5 Ekim 2018 Cuma

SA6927/KY73-PH3: Halk İslamı

"Her şeye rağmen, yanlışları deneyip görerek, öğrenerek, yeni gelişmelere, ilme kapılarını açık tutarak, kültür ve millet taassubuna düşmeden yorumlara açık görüşlülükle mukabele eden, başka dinleri görüp tanıyarak İslam’da karar kılan Türklerin, dini anlama ve yorumlamada bir gelişme, yükselme olacaksa; bunu başaracak en nihai millet olacağına inanıyorum."


'Arkadaş seni camiye de götürür kiliseye de' diye bir söz var mı bilmiyorum, yoksa da artık oldu. Geçen gün arkadaşımızın ısrarıyla Ayın Biri (Vefa) Kilisesi’ne gittik. Kiliseye gitmekte ne var, orası da Allah’ın evi denilebilir, ama sorun gitmek değil, girişte aldığın anahtarı papaza okutmak.

Sırada, arkadaşımın yanında beklerken bir yandan inşallah bir tanıdık görmeden şuradan sıvışırım diye düşünürken, bir yandan da gören olursa, ‘Bir sosyal bilimci olarak gözlem yapmaya geldim derim’ cevabını hazırlıyordum. 

İşin şakası bir yana, öylesine, arkadaşıma eşlik edeyim diye başlayan bu etkinlik, benim için önemli bir gözlem imkânı doğurdu ve beni bazı değerlendirmeler yapmaya mecbur etti. İşte buna biraz görenek, biraz etkileşim diyoruz ki asıl konumuz bu.

Kilisenin ve hurafelerin tarihini uzun uzun anlatacak değilim, ama İstanbul-Unkapanı’ndaki bu kilisenin önünde, ayın birinde ve özellikle yılbaşında kilometrelerce kuyruk oluyor. Burada yapılan dileklerin, edilen duaların kabul olduğu inancı öyle bir yayılmış ki, Kilise Vakfı Başkanının dediğine göre ‘dilek müdavimleri’nin çoğunu Müslümanlar oluşturuyor! Bunun sebeplerinden biri, medyanın haber ihtiyacına renkli bir malzeme olması sebebiyle reklamının çok yapılması bir diğeri de halk arasında, ‘ben diledim oldu’ hurafesini hızlı yayılması. 

Sabahın erken saatlerinde kapısında sıralanan tur otobüslerini görünce, bir açıdan turizm varlığı olarak hoşuma giden resme, öğleden sonra (kalabalık azalır düşüncesiyle gittiğimizde) yakından bakınca; kilise başkanının yanılmadığını anladım. Hala dışarıya kadar taşan kuyrukta bekleyenlerin içinde azımsanmayacak kadar başörtülü-başörtüsüz Müslüman kadın ve yerli halktan oluşan kalabalıkla karşılaşınca buranın bir nevi ‘Eyüp Sultan’ formuna dönüştüğünü görmekten kaygıyla karışık şaşkınlık yaşadığımı belirtmeliyim.  

Doğruyu söylemek gerekirse, Diyanet, daha Müslüman halkın, Müslüman kutsal kişiliklere ait kabir ve türbe ziyaretlerinden medet umması alışkanlığıyla baş edememişken, işin içine bir de kiliseler girince nasıl bir çalışma yapacağını ya da yaptığını merak etmiyor değilim.

Tabi bu nevi kökleşmiş geleneksel inançlarla baş etmek oldukça zor, çünkü bir inancın geçmişi ne kadar derinse halkın dimağındaki kalıcılığı da o kadar baki oluyor. Yukarıda bahsi geçen konu da, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte Müslüman Türklerle yerli Hıristiyanlar arasında karşılıklı gelişen dini etkileşimlerin bir neticesi olarak günümüze kadar gelebiliyor. Anadolu ve Rumeli’de Türklerle Hıristiyan ahali arasında iç içe geçmiş evliya ve aziz kültleri oldukça fazla.

Ahmet Yaşar Ocak, bu ortak kültlere örnek verirken ortaçağ Anadolu’sunda bunların en dikkate şayan olanı Aya Yorgi veya Hagias Georgios’un (Saint George) Ortadoğu Müslüman halkları arasında nasıl Curcis veya Cersin Nebi’ye dönüştüğünü anlatır. 

Ocak, meseleyi izah ederken; yaşayışı ve inanışındaki samimiyetin, zalimlerle mücadelesinde gösterdiği kahramanlıklar ve Müslümanların Hz. İsa’ya olan saygı ve sevgilerinin bir yansıması olarak Aya Yorgi’nin, Müslüman ahali tarafından sahiplenildiği ve menkıbelerinin de İslamileştirildiğini söylüyor.

Ocak şöyle devam ediyor; “İşte bu sebeple bazı İslam ülkelerinde daha erken devirlerde, bir kısmı eski Hıristiyan gelenekleriyle alakalı bulunan Aya Yorgi mezarlarının Cersis Nebi mezarları olarak ziyarete başlandığı dikkat çeker.”

Ayrıca Azizin Hıristiyan inanışına göre 23 Nisan (6 Mayıs) 303 olarak benimsenen ölüm tarihinin, Müslüman Türklerdeki Hıdrellez yani Hızır-İlyas kültünün kutlama tarihiyle aynı olduğu ifade eden Ocak; bilhassa Anadolu Türklerinin, bazı sebepler ve bu meyanda pratik hayata bağlı zaruretler neticesinde Cercis Nebi’yi Hızır-İlyas’la özdeşleştirdiklerini; neticede iki kültün iç içe girerek belirtilen tarihte hem yerli Hıristiyanlar hem de Müslüman Türkler arasında kutlanmaya başlandığını söyler. Bu özdeşleştirmenin tipik tezahürü olarak Anadolu, Balkanlar ve Kırım havalisinde Aya Yorgi’ye ait makamlar, kilise ve manastırlar Hızır-İlyas’a mal edilmiştir.

Türklerin, biraz da yaşam tarzları sebebiyle birçok kültürle tanış olmak sonucunda din, dil ve sanat vs. konusunda başka toplumları etkilerken, kendisi de çabuk etkilenen, bu konuda komplekssiz ruha sahip bir millet olduğunu biliyoruz. Fakat Anadolu ve civarında iyice zirve yapan, hem dini hem de sosyal hayattaki bu kültürel kabul ve çift taraflı alışverişin, Anadolu coğrafyasının çok görmüş-geçirmiş, pişirmiş-taşırmış bir coğrafya olmasıyla da ilgilisi vardı. Bu coğrafyaya giren kavimler ister istemez diğer coğrafyalardan faklı ve hızlı bir şekilde kaynaşmışlardı.  

O özgüvenle, Ayasofya fetih hakkı olarak yıkılmak yerine cami oluyor, Hıristiyan şapelinde (Hagios Evplos Şapeli- Has Yunus Türbesi-Edirne) yine fetihte başarılar kazanan Müslüman bir komutanın gömülü olduğuna inanılıyordu. Yani, Nedim'in şiirindeki ‘bir seng’ine yek pâre Acem mülkü fedâdır’ gibi Acem kelimeleriyle, Acem’e karşı kendi malını övmek şeklinde, Milletin ruhunun kabul ettiği, işine gelen, hoşuna giden, ameli (pratik) bir etkileşimdi. 

Fakat Türklerin bu kültlerle, Ocak’tan yukarıda alıntıladığım şekliyle olduğu kadar, İslamileştirmeden de saygı duyup ilgilenmeleri mümkün. Tıpkı Ayın Biri Kilisesi vb olduğu gibi.  

Abdülbaki Gölpınarlı bu durumu; “Dinin esasına inandığını sanan halk, herhangi bir vesileyle kendi dininden olmayanı ‘o da Allah diyor’ diyerek hoş görür” diye açıklıyor. Gölpınarlıya göre insanoğlu, isteklerine kavuşmak yahut sıkıntılarından kurtulmak için metafizik bir kudretten çare ummadadır. Dileğine kavuşmak, korktuğuna uğramamak, uğradıysa kurtulmak için yaratıcıdan çare umarken din farkı gözetmemekte, ziyaret ettiği azizin ayrı dinden olduğunu da, ‘kimde ne olduğunu Tanrı bilir’ diye tevil ederek kendini tatmin etmede yahut ‘hepsi Allah yolu’ deyip işin içinden sıyrılmadadır. 

Gölpınarlı bu anlayışın sadece Müslümanlara has olmadığını, Hıristiyanların da, Müslüman erenini ‘filan rahiple görüştüğünden, filan vak’adan filan azizin lütfuyla kurtulduğundan Hıristiyan olmuş’ kanaatiyle kendi dinlerin mal etmeye çalıştıklarını söyler. 

Pragmatist bir yaklaşımla, ‘amaca ulaşmak için her yol mubah’ deniyor gibi görünse de, pek öyle değil. Türkler gittikleri yerlerde tanıştıkları kültürlerden etkilendi derken kendi eski inanışlarını tamamen unutmadılar. Orta Asya’dan gelirken, efsanelerini, kutsallarını itiyatlarını da elbette yanlarında getirdiler. İran üzerinden Ortadoğu’ya geldiklerinden kendilerine hiç de yabancı olmayan, kutsiyet atfedilen derviş, şeyh vb şahsiyetlerin etrafında toplanma alışkanlığını hemen benimsediler. Mezheplerle, Tasavvuf ve tarikatlarla tanıştılar,  mezar türbe ziyaretlerine, çaput bağlamaya ve daha pek çok adetlerine Anadolu’da da devam ettiler. Acemden topladıklarıyla, Anadolu’ya yerleştiklerinde tanıştıkları Hıristiyan yerli halktan aldıklarını yeni dinleri İslam’ın içinde erittiler. 

Hatta bu açıdan bakılınca Anadolu’nun yerli Hıristiyan kültürüne de pek çok etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Düşünülür ki Ayın Biri Kilisesinde 15-20 yıl önce doğan, ‘anahtarı kilisenin duvarlarına sürme âdeti’ kilise cemaati dışında yerli Türkler tarafından üretilmiş olabilir.

Halil İnalcık, "Türkmenler dinin, mistik, panteist (tasavvuf) yoluna ilgi gösterdiler çünkü İslam’ın bu yorumu yaşam tarzlarına uygundu" diyor. 

Fuad Köprülü de; 'İslamiyet’in, daha Hicri II. asırdan itibaren eski haline göre mühim farklar gösterdiğine, süratle yayılması dolayısıyla İran’dan başka, Hint medeniyeti, Musevilik tesiri ve Suriye’yi kaplamış olan Hıristiyanlık nüfuzu, eski Yunan filozoflarından çevrilmiş eserler ile meydana gelen fikir cereyanlarının da dinin üzerinde tesir icra ettiğine, bu suretle geniş İslam coğrafyasında birçok mezhep ve meslekler vücut bularak birbiriyle şiddetle çarpıştığına' dikkat çekiyor.  

Yine de bu tesirlerin en önemlisi o dönem İslam ümmetinin en büyük temsilcileri Arapların, cahiliye devrinden bazı inanışlarını, İranlıların ise bazı Zerdüşt akidelerini ‘Ehl-i beyt hukukunu müdafaa’ (Şia) perdesiyle İslam’a sokarak mezhepleşmeye, tasavvufa yönelmeleridir.  

Hangi inanışlar ve ne miktarda olduğu konumuzun dışında ancak, İlahi dinler dışındaki tek tanrılı dinlerden veya Paganizm'den ilahi dinlere geçerken Allahın buyruklarını tam olarak kavramakta ve uygulamakta ayak direndiği ve geçmişten gelen adetlerin yeni dine taşındığını söyleyebiliriz. 

İnalcık’a göre İslam düşünce tarihinde Moğol egemenliği döneminde de (1220-1330) İslam’ın bâtıni yorumu tasavvuf ön plana geldi. İslam medeniyetinde din bilgisi ve tanrıya erişme inancı iki kolda yürüyordu; biri kutsal metinlerin doğru şekilde okunup hadis ve tefsir ile yetinmiş olanlar (Medrese uleması), ikinci yolu ise tasavvuf vahdet-i vücud (varlığın birliği)  görüşüyle aşk-cezbe yolunu seçenlerdi. Osmanlı tarihinde de, Selçukluda da başından beri İslam öncesi bazı geleneklerle popüler tasavvufu temsil eden mutasavvıflar göze çarpar.

Sünni medrese uleması özellikle aşariler buna karşı şiddetle tepki göstermişlerdi. İbn-i Teymiye’yi takip eden Kadızadeliler de bu tepkiyi temsil ediyorlardı. Fakat Selçuklu gibi Osmanlı’da bir yandan medrese ulemaları ve Sünni din siyaseti, tarikatların önüne geçmiş gibi olsa da, Osmanlı Sultanları tarafından daima himaye görmüş yüzlerce derviş, zaviye ve tekke, sultan beratıyla vakıflara sahip olmuşlardı.  

Vakıanın sosyal ve siyasi sonuçları olarak, İnalcık’ın başta belirttiği bu iki yolun yolcuları, ehlisünnet yolundaki medrese ulemaları ile tarikat, tekke dergâh liderleri arasında bir sürtüşme ve iktidara yakınlık konuşunda yarış- çekişme olduğu gibi, tasavvuf ahalisinin bazıları hakkında da istilacılar veya düşmanlara yakınlık konusunda söylentiler çıkmıştır. 

İnalcık; Selçuklu döneminde Konya’da hükümdara yakın olan zümrenin Mevleviliğe mensup olduğu halde, Kırşehir’in bir Türkmen merkezi olarak Yesevi- Babai geleneğinin merkezi olduğunu ve Moğol valisi Cacaoğlu Nureddin tarafından bir tümken ocağının kıyımla söndürülerek, abdal babalarının tekke ve zaviyelerinin büyük şehirlerde Mevlevilere verildiğini aktarıyor. 

Diyebiliriz ki Türk hanedanları ehlisünnet yolunu her zaman devletin resmi itikadı olarak benimsediği halde devletin dini hareketler ve tarikatlar karşısındaki tutumu çeşitli zaman ve aşamalardan geçtiği için bu konuda da bir düzen tutulamamıştır. 

İnalcık; "Fatih Sultan Mehmet gibi geniş görüşlü bir Sultan Şeyh Akşemseddin’i yanından ayırmıyordu", diyor.

Osmanlı devletinin, toplumun din hayatına bakışıyla ilgili İnalcık’ın görüşü şöyledir: 

“Tarikatlardaki raks ve semâ daha Kanunî zamanında dini tartışmaların odağı haline gelmişti. Hanefi mezhebini izleyen başlangıçtan beri tasavvufi akımlara yer veren Osmanlı ülkesinde, kabir ve türbe ziyaretini veya tarikatları yasaklamak, İslam cemaatini ve devlet hayatını kargaşaya sürüklerdi.”  

Devletin bu denge siyasetini bugün de bütün sonuçlarıyla görüyoruz. Birkaç sene önce devlete karşı girişilen kalkışmanın arka planında, geçmişte Mevlevi Dergâhı ile Moğollar arasındaki ilişkinin benzerliğini arayabiliriz.  

Konunun biraz dallanıp budaklandığının farkındayım. Toparlamak lazım. 

İnalcık’ın dediği gibi,  İbn-i Teymiye, Mehmet Birgivi ve Kadızadeliler gibi ulemanın; ‘Kur’an ve sünnet dışında halk arasında yaygın her türlü bid’atin temizlenmesi’ fikrinin, İslam toplumunun sefahatten çöküşe geçtiği bunalım dönemlerinde devlet yöneticileri tarafından dikkate alındıkları dönemler olmuştur. 

Ancak hemen akabinde tarikat şeyhlerinin tepkisi gelir.

İnalcık şöyle devam ediyor: “Halkın desteğine muhtaç olan padişah (IV. Murat), Kadızadeli’yi himayesine aldı, Ayasofya’nın vaizliğine getirdi. Kadızadeli bu siyasi destekle fikirlerini yaymaya başladı. O zaman, Mevlevi Sakib Dede, Kadızadeli’nin, ‘Müslümanlar arasında taassub fitnesini (…) uyandırdığına’ işaret eder…”

Yazının başından beri altını çizdiğim noktalar ve alıntıladığım görüşlerle, 'Türk veya Anadolu İslâmı' yahut 'Halk İslâmı' dediğimiz, kendimizce yorumladığımız geçmişten getirdiğimiz ve geleceğe götürdüğümüz inanç sistemimizin aşamalarını kısmen tarif etmeye çalıştım. 

Aslında Ehlisünnet âlimlerinin genel kanaati olan; “Dinin temeli kuran ve hadistir, ilave olarak/ fakat aykırı olmayarak başka düşünce akımları İslam düşüncesinde önemli yer sahibi olmuştur” görüşüne temel olan Anadolu halk İslâmı için; İslam uygulamalarının mevcutları içinde en doğru ve en güzel yorumunun yine bu coğrafyada yapıldığına dair görüş belirtilebilir. 

Şüphesiz buna şiddetle itiraz edenler de olacaktır.  Haklılık payları da vardır ancak bu yazı Uygulanan İslam'ın eksikleri veya fazlalıklarını belirlemek için yazılmadı. 

Her şeye rağmen, yanlışları deneyip görerek, öğrenerek, yeni gelişmelere, ilme kapılarını açık tutarak, kültür ve millet taassubuna düşmeden yorumlara açık görüşlülükle mukabele eden, başka dinleri görüp tanıyarak İslam’da karar kılan Türklerin, dini anlama ve yorumlamada bir gelişme, yükselme olacaksa; bunu başaracak en nihai millet olacağına inanıyorum. 



Peri Han, 05.10.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı