10 Ekim 2013 Perşembe

SA440/AS40: Sofistik ve Sufistik Sanrılara Müdahale: Tanrı ‘Ne’ midir ‘Kim’ midir?

"Senin rabbin, senden başka kullarına da inanırsa o zaman ne olacak? Senin rabbin münkir ya da müşrik mi olacak?”


Sofistik ve sufistik karmaşa ile kendilerini dengelerin uzağında dinlenmeye bırakan şahısların, niyetlerinin dinlenmeye kalmak olmadığını, aksine insanlar tarafından izlenen, ilgiyle merak edilen ve kendilerinden daima ‘ilginç şeyler’ beklenen birileri olarak algılanmak olduğunu düşünmek daha sofistike ve sufistike geliyor bana. Ki; elbette insanın aranan biri olmayı istemesi doğaldır, bunda garipsenecek bir şey yok. Asıl garipsenecek olan şey bu değilse işte tam olarak şudur; aldatmak. Hem insandan uzak durmayı murad edip bu uzaklığı pazarla hem de insanlardan uzak kalmak için hiçbir şey yapma; aksine insanlar senin hakkında ne demiş, senin hangi dediklerini senin anlattığın ya da anlatmadığın şekilde anlayıp anlamadıklarını takip et, sonra otur-kalk seni anlamadıklarının cehaletlerini basit veya mürekkep cehaleti diye ikiye ayır.
***

Biraz sofistik diyalektik yapalım, belki sonunda diyalektik taklitçiliği ile biz de taklit edildiği açıkça belli olan bir ucube söz icad edip dakikalarca bu sözün etrafında dönüp dolaşıp kendimize zekilik ziyafeti çekebiliriz. Sonra Platon’un Aristo’ya taktığı ‘okuyucu’ lakabına benzeyen ‘tâlib’ şablonunu uyduracağımız ‘mârikler’ bulabiliriz…(Mârik, merak’ın Arapça fail kalıbı ile tarafımdan yapılmış bir sözlimesi olup, ‘merak eden’ anlamındadır, böyle bir icat varsa da haberim yoktur.)

***

Wikipedi araklaması şu ifadeleri itina ile tırnak içinde yazalım: “Etimoloji bakımından ‘sofist’ kelimesi Yunanca sophos (bilge, becerikli, zeki) sözcüğünden türetilen sophistes’ten gelir, öğrenmeyi ve öğretmeyi meslek edinen kişileri belirtmek için kullanılır. ‘sofist’ sözcüğü önce zengin gençlerin peşinde koşan ve karşılığında ücret alan kişi için, sonra ruhla ilgili bilgiler ithal eden tüccar için, üçüncü olarak aynı bilgileri isteyene satan çerçi için, dördüncüsü manevi ürünlerini bize satan kimse için kullanılmıştır. Beşinci olarak bu tanımlama, söz savaşı sanatında bir yarışmacı,yani yükselme hırsına ‘tartışma sanatı’nı yer seçen bir kimse anlamına geliyordu.Altıncı kullanış şekli çok kuşkuludur;ama bununla,ruhu(gerçek) bilgiye engel teşkil eden kanılardan temizleyen bir kişinin tanımlandığını kabul ederek onu da diğerleri arasına katıyoruz.”

***

İşin Sofistik kısmı yukarıda, fakat bu kısmın az balans ayarı eksik onu da şöyle tamamlayalım: "İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının, ölçüsüdür" Protagoras (Baş Sofist,d. M.Ö. 481 - ö. M.Ö. 420,Protagoras, insan aklını sorguya çekmiş, bir yandan soyut spekülasyonun önüne geçerken, bir yandan da insan aklının kendi üzerine düşünme gücünü gözler önüne sermiştir. Pratik bir bilgeliğe sahip bir kişi olarak da, insana boş, sonuçsuz araştırmalardan, kendisine dönme çağrısı yapmış ve insanı dünyasının merkezine yerleştirmiştir.)

***

Protagoras’ın adını telaffuz edemeyebilirsiniz, yukarıda ona atfedilerek verilen meşhur cümlesine de kafa yormayabilirsiniz…Hem gerek de yok…Bugüne kadar Protagorası duymamış olmanız sizi eksik bırakmadığı gibi bugün onu duymuş olmanız sizi arttırmayacaktır. Zaten, söz, diyor ki; sen olmazsan hiçbir şeyin anlamı ve ölçüsü yoktur… Bu hiçbir şeyin içine biraz var olan biraz da var olmayan eklendiğinde söz rakkâsı’nın icadı ortaya çıkıyor; zaten işi bu.. O baş sofist; bundan geçim temin ediyor…İsterseniz sözlük bilgilerini okumadan da geçebilirsiniz, çünkü insanın ürettiği tanımların ve açıklamaların hiçbiri gelecekte genelgeçer olmayacak. Birbirimizi avuta avuta ilerliyoruz, bu avunmalarla mest olanlarımız parayla bir sürü keyf alıyor, mest edenlerimiz ise bir sürü para…Maksat insan içinde insandan uzakta yaşamayı hayal etmek değil midir? İnsandan uzakta kalmayı dileyen gelip bunu cümle cemaatin içinde sözlerle, harflerin birbirine göz kırptığı yerde yazılarla bağıra çağıra ifade etmez…cesareti varsa gider. Gerisi mecâz-ı karamürseldir; para eden de budur.

***

Konumuzla doğrudan ilgisi var mı yok mu, nemelâzım, şekl-i gariplerinden birine muhtaç olmadan ifade edemeyeceğimiz veya edeceğimiz bir örnekleme üzerinden çukur kaza kaza ilerlemeyelim. Yüksek yüksek tepelere çıkarıp örneğimizi oradan ‘Mârik’e anlatalım. Bir ‘meşhur’a soruluyor: “Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?” O da cevap veriyor: “Tanrı.” Kıyamet kopuyor ondan sonra…Bu ne tür bir kıyamettir, bilmiyorum, ama işin rengi sofistik açıklamalarla daha iyi anlaşılabilir diye umuyorum. Fakat, işin sonrasında bu cevap "Tanrı Olmak İsteyen Düşünür!" kalıbında eleştirilince ‘meşhur’ müthiş aforizmalarla müthiş metaforlar oluşturuyor. “Oysa cevaplarım tamamen yanlış anlaşılmış ve o hengâmede beni kurtarmaya (!) çalışanlar nasıl kurtaracaklarını bilemezken, saldıranlar da mal bulmuş mağribi edasında döktürmüşler de döktürmüşler; bazıları cehl-i basitten, bazıları cehl-i mürekkebden…” diyerek koca bir yazı döşeniyor. Eh, zaten lâfın belini bükende ustalık ayyuka çıkmalıdır; sözün muhatabı olan her normal insan sarf edilen sözü düşünüp düşünüp her seferinde söz sarrafının ne demek istediğini kendisi keşfetmelidir; söz sarraflığına soyunan kalkıp kendi sözünü açıklama gereği duyduğunda ayyuka çıkan şey, bükülememiş lafın belini kıran okuyucuya cehalet mührünü büyük bir keyifle ve şiddetle basmak oluyor. Kusur kadı kızında, ama kız kusuru görenleri kör diye yaftalıyor.

***

Söz sarrafı, câhil okuyucularına ve ‘tâlib’lere şöyle izahâtta bulunuyor: “Şayet soru, "Kendiniz olmasaydınız, ne olmak isterdiniz!" şeklinde sorulsaydı ve ben de, bu aptalca soruya, "Tanrı olmak isterdim!" diye aptalca bir cevap vermiş olsaydım, o takdirde belki bu eleştirilerde kısmen haklılık payı bulunabilirdi ama soru bu şekilde sorulmamış. Soru şu: Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?...Cevap da şu: Tanrı!...”

***

Demek ki; soru ‘Ne’ ve ‘Kim’ de düğümleniyor. Tanrı, olunmak istenen ‘Ne’ ise, ‘Tanrı olmak isterdim’ diye cevap veren kişi aptalca cevap vermiş olacaktı. Ama Tanrı olunmak istenen ‘Kim’ ise, ‘Tanrı olmak isterdim’ diye cevap veren müthiş bir cevap vermiş olacaktı ve bu cevap aptalca olmayacaktı. Müthiş düşünürümüz, dehşetengiz düşünce dünyasında okuyucularını birer karınca mesabesinde görüyor olabilir, buna hakkı da vardır. Sufistik anakroni ve a priori bunu şart koşar nitekim. Fakat işin sırrı orada değil. İşin sırrı anakronik hedef saptırma da…Baktın, Hallacımsı monolagların (monolog değil) kükreyen sellere sebep oluyor, tahtını kaybedecek, posttan alaşağı edileceksin, işi sözle raksa getiriyorsun. Değil mi? “Değil” de…İnanırız; ama aldatmadan, okuyucuyu cehaletle damgalamadan. Lütfen!

***

Tanrı, genel bir ad olup, insan’ın İbn-i Arabi, Adolf Hitler gibi özel olmamış hâlidir. Konuyu şöyle bir çeşni ile zenginleştirelim. “Öğretmen olmasaydın, ne olmak isterdin?” cevap ne olabilirdi mesela? Yine bir meslek adı mı? Efendim? Doktor, mesela, yani genel bir ad… Sözlüklere göre; Tanrı sözcüğü Türkçe'dir ve Arapça kökenli Allah adından farklı olarak, cins ismidir. Arapça'da karşılığı ise "ilah"tır. Büyük yaratıcı, her şeye kadir olan yaratıcı, olağanüstü güç ve kudret sahibi anlamındadır…Şimdi bu mantığa göre, Tanrı genel adına , ‘Ne’ ile kurulan özne-eylem ilişkisinde, ‘Ne olmak isterdin?’ sorusuna ‘Tanrı olmak isterdim’ cevabı aptalca bir cevap olurken, Tanrı’yı bir özel ada dönüştüren ‘Kim’ ile kurulan özne-eylem ilişkisinde ‘Kim olmak isterdin?” sorusuna “Tanrı olmak isterdim” cevabı aptalca olmuyor, bilâkis akıllıca bir cevap oluyor ve bu akıllıca cevabı anlamayanlar her türlü açıdan birer câhil oluyorlar. Öyle mi? Bizzat ve bizatihi cesaretin tam ortasında ayağa kalkıp ‘Kim’e saklanan ve aslında korkakça bir itirafı da içinde barındıran gerçeğe temas edelim. Hallac bu maskelemeyi ‘Ene’l Hak’ ile becerdi. Fakat işin bugün tevil edilen kısmı kadar korkakça değildi söyledikleri… Hadi o kadar cesursan ‘KİM’ den ne kastettiğini izah etsene…Kim özel bir ad’a yöneltilir ve bu ad herkes tarafından bilinir. Buyur, postundan; nimetlenelim. Var mı cesaretin?

***

Yok cesareti; yüce tahtlarda tüm şatafatıyla kurulmuş hâliyle esefle söyleniyor, cühelâ takımına:”Peki anlamı nedir bu cevabın?...İyi okunursa, anlam, 20. sorunun cevabında saklı! Soru: "Öldüğünüzde Tanrı'nın size kapıda ne söylemesini isterdiniz?" Cevap: "Sana hâlâ inanıyorum!"

***

Söz sarrafı(!) kendince müthiş bir mistik diyalektik yapıyor ve anlaması kıt olan okuyuculara şöyle târizde bulunuyor:” Bu açıklamayı da yeterli bulmayanlara, arzu edilirse bir soru ile cevap daha ikram edebilirim:”İnanan kim, inanılan kim? / İnanan O, inanılan Ben! Sözün özü, benim rabbim Mü'mindir ey talib, bana inanır! Ya seninkisi?”

***

İbn-i Arabi’nin seven-sevilen konulu söz ve düşünce tasarruflarından etkilenmiş olduğu açık…Yani seven insan-sevilen Allah yahut seven Allah-sevilen insan ise gibi mukayeseli aşk tazarrularından etkilenmiş ‘meşhur düşünür’. Tamam, mesele anlaşılmıştır. "Tanrı Olmak İsteyen Düşünür!" başlığına neden kızıyorsun, lafa dolayıp durduğun meramını güzelce anlatmış işte! Açıklamana göre ‘Senin rabbin sana inanacak olan Mü’min’dir’ aynı zamanda. Kafanı karıştıralım şimdi, soralım: "Senin Rabbin, senden başka kullarına da inanırsa o zaman ne olacak? Senin rabbin münkir ya da müşrik mi olacak?”

***

Nasıl ama ey Mârik, “Senin Rabbin, senden başka kullarına da inanırsa o zaman ne olacak? Senin rabbin münkir ya da müşrik mi olacak?” sorusu müthiş bir soru değil mi? Cevabı verecek olan vatandaş düşünsün. Benim Rabbim, kendisine kul olmakla şeref duyacağım bir Rab olan Allah’tır. Bana inanıp inanmamak gibi bir insanî hassa ile ona yaklaşmam gaflettir, delalettir.

***

İşte! Ucube bir söz icad ettik; dakikalarca bu sözün etrafında dönüp dolaşıp kendimize zekilik ziyafeti çekebiliriz artık.



Alper Selçuk, 27.02.2010, Antiseptik Anafor 21

Seçkin Deniz Twitter Akışı