23 Nisan 2018 Pazartesi

SA6006/KY1-CÇ488: Unutmak Büyük Bir Nimettir

- ya da teolojik tartışmaların yersizliği üzerine anekdotlar-


Hafızamdan muzdaribim. Öyle bir an geliyor ki sanki ta kundaktan bu yaşa kadar -57- yaşadıklarımı saat saat tarih tarih kaydedebilirim. Elbet bu bir abartı. Kundaklı günlerime ilişkin hatırladığım tek olay –ki rahmetli anam ona şerh düşerdi- bir deprem olayında tavandan beşiğin içindeki benim yüzüme dökülen toprak parçaları. Yeşil tavanın tahtaları arasından. 

Annem; ‘Ben anlatmışımdır senin de aklında kalmıştır!’ derdi olayı hatırlattığımda. Ben ‘İyi de anne tavan tahtalarının rengini de mi söyledin?’ diye karşı çıktığımda annem omuzlarını silker; ‘O kadarını bilemem!’ derdi. Belki bu olayı hatırlıyorum, belki annemin dediği doğrudur, o çağa kadar uzanmıyordur belki hafızamda olanlar ve fakat unutmakta zorlanıyorum hatta hiç unutamıyorum. 

Tüm yaşadıklarımı tek tek anımsadığım savında değilim, hayır.. ve fakat çoğunluğa göre bir hayli fazla ve ben bu fazlalıktan oldukça muzdaribim. Hem iyi anılardan hem kötü anılardan, hem iyi yaşantılardan hem kötü yaşantılardan muzdaribim. Tek tük olsa gam yemeyeceğim! Değil!

Gittiğim sinemadan, dinlediğim hikâyelerden, hekatlardan –rahmetli anam hep hekat derdi bir de meseller anlatırdı, hekat ayrı mesel ayrıydı onda- oynadığım oyunlardan, tanık olduğum katıldığım kavgalardan, tartışmalardan unuttuğum bir şey var mı diye sık sık kendimi yoklarım.. ve yok!

Başkalarında oluyor mu bilemem, ama mesela bir kitaptan çarpıcı bir yargı, bir tümce kitabın sayfasına paragrafına kadar hafızamdadır. Bu insanı çileden çıkaran bir durumdur ve unutmanın nimet olduğunu daha yirmili yaşlarda kendi kendime söyler dururum. Unutmak büyük bir nimet. 

Unutmanın yeni şeyler bilmek olduğu yargısı bende iflas durumunda. Ya ben yeni şeyler öğrenmiyorum, öğrendiğimi sanıyorum ya da o yargı bende geçersiz. 

Yeni şeyler öğrendiğimi biliyorum. En azından çağın teknolojik gelişmeleri karşısında apışıp kalmış değilim. Örneğin bilgisayar. Hem donanım hem yazılımda kendime yeterim. Doksanlı yıllardan bu tarafa çok nadirdir sahip olduğum bilgisayarları teknik servise götürmem. Demem  o ki yeni şeyler öğrendiğim açık ve unutmadığım da açık.

Kaç kişi yıllar yıllar önce –diyelim mevcut tarihten on yıl, yirmi yıl- yapılmış bir tartışmayı tüm ayrıntılarıyla anımsar? Kahretsin ben anımsıyorum! Konunun taraflarıyla, tavırlarıyla ortaya sürülen kanıtlarıyla! Felsefi tartışmalar, siyasal tartışmalar ve teolojik tartışmalar. Gerek sanal âlemde gerek medyada tartışılan hem de hararetle tartışılan konular karşısında şaşkınlığa düşmeyişim –ki neredeyse tamamı yüzlerce yıl önce tartışılmış konular- zaten onları tartışmış olmamız. 

Tek şaşkınlığım yeni bir tartışma, yeni bir sorun gibi satılması! 

Teolojik tartışmalardan söz ediyorum. Hiçbir anlamı olmayan, bugünkü problemlere, yaşadığımız problemlere hiçbir çözüm üretmeyen geçmişte yapılmış tartışmaları günün sorunlarıymış gibi algılama algılatma ne ahmakça bir girişimdir! Hadisçilerle kelamcıların, kelamcılarla felsefecilerin, felsefecilerle mutasavvıfların kıran kırana yaptıkları tartışmaları bugüne taşıyarak ne elde edileceğini anlamış değilim! 

Tartışmalar –teolojik- eskinin bir tekrarı ve özetinden öte değil. Bu yeni bir şey mi? 

Ona da hayır. Medresenin öldüğü yer tam da burası. Eskilerin taklidi –düşünce bağlamında- ve özeti. Öyle ki kanıtlarda bile taklid. Gazzali bunu çok güzel örneklendirir. Şimdilerde moda olan Gazzali düşmanlığı –ki Gazzali’yi kesinlikle ne savunanlar ne saldıranlar biliyor, bunu O’na takınılan tavırlarından yargılarından anlıyoruz, acaba saldıranların da savunanların da kaçı bırakın okumayı incelemeyi kaçı Gazzali’nin ‘ El İktisat Fil İtikad’ adlı yapıtını duymuştur- şimdi bu satırları okuyan biri bizi tu kaka edecektir ve fakat bu ve benzeri tu kaka edenlere Gazzali’nin medresenin öldüğünü kendi çağında söylediğini –mealen- belirtelim. 

Gazzali sadece halkın mukallitlikten müsterih olmadığını, sadece halkın bu yolu tutmadığını âlimlerin de aynı hal üzere olduklarını ve üstüne üstlük âlimlerin kanıtlar da bile mukallit olduğunu anlatır.

Bunlar’ der Gazzali âlimler için, ‘Hak olanı araştırmazlar. Taklit ve görenek yolu ile hak diye benimsedikleri akideleri desteklemek ve kanıtlamak için çare arar ve araştırmalar yaparlar. Kendilerine göre, inançlarını destekleyen bir şeyle karşılaştılar mı, kanıt bulduk, kanımızı sağlam kanıtlarla ispatladık derler. Mekteplerinin zayıf olduğunu ortaya koyan bir şeyle karşılaştıklarında (kendi uslarından kuşkulanarak) bize kuşku musallat oldu, şeytanın iğvasına kapıldık derler. Taklid yolu ile derledikleri ve edindikleri akideleri asla terk etmezler. Taklit yolu ile sahip oldukları akidelerine aykırı düşen her şeye kuşkulu ve çekinilmesi gerek olan olarak bakarlar, uygun düşene ise kanıt adını verirler. Hak olan bu değil, bunun zıddıdır. O da şudur; esas itibariyle hiçbir akideyi önceden doğrulamayacak, benimsemeyeceksin. Kanıta bakacaksın, kanıtın gereğine ve gösterdiği şeye hak, zıddına batıl adını vereceksin!’

Dersten çıkmışız. Ders resmi okul değil, medrese. Tarih 77’nin serin yaz akşamı. Erzurum’u bilen bilir, yaz akşamlar serindir, pek hoştur. Cennet Çeşmesinin üstündeki çay ocağında –hali hazırda Cennet Çeşmesi ve çay ocağının durup durmadığını bilmiyorum ve fakat çeşme duruyorsa da çay ocağının yerinde kesin yeller esiyordur, diye seziyorum- ben arkadaşım rahmetli Ahmet bir de rahmetli hocamız Ali Karaavcı bu konuyu tartışıyoruz. Derste de Maturidi’nin ‘Nakli deliller kesinlik ifade eder', Eşari’lerin ‘Nakli deliller kesinlik ifade etmez!’ görüşünü tartışmışız. 

‘Maturidi’nin akılcı olduğu böyle bir yargıda nasıl bulunduğu’ sorusuna Ali Hocamız ‘Maturidi bu yargıda vahyi önceliyor, Eşari’ vahyi dışta tutuyor! Dolayısıyla sanki ikisi aynı konuda yargıda bulunmuş gibi görünüyor!’ diye yanıtlamıştı. Derken konu uzamış, çay ocağına çaya kadar gelmişti. Tartışma kimin isabetli oluşundan ziyade medresedeki durgunluğa varmıştı. Hem mevcut konuların üzerine yeni bir görüş hem yeni sorunlar üzerine yeni bir şeyler söylemek yerine aynı şeylerin tekrarı?

‘Niye böyle? Niye mütekaddimin müteahhirin sınıflandırması var? Nasılsa aynı şeyleri söylemiş durmuşlar?’ diye sormuştu rahmetli arkadaşım Ahmet.

Ali Hoca da derin bir nefes çekip; ‘Dedi ki hastalığına yakalandılar.. ecnebilerin deyişiyle söylersek
Skolastisizm bataklığına saplandılar!’ yanıtını verdi. 

Benim ve arkadaşımın kaşlarımızı çatmamızdan anladı ki ecnebilerin skolastisizm dediği ve Türkçeye ‘dedi ki’ diye çevrilen hastalığı bilmiyoruz. Anlattı. Örneklendirerek anlattı. 

‘Dedi ki hastalığı yani skolastisizm berbat bir hastalıktır. Bu hastalığı en iyi anlatan şu kıssadır; orta çağlarda bir öğrenci ilkel teleskop benzeri aletle güneşi izlemiş. Güneşte lekeler görmüş. Sonra hocasının hocası üstad-ı evvelin kitabında yazan ‘güneş lekesiz pırıl pırıl bir gezegendir!’ ifadesini hatırlamış kütüphaneden kitabı da alarak hocasına gitmiş ve ‘Hocam’ demiş, ‘Üstad-ı evvel güneş lekesiz pırıl pırıl bir gezegendir!’ diye yazmış kitabında ben teleskopla güneşi izlerken lekeler gördüm!’ Hocası tebessüm etmiş ve ‘Git teleskobun camlarını güzelce sil bir daha bak. Leke görmeyeceksin. Yok leke görüyorsan senin gözlerinde bir problem var, demektir!’ Bu hastalık taş üstüne taş koymaz. Düşünün biz derste neyi tartıştık? Nakli delillerin kesin yahut kesin olmayışını.. bunun üzerine bir şey koymak için bir şey yaptık mı? yok! Ahmet haklı Cemal haklı demeye doğru yöneldik. Bakın ecnebiler Dil felsefesi, -din değil ha dil felsefesi- konusunda –konumuz düşünce olduğu için bunu misal veriyorum- ne merhaleler kaydetti.. bizse bu konuda derya olan –dil felsefesi konusunda- Fahreddin Razi’nin görüşleri üstüne değil bir tuğla bir kum tanesi bile koyamadık. Bizim medreselerde Cürcani ve Taftazani değil de İbn-i Haldun anlayışı egemen olsaydı.. Allahu alem.. bugün bambaşka noktalarda olabilirdik. Onun yerine  dedi ki cilerle, efsunlu sözcüklerin nerelere nasıl okunup üfleneceğine ilişkin derin analizler, şerhler egemen oldu..’

Bu tartışma, konuşmadan dokuz yıl sonra skolastisizmi üniversitede ekonomi dersinde dersin hocası anlatmıştı aynı örnekle.. örneği duyan kimi arkadaşlar ‘Aaa!’ demişti şaşırarak. Kimi hiç umursamamış ‘Ders ne zaman bitecek?’ modundaydı. 

Ben gülmemek için kendimi zor tutmuştum. ‘Aaa!’ diyen arkadaşlara gülecektim. Nasıl yani yeni mi duyuyorlar? Lisede felsefe dersi görmediler mi? Görmüşler ve fakat muhakkak unutmuşlardı. Keşke ben de unutsaydım, yeni duysaydım ya ciddi bir şaşkınlık yahut hocada bir yer edinme amacıyla ‘Aaa!’ deseydim tıpkı diğer ‘Aaa!’ diyenler gibi. 



Cemal Çalık, 23.04.2018,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Deneme, Sözcüklerin Düş Hâli




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı