… Sözgelimi ‘fetanet’ kelimesi bir miktar istediğimiz verir ki, Peygamberlere atfedilen bir niteliktir. Başta akıl, zekâ ve feraset olmak üzere, kuvvetli bir hafıza, yüksek bir idrak seviyesine işaret eder.

Ancak, anlatmak istediğimizi, bu kavramların bir veya birkaç tanesini birlikte kullanarak açıklayabildiğimiz için, tek seferde istediğimizi veren vizyon kelimesi üzerinde bu kadar durdum. Birazdan vereceğim örneklerle de konuyu daha iyi ifade edebileceğimi düşünüyorum. Neticede ister feraset, fetanet, geniş ufukluluk diyelim istersek kısaca vizyon diyelim; bu duygu, kazanım ve hal üzeri olmak, öncelikle yöneticilerin, uygulayıcıların, yol gösterenlerin, yetkisi ve etkisi olanların olmazsa olmazıdır. 

Ayrıca dikkatimi çeken başka bir bahis de; bir işi yapmayı akıl edip, nasıl yapacağını bilememe, hakiki uzmanına sormama ve bundan ötürü de özensiz yapma halidir. Bahusus bu konudaki gayretkeşlik sebebiyle ‘Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder’ meselindeki duruma geliniyor... Belki de gündeme almamız gereken öncelikli konulardan biri bu olmalı, zira iş yapılmıyor değil, fakat yarım yapılıyor!

Ezansız Semtler

Malum, başta İstanbul olmak üzere ülkenin tamamındaki inşaat faaliyetleri ile ilgili plansızlığa ve düşüncesizliğe, gerek uzmanlar, gerekse halktan kişiler olarak bolca tenkitler yapıyoruz. Ancak, geçmişte yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, üzerine alınan kimseyi bulamıyoruz o başka. Olsun, iyi düşünenler, güzellik isteyenler bildiklerini söylemeye devam etmeli.

Yine ülkemizde yeni yapılan camilerle ilgili de zaman zaman üslup/mimari bakımdan -çoğu haklı olan-  eleştirilerle şahit oluyoruz. Kulak veren olursa ben de birkaç kelam etmek isterim.

Peşinen belirtmeliyim ki, bir süredir revaçta olan Mimar Sinan kopyası camiler yapma modasına artık bir son verilmelidir. Cumhuriyet tarihi boyunca istense, öyle bir vizyon ve eğitim olsa, ihtimaldir, kendi zamanına göre; Büyük Usta’ya yaklaşabilecek mimarlar yetiştirebilirdik lakin şimdiye kadar bu mümkün olamadı. Bugün de, sahip olamadığımız müktesebat ve beceri ile Sinan’ın kopyası değil, kopçasını bile yapamayacak durumdayız.

Henüz yaşarken kıymeti anlaşılan ve mitleştirilen Sinan’a; mühendislerin gözbebeği (Ayn-ı ayan-ı mühendisin), büyük kurucuların süsü (Zeyn-i erkân-ı müesisin), çağının bilginlerinin ve bütün çağların ustası (Üstad-ı cehabizzet-üz zaman), kendi çağının Öklid’i (Öklidis el asr-ı ve’l-evan), Sultanın mimarı ve imparatorluğun öğretmeni (Mimar-ı sultani ve muallim-i hakani) gibi özel unvanlar verilmiş; neredeyse gözümüzün nuru, başımızın tacı denilecek kadar sevilmiş ve takdir edilmiştir.

Dolayısıyla geldiğimiz şu noktada Sinan taklidi eserler yapmaya çabalamayı boş bir uğraş olarak görüyorum. Mimarların Piri, zaten kendi çağının mimari estetik ve tekniğine göre en güzel eserlerini yapmış, bitirmiş. Yani o sayfa kapanmış.

Şimdi bize düşen, onun eserlerini en güzel şekilde koruyup yaşatmak olmalı. Üslup olarak yeri ve zamanı geldikçe geleneksel/ klasik Osmanlı mimari tarzı tabi ki kullanılabilir, ama ayaktaki Sinan camilerini veya başka anıt camileri taklit etme takıntısından vazgeçilmeli.

Taklit deyince aklınıza Ataşehir ve Çamlıca Camileri gelmiştir hemen. 'Çamlıca’ya camiye ne gerek vardı, içi doldu, dolmadı' gibi yüzeysel tartışmalara hiç girmeyeceğim. Bir kere fikir olarak bu kadar büyük cami yapılmalı mı, tartışmasını ‘en iyi niyetle’ abesle iştigal bulduğumu baştan ifade edeyim.
Camiler yapılmalı, hem de en güzel, en nefis ve anlamlı şekilde olmalı. Büyük olur, içinde birçok yapı barındırır, farklı ihtiyaçlara cevap verir veya küçük olur ama özel bir mücevher gibi zarif ve parlaktır gözlerimizi alamayız. Bu karar, zamana ve zemine göre verilir, işte geniş ufukluluk veya vizyon sahibi olmak derken biraz da bundan bahsediyorum.

Yahya Kemal’in değişik zamanlardaki konferanslarından, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarının bulunduğu ‘Aziz İstanbul’ adlı kitabındaki ‘Ezansız Semtler’ makalesinden konumuzla ilgili bazı bölümleri yeri geldikçe burada paylaşmak isterim.

Üstad diyor ki:

Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler, uzağa değil Balkan Devletleri’nin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır.” 

Bu yazı ilk defa 23 Nisan 1922 de Tevhid-i Efkâr gazetesinde neşrolunmuş, yani neredeyse 100 yıl önce. Bugün de Balkanlara gidenler yazıda bahsedildiği gibi kiliselerden başka tepelerdeki devasa haçları da görebilirler. Ancak İslam medeniyeti vakarlı olmayı yeğler ve basit gösterişten kaçınır; her konuda olduğu gibi bu konuda da başka dinlerin tarzıyla gereksiz bir rekabete girmeyi bilakis tercih etmez.

Dolayısıyla şu notu düşmek isterim; mademki camiler, Müslümanlığın ve Türklüğün vatan topraklarına vurduğu mühür ve nişanlardır öyleyse yeni bir cami; bazıları Sinan eseri olan onlarca güzide tarihi caminin bulunduğu Üsküdar’da değil, Beyatlı’nın bahsettiği zamanki kadar camisiz olmayan ama yine de bu gelenekten ve ruhtan eksik olan Kadıköy’de yapılabilirdi.

Ne diyor Yahya Kemal:

“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki, minareler görülmez ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?  

Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallerde Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescitlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi.  Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andırtan yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan arî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız bir de Kadıköy’üne. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla’yı (Bugünkü Kurtuluş’un eski adı) andırır.”

Evet, Kadıköy’e yapılabilirdi. Yer bulunamazdı diyenler olabilir, ama Çamlıca Cami'nin maliyetinin bir miktarı buralardaki kamulaştırmalara da yeterdi diye düşünüyorum. Haliyle o kadar büyük olmazdı, ama Ortaköy, Tophane ve Üsküdar Camileri gibi, latif ve nadide eserler ortaya çıkar, semtin siluetine büyük bir nefaset katardı. Yapının sosyal donatıları sahilden içerilere doğru sokulur çarşıya pazara açılan kapıları olabilirdi.

Mevcut cami tepede ağır bir kütle gibi duruyor ve bana sanki Süleymaniye’nin ve Sultanahmet’in ihtişamını, gönlümüzdeki tatlı tahayyülünü bozuyormuş gibi geliyor. Veya illa buraya yapılmak istendi, hiç olmazsa, Edirne’deki Sultan II. Murat’ın yaptırdığı Üç Şerefeli Cami (1447) gibi her minaresi başka bir tasarımla yapılsaydı. Biri Selçuklu, biri Memluk, öbürü Endülüs, diğeri Gazneli gibi farklı İslam Medeniyeti mimarilerini temsil etseydi.

Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minarenin yüksekliği 67.62 m. ki, Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye yapılana kadar geçilememiş. Baklavalı minare, Fatih Sultan Mehmet, kuzeybatıdaki tek şerefeli olan minare, Sultan I.Ahmet, burmalı minare ise Sultan II.Mustafa tarafından yaptırılmış. Lakin birbirinin aynısı minareler yaptırmamışlar. O gün ne düşündüklerinin kesin bir açıklaması yok ama bugün buna vizyon diyoruz…

Binaenaleyh Taksim’e de cami yapılmasını çok yerinde bir karar olarak görüyorum, fakat mimarisi, tasarımı ayrıntılı düşünülmemiş, yapım amacını aşmış devasa bir kütle hissi verdiğini de belirtmeliyim. Bir kere arsa payının tamamının beton bir yapı kütlesiyle doldurulması da makul değil.

Balkanlarda yok edilen camiler yeniden yapılabilir

Osmanlı’nın Balkanlarda, yeni vatan edindiği topraklarda bir mühür gibi yerleştirdiği binlerce cami vardı. Bazı uzmanlara göre sayıları on binden fazlaydı. Bunların bir kısmı dönemsel ve yöresel üsluba göre yapılmış orta halli cami ve mescitler iken bazıları ise çok ince zevkin ürünü, özel camilerdi.

Osmanlının çekilmesinin ardından bunların çoğunun ortadan kaldırıldığını, bazılarının kiliseye çevrildiğini veya kendi haline terk edildiğini ve birer harabeye dönüştüklerini biliyoruz. Çok azı ise işlevini koruyor. Özellikle Bulgaristan ve Yunanistan’da neredeyse tarihi camimiz kalmadı denebilir. Bir kısım bölgelerde onarımlara ve yeni cami yapılması konusunda Türk hükümetine izin verilse de, coğrafyanın büyük bir kısmında dokundurmuyorlar.

İşte tam da bu sebeple, oralarda yok edilen camileri aslına uygun olarak burada inşa edip yaşatabiliriz fikrini öneriyorum. Bu minvalle yeni camiler yaparken içine düşülen ikilemden ‘Sinan kopyası mı olsun, modern bir tarz mı?’ arayışından kurtulur, sonrasında gelen nisbet/oran, içerik ve anlama dair eleştirileri hafifletir, mabed yapımında farklı bir gelenek ve ufuk da oluşturabiliriz.

Üstelik sadece Balkanlar değil, Kafkasya’da, Oratadoğu’da, Kırım’da da yok edilen cami, medrese, kale vs. bazı özellikli eserlerimizi, Büyükşehirlerde yeniden canlandırabiliriz.

Mesela Taksim’e şu aşağıdaki camilerden birini kondursak çok anlamlı olurdu. Tıpatıp ölçülerle yapılması da şart değil, mevcut alana göre ölçülenebilir. İçinin dizaynı aynı olabilir fakat iç ve dış duvarlarındaki bazı bölümler için, en iyi yerli ve yabancı sanatkârlar davet edilip, bu alanlar en güzel el işçiliği örnekleri ile süslenebilir.

Arnavutluk-Dıraç- Kaya Hatun Camii- Ortadan kaldırılmış.
(Francis Bedford 22 Şubat 1862)


Selanik Saatli Cami – Yanarak yok olmuş

Selanik Alaca (İshak Paşa ) Cami- Minaresi yıkılmış, cami kullanılamıyor.

Rekonstrüksiyonu (Yeniden) yapılan camilerin kitabelerinde veya özel bir bölümde; camiin banisinin geçmişi, yapım hikâyesiyle birlikte kısa bir fetih tarihçesi de yazılır, varsa fotoğraflar, belgeler koyulabilir. Sonra yıkılmalarına sebep olan olayların kısa tarihçesi, acı ama derslerle dolu tarih anlatılır. Böylelikle Türk-İslam medeniyet insiyakını canlandıracak başka bir alan açılmış olabilirdi.

Medeniyet; din, yazı, tarih, mimari, sanat ve tekniktir; mabedler ise bunların bütününü içine alan yapılardır. O nedenle mabed yaparken Allah’a ulaşma mekânı yapmış olmakla beraber tüm evrene de pek çok mesaj vermiş oluruz.

Yapılmış olanlar için bugün artık ne söylesek boş biliyorum, onlar açısından konu kapandı, ama yeni düşünülen, planlanan eserler için bu fikirlerimiz belki uygulanabilir diye bir umut benimkisi.



(Bu konuda minik bir araştırma yaptım; Dr.Yüksel Hoş, (@jxlhs ) ve amatör olarak Balkanlardaki Türk izleriyle ilgilenen Sinan Çakır (@selaniklisinan ) ve Gökhan Karataş (@karatasgokhan_ )  beylerden yardım istedim, yukarıdaki camilerle ilgili bilgi ve fotoğraflardan beni haberdar ettiler, sağ olsunlar. Profesyonel bir çalışmayla çok büyük bir külliyat çıkacağını tahmin edersiniz.)


Peri Han, 20.05.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı