24 Ocak 2016 Pazar

SA2390/KY1-CÇ188: Pazar Yazıları 9

"Sevgili karîlerimin (okuyucularımın) inanılmaz baskıları karşısında yelkenleri indirip yazmam isteklerine boyun eğdiğimi itirafla:)"


PAZAR YAZILARI -9-

Not 1- Diyelim ki şârih olma hevesi depreşti içinizde, nasıl bir yöntem izlemeniz gerektiğine dair bir bilginiz var mı? öyle ise şerh mevzuuna niye dudak büküyorsunuz?
Not 2- Matbu bir yapıt ile matbu olmayan bir yapıt arasında ayrım görmeyen bence okuma, idrak etme hevesini hiç duymasın. Bu heveslerin kürtajına karşı yasal bir takım yaptırımlar yoksa kürtaj yaptırmaları en doğrusu.
Not 3- Üstenci olmak ile üstte olmanın bariz farklılıkları vardır..
Not 4- Hayati öneme haiz olmadığı için 4. notu yazmıyorum.


“NİL'DE SAÇLARINI TARAYAN KLEOPATRA'NIN DEĞİŞEN RUH HALLERİNİN NİTEL ANALİZİ” ÜZERİNE BİR ŞERH
-ya da şârih olmanın zorluklarına dair bir gönderme-

Üstad Mahmut Karaman’ın tab olunmamış ve dolayısıyla matbu olmayan bu eserini şerh etmek boynumuzun borcu olmakla beraber, zorluğu karşısında hep bir duralamış, düşüncelerimizin olgunlaşmasını, pişmesini ve hatta yanmasını bekler bir halet-i ruhiyeye bürünmüştük. O hal gerçi hâlâ devam etmektedir. Ve fakat en azından ve açıkça bu şerhin bir denemesinin yapılması iktiza ediyordu, ediyor. En azından biz iktiza ettiğine inanıyoruz. 

Biz bu şerhte gereken derinliğe, vuzuha ve şümule ulaşamasak da bizden başka, bu hususlarda –özellikle ruhiyat ilminde mühim bir yeri olan kişilerin- yetkin olan birilerinin dikkatini çekerek bu şerhin yapılmasına böyle bir katkı sunabileceğimizi ummaktayız. 

Bu yüzden yapacağımız şerhe istinaden mezkûr esere ilişkin noksanlıklar atfetmek, isabetsiz hükümler olduğunu düşünmek hem abestir hem iftira olmuş olur. Karîlerimize (okuyucularımıza) hemen şunu hatırlatalım ki, sizde böylesi bir tedaiye sebep olacak olan düşünceler, yani herhangi bir noksanlık ya da noksanlıklar –ki böyle bir duyumsamaya kapılanılırsa-, isabetsiz hüküm ya da hükümler –ki böyle anlaşılırsa- bizim yetersizliğimizden sadır olmuştur. Bu ikazı akıllarında tutmalarının hiç olmadığı kadar ehemmiyetli olduğunu anımsatalım. Bu kesinlikle usumuzdan çıkarılmamalıdır.

İmdi evvela belirtelim ki şârihlerin işi hiç kolay değildir. Pek müşkildir. Evvela şârih şerhetmeye çalıştığı yapıttan kendi anladığını anlatmaya çalışmakla beraber yapıtta anlatılanla mutlak olmasa da hiç değilse özde bir uygunluk olması zorunludur. Başkaca söylendikte söylenilenlerin -kısmî de olsa- öznesi ile nesnesi arasında bir uyum olması zorunludur. 

Daha açık bir ifadeyle diyelim siz göğe doğru bir taş attığınızda taşın genelde düşmesinden hareketle attığınız taşın düştüğünü söylemeniz doğal olsa da eğer attığınız taş düşmedi ise düştüğünü nasıl söylersiniz? 

Diyelim attığınız taş bir nesneye bir canlıya takıldı ve onunla beraber yol aldı. Siz nasıl genel yargıdan hareketle taş düştü diyebilirsiniz? Böyle dendiğinde durumun nesnesi ile öznesi arasında bir örtüşme olmadığı açıktır. Ancak genel olan taşın düştüğüdür. Bu genel yargı sizi bağlamalı mıdır? 

Hayır, değil. Olan sizi bağlamalıdır. İşte en çok bizi zorluğa sokan budur. Şârih genel geçerler üzerinden mi yapıtı değerlendirecek, onu eğip bükecek yoksa olanı olduğu gibi mi verecek? 

"Olanı olduğu gibi verilecek ise şerhe ne gerek var?" diye bir soru usumuza gelebilir. Ki gelmesi de doğaldır. Da, bakalım yapıtta olan senin, benim, bizim ya da sizin ya da onların anladığı gibi mi? Yani yazarın ortaya koyduğu böyle mi? 

İşte şerh burada işin içine giriyor. Yapıtın özüne sadık kalmak koşuluyla, yapıttaki teze aykırı olmamak koşuluyla –burada bir yanlış anlaşılma olmasın sevgili karîlerim (okuyucularım) biz böyle demekle bir yapıtta sunulan teze karşı çıkılamaz demiyoruz  elbette karşı çıkılır, karşıt, aykırı düşünce belirtilebilir, o da tenkittir, ki tenkitin şerhle bir ilgisi, bağlantısı yoktur, bence münekkitlik şarihlikten evladır ama bahsimiz şimdi bu değildir- olanın tespitine çalışmaktır.

Sevgili karîlerim (okuyucularım) siz dahi bilirsiniz ki, ben-i adem dediğimiz canlı bilme yetisi, anlama yetisi, sezme yetisi ile mücehhez ve hem kendisini ve hem de çevresini dönüştürebilme, değiştirme yeteneğine havi bir canlıdır. Hâl böyle olunca bu yetilerin kullanılmasının ehemmiyeti kendiliğinden ortaya çıktığı görülmektedir. Kim bunun ehemmiyetli olmadığını söyleyebilir? Kim böyle bir düşünceyi dile getirmeye cüret edebilir? 

"Efendim, bu sözlerin mevzumuzla alakası nedir?" diye söylenenler olabilir. Olsun. Onlara şârihin, münekkidin niçün gerekli olduğunu anlatmaya çalıştığımızı söylemekle iktifa edelim. Gelelim mezkûr yapıtın şerhine.  

Dört cilt ve iki bin dört yüz elli üç sahifelik bu yapıtın dibacesinde yer alan “Her hangi bir cemiyetin ekser-i mütehassisini ulum ve zarafet ehlinden mürekkep bulunan bir heyet-i ilmiyenin hizmet ve vazifesi, ol cemiyetin müterakkiyede cari ve müsteal olan bir çok tabirat-ı ilmiye ve tabirat-ı zarife ve kelimat-ı ıstılahiyenin, kendi lisanlarında mukabillerini bulup tayin etmek asl-i vazifeleri olmalıdır. Zira unutulmamalıdır ki, kendi lisanını, kendi tabirlerini, kendi ıstılahlarını oluşturamayan kendisini kendisi olarak sürdürmekten beri olacak ve adeta yekdiğerinin bir fotokopisi mesafesinde varlığını idame ettirecektir. İmdi deriz ki; her alış verişte, her muamelede tanzim-i umur içün, bir miyar-ı muteber elzem ise münasebet-i fikriyede dahi hakk ve batılı tefrik edüp, aldanmamak ve hale anlaşılabilmek içün bir kıstas-ı kavim ( doğru dürüst ölçüt) elzemdir.” Hükmü üzerinde durmakla başlayalım işe. 

Üstad-ı evvel Mahmut Karaman’ın burada ne denlü isabet buyurduğunu görmemek için kişi ya inatçı olmalı ya bilme yetisinden mahrum olmalıdır. Bilme yetisinden mahrum olan için yapacak fazla bir şey yoktur. İnatçı için itibar-i de olsa yapacak bir takım şeyler vardır. Evvela inatçının inadı bir tartılır, bilgiden kaynaklanan bir inat mıdır? Yoksa, egodan kaynaklanan bir inat mıdır? Evet, inadın çeşidini tespit çarenin ne olduğunu da bize söyler. 

Gerçi bazı mütefekkirler “İnatçıyla uğraşmak beyhude bir çabadır!” demişlerse de biz bu inanca katılmadığımızı hem gelecek zamanlarda da katılmayacağımızı belirtelim. İnatçının inadının kökeni belirlendiğinde yapılacaklar aslında çok basittir. Eğer bilgi kaynaklı bir inatsa inatçı kişide olan ona bilgisinin yanlışlığını kendisinin farkına varması sağlanır. Bu o bilgiyi kişinin kendisinde tartışmasını sağlamak demektir. 

Eğer hakikate aç bir kişi ise bu kişi hiçbir çekince göstermeden kendisinde olana karşı kendisi karşıt uslamlamalarda bulunarak test etmekten imtina etmeyecektir. Bunu yaptığında eğer gerçekten bilgisi yanlış ise bunu görüp inadından vazgeçecektir. 

Ve fakat diyelim ki kişiyi inada sürükleyen egosu olsun. Siz onun yanlış içinde yüzdüğünü, yanlışla yatıp yanlışla kalktığını sabah kendini gösteren güneş gibi gösterseniz de o inadından vazgeçmeyecektir. Peki bu kişiye karşı nasıl bir çare vardır? 

Efendim bu kişiye karşı elli gram heç heç otu, yüz gram ay gölgesi, beş tutam da analık avucu alarak bir dibeğe hepsini koyup birlikte dövmeli sonra da bu karışımı yarım çay kaşığı bal ile sabahları aç karına yedirmelidir. Bir bilemediniz iki hafta içinde o kişi derdinden azat olacaktır. Siz dahi şaşırıp kalacaksınız. 

Bu söylenenlerin 'Nil’de Saçılarını Tarayan Kleopatra' ile ilgili eserle bağıntısını kuramayanlar olacaktır. Oysa bütün mesele bu bağlantıyı kurabilmekten geçiyor. Değilse de zaten baştan bu şerhin bizce pek müşkil olduğunu belirttiğimizi hatırlatırız.




Cemal Çalık, 24.01.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Pazar Yazıları

Pazar Yazıları
Cemal Çalık Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı