12 Kasım 2015 Perşembe

SA2028/KY1-CÇ162: Bedbin miyim, Nikbin mi?

"Yetkin dil duygusuz, çorak bir dildir. Kupkuru bir dildir. Yüreğe bukağı vurmaktır. Düş gücünün iğdiş edilmesidir. Kelimelerle aramdaki kavga hep bu halden kaynaklanıyor."


Oldum olası kelimelerle aramda ıstırap verici bir ilişki olmuştur. Yahut kelimelerle aramda hep bir problem olmuştur. Lise yıllarında –ikinci sınıfta- deneme örneği olarak “Bedbin miyim nikbin mi?” başlığında bir deneme yazmışım edebiyat dersinde. Hatırlıyorum stajyerler de vardı. Şimdi o yazıya bakıyorum. 

Şöyle demişim “Kelimelerin lügavi anlamlarının hegemonyası görünüşte olan bir hegemonya. İnsan kullandığı kelimeleri lügavi anlamlarının çok ötesine götürür. Ve fakat bu uzaklaşmanın farkında değildir kişi. Kişinin söylediğinin, yazdığının anlaşılmamasına, fertlerin anlayamamasına anlam veremeyişinin altında bu farkında olamamak yatar. Bu hal bazen öyle ileri derecede olur ki, kişi yazdıklarını, söylediklerini kendisinin bile anlayamadığını fark edemez. Anladığını sanır. Lügatlerde yazılan anlamlar hiç de yazılanda, söylenilende murat edilen anlamlarla sınırlı değildir. Bunu sezer ve fakat bu sezgiyi somut bir biçimde gösteremez.”

Bununla, bu yazı ile ne anlatmaya çalışmışım diye bakıyorum. Kelimelerin yetersizliğini vurgulamaya çalışmışım. Lügatlerde kalmanın kişinin körelmesine neden olacağını anlatmaya çalışmışım. Anlaşılmazlığın lügatlerde kalmaktan kaynaklandığına işaret etmeye çalışmışım. Bunu o denemede yapabilmiş miyim? Hayır! Yetkin bir dilin olabileceği hülyâsıyla yazmışım o yazıyı. 

Oysa yetkin bir dil olamaz. Yetkin dil duygusuz, çorak bir dildir. Kupkuru bir dildir. Yüreğe bukağı vurmaktır. Düş gücünün iğdiş edilmesidir. Kelimelerle aramdaki kavga hep bu halden kaynaklanıyor. Ve kelimelerle olan kavgamın temelinde “anlam” görüngüsünün yattığını görüyorum. Bu kavga halen sürüp gitmekte ve sürüp gideceği de oldukça açık. 

Yetkin bir dilin murat edilen “anlam”ı olduğu gibi vereceğini sanmak bir vehimden ibaretmiş gibime geliyor. Bu vehme kapılanların yetkin dil uğraşısı vermesini anlamıyor değilim. Nihayetinde bir problem var ve bu problemin çözülmesini istemek te gayet insanca bir edim. Fakat bu edimin gelip dayanacağı yer niceliğe dayandığında iş sarpa sarıyor. Bilinen sözcüklerin sayısal değerinin kişiye meramını anlatmada bir kapı açacağını uman kişi sözcüklerle yaşamının hiçbir anında gerçek bir kavga vermediğini gösteriyor. İğdiş edilmiş bir bilinç ile yaşamını sürdürdüğünün göstergesinden öte bir anlamı olmuyor.

Bizi anlatamazlıkla, anlamazlıkla mağdur eden sözcüklerin niceliği değil, niteliğidir. Dilin kendinden kaynaklanan niteliğidir. Hem bu duyularımızın da niteliğinden kaynaklanıyor ki dil de nihayet duyularımızın bir yansımasıdır, bütünüyle olmasa da. Duyularımızın nakıs oluşu sözcüklerimizin de nakıslığına neden oluyor. Niceliği arttırdığınız oranda nakıslık da artar. Nakıslıktan kurtuluşun yolu niceliksel artıştan değil, belki niteliksel bir savaşımı gerektirmekte.

Bir tek sözcük üzerinde çekilen ıstırap ona yüklenen anlamların genişletilmesi, bir tek sözcüğü neredeyse namütenahi bir anlama büründürebilmek.. böylesi başarıldığında niteliksel bir dönüşümden umulan belki elde edilebilir. Belki o zaman anlatamazlık, anlaşılmazlık mağduriyetinden sıyrılınabilinir. 

Bir tek sözcük üzerinde bile çile çekmemiş birinin binlerce sözcük bilmesi Firdevsi’nin Şehname’sini baştan sona kadar okuyan bir papağanın karşısında duyulan hayranlık neyse onu duyurabilir belki. Şehnameyi bilen papağanın diğerinden tek farkı bizim ona yüklediğimizdir. Yoksa papağanlar arasında o yine bir papağandır. Papağanın kendi dünyasında ona bir ayrıcalık, bir anlam katmamıştır bildiği sözcükler. Papağanın kendinde dahi bir değişim, dönüşüm sağlamamıştır. Zira bir anlam katmamıştır. Anlamdan uzaktır. Bildiği bir tek sözcük üzerinde ıstırap çeken biri Şehname’yi baştan sona ezbere bilen papağandan bilinç olarak çok ötelerdedir, bunu dile getirmek bile abes. 


Cemal Çalık, 12.11.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Deneme

Seçkin Deniz Twitter Akışı