30 Ocak 2016 Cumartesi

SA2419/KY26-CA39: Aidiyet Gerilemesi

"Zulmetin karanlığına gömülmüş dünyaya “İslam’ın Vaatleri”ni samimi bir dille anlatmayı başarabilen arif ve arifelere ihtiyacımız var. Dünyayı imtiyazların perspektifinde görmeyi reddederken yaşanan acılarda sahip olunan payı doğru okumayı üstlenen bir dil, sözünü ettiğim."


Koparıldığında bıraktığı acının kolayca dindirilemeyeceği bir bağ, kardeşlik. Yabancı bildiğimiz birine nasıl olup da bağlandığımıza karar veremeyebiliriz çoğu zaman ama söz konusu olan kardeşlikse, bu nedenler nispeten açık seçik görünür. Ne çıkar vardır ne ihanet, ne yalan vardır ne aldatmaca; öyle gelir. Kelimeler kardeşlik ilişkisinin seviyesinde başka türlü tezahür eder, yorumlanır, başka türlü tartılırlar.

Kan bağı kardeşliği, aynı inanca sadakatin bağlıları olmayı öğreten bir ilk mektep gibidir. “Su ve çamur kaydından kurtulmadığın için/ Diyorsun ki "Ben Yunanlıyım, Afganım…” diyor ya Muhammed İkbal… İslam kardeşliği bir ütopyanın terennümü değil, Asrı Saadet’ten akıp gelen somut bir gerçeklik. Musafaha yaptığınızda o kardeşliği esas aldığınızı belirtmiş olursunuz. Arada bir ünvanın, bir markanın veya istikbal endişesiyle ilgili kuşkulu bakışın gölgesini duymazsınız.

Bu bağlamda dile gelen arzu ve umutların samimiyeti, kimliği köken üzerinden tarif eden Kemalist paradigmanın çözülmesinin en önemli sebeplerinden biri. Musafaha yaptığımız Türk mü, Kürt mü, bununla ilgilendiğimi hatırlamıyorum.

Birkaç yıl önce Ermeni büyükannesinden söz eden bir metin kaleme alan bir yazar arkadaşım yenilerde, bunun için duyduğu pişmanlığı dile getirdi. Şaşkınlık içinde anlattıklarını dinledim. Bir şeyler kolay değişmiyor muymuş? İyi ama büyükannesi Müslüman olmuştu, bu kime yetmiyor?

1990’larda gerçekleşen (zorunlu) muhasebelerin sağladığı bir birikim ve moralle 2000’ler, Türkiye’de Pandora’nın Kutusu’nun açıldığı yıllar oldu. Gizli saklı kökenler, bastırılmış geçmişin sebep olduğu yaraların şifa bulacağı umuduyla dile getirilmeye başlandı. 

Medyada önemli bir konuma sahip Kürt kökenli bir arkadaşım on yıl kadar önce bir programın ardından kulis sohbeti sırasında –bir sırrını paylaşır gibi- Kürt olduğunu söylemişti bana. Sonra da bütün yaralarını göstermişti. Anlatırken iyileştiğini duyuyordu. Biz birbirimize ne yapmışız böyle, niye yapmışız? Açılıyor, konuşuyorduk. Hocalarımız büyük ölçüde Kürt’tü ve bu önemli bir ayrıntı olarak görünmezdi. Kardeşliğin sebepleri ve güçlendirilmesi doğrultusunda cümleler kuruyorduk.

Aradan çeyrek asır bile geçmiş değil, ancak Babil Kulesi zamanlarına geri dönmüş gibiyiz. Anlamak ve anlaşılmak için konuşmuyoruz. Medyanın çoğulluğu, olguları derin bir kavrama gücüyle fark etmemize yardımcı olmuyor. Kendi haklılık payımızın artması adına birilerine biçilen lekenin sürekli göze batmasına ihtiyacımız var sanki. Barış süreci içinde bir katkı sağlamak için tek cümle kurmamış kalemler, savaş kışkırtıcılığı yapıyor. İslami mücadelenin temel değer ve dinamiklerinden bihaber medyatik yüzler, güya Müslümanlık adına sekter bir dille gerilimi tırmandıran cümleler kuruyor.

Bir grup akademisyen, Türkiye gerçeklerine uzak, sorunun sebeplerine taraflı yaklaşan, dolayısıyla mevcut gerilim karşısında yapıcı olma sorumluluğunu göz ardı eden bir metne imza atıyor.  Böyle bir metnin bütün ayrıntılarıyla hangi sonuçları hazırlayacağını bir akademisyen öngörmeli değil midir? 

Güneydoğu’yu yaşanamaz kılan, ölümlere sebep olan PKK’nın tek cümleyle bile eleştirilmediği ve bütün sorumluluğun devlete yıkıldığı bir metin nasıl “barış”ı temenni ediyor olabilir?  

Bildiri son derece sorunlu, bununla birlikte gösterilen tepki ve sorgulamanın yer yer linç dili boyutlarına ulaşması, toplumsal kutuplaşmaya açıklığıyla bir hayli endişe verici.

Karşılıklı olarak kökenlerimizi hatırlamanın, birbirimize kökenimizi hatırlatmanın sebeplerine yoğunlaşırken nefes almakta zorlandığımız bir açmaza sürükleniyoruz. Saf ve özgürleştiren bir kökene inanmamız beklenirken yüzyılların ortak birikimi birkaç şablona indirgeniyor. 

Köken üzerinden bir aidiyet -Tanpınar’ın “Teslim” başlıklı öyküsünde kurcaladığı üzere- nasıl olur da dünyayı birbirine dar etmekten farklı bir ufuk sunabilirdi? Kardeşi kardeşten koparan operasyon hiç kolay olmuyormuş. Bedenimiz kan sızdırıyor, kalbimiz ağrı içinde. Acı birikimleri o denli çoğaldı ki hesabı yapılamaz oldu. Beyaz bir sayfa açılmaması için oluşturulmuş karanlık hesapların künhüne akıl erdirilemiyor.

1990’larda sayısız dergide tartışılan “bir arada yaşama sanatı” dersleri kimseye temelli bir şey öğretememiş meğer. Tersine, oluşturulan büyük umutların iyimserliği uğursuz hayaletlerin dönüşüne izin veren bir kargaşaya kapılar açabilirmiş. 

Çözüm süreci üzerine yapılan sayısız toplantı, çalıştay, yazılmış kitaplar, daha önemlisi yitirilen canlar geriye nasıl kardeşliği güçlendiren bir etki alanı, dahası güçlü ve kalıcı bir söylem bırakmamış olabilir? Okunmuş tefsirler, mealler, İmam Rabbani’ler, Aliya’lar, zor zamanlarda rahmani bir uyarı anlamına gelecek bir cümle kurmaya izin vermeyecek kadar mı az anlaşılmış…

Eksik olan ne, hep bu soru üzerine düşünüyorum. Gruplar halinde okuyup tartıştığımız kitaplar niye elimizden tutmuyor? Veda Hutbesi, İslami tebliğin Hz. Peygamber döneminde ulaştığı son merhalenin manifestosu olarak okunabilir. Biz ise yeniden bir tür kan davası dönemlerine döndük, birçok açıdan. 

Hudeybiye, geçmişe karışan bir yöntem değil oysa, Medine Sözleşmesi’nin sayısız inceliğinin de bize hâlâ uyarılarda bulunmadığı söylenemez. Fransız Devriminin “kardeşlik” idealiyle bütünleşen ilkeleri tarafından kuşatılırken ufkumuz, asla kendi bildiğimiz gibi kardeş olamadığımızı ve olamayacağımızı kabule zorlanıyoruz. Oysa Ali İmran suresinin ayetlerinde “düşmanlığın ardından kardeş kılınmanın “yürekleri yatıştıran nimetini okumayı sürdürüyoruz. Birbirimizi zorlamamız gerekmemişti, ayrımız gayrımız yoktu; her zamankinden çok hatırlamamız gerekiyor bunu.

Tarihin tekerrürüne karşı hiç hazırlıklı değilmişiz, doğru. Mücadele birikimleri tuhaf bir hoyratlıkla heba ediliyor. Müslüman Müslümanı tekfirden çekinmiyor. Kitap okumaya üşenen gençler birkaç şiddetli sloganla hasım bildiğini ezip geçme hazzına kilitlenmiş. Medya dili gerçeği sadece bir ucuyla gösteriyor, bütünü görmek okuyucunun ferasetine kalmış. 

Zulmetin karanlığına gömülmüş dünyaya “İslam’ın Vaatleri”ni samimi bir dille anlatmayı başarabilen arif ve arifelere ihtiyacımız var. Dünyayı imtiyazların perspektifinde görmeyi reddederken yaşanan acılarda sahip olunan payı doğru okumayı üstlenen bir dil, sözünü ettiğim.


Cihan Aktaş, 30.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 







Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015

Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20541/aidiyet-gerilemesi

Seçkin Deniz Twitter Akışı