30 Ekim 2012 Salı

SA90/KY1-CÇ1: Büyüklere Masallar


Büyükler acınası işler yaparlar. Pireleri berber, develeri tellal ederler.  Bu yetmezmiş gibi bir de keçiyi, koyunu, kurdu kuzuyu konuşturmazlar mı? Ya gezintiye çıkan ağaçlar, çiçeklere ne demeli. Bütün bunlara sebep ders vermekmiş. İlle ders verecekler. Yalan söylemenin kötülüğünü anlatmak için bütün bir sürüyü kurda yedirir masalın adını da “ Yalancı Çoban” koyarlar. Düşünmezler ki çoban tek başına sıkılır. Öyle ya o da nihayetinde insandır. Onunda başı ağrır, midesi bulanır. Konuşacak birini arar. Hani kuzular, koyunlar konuşsa onlarla dertleşir. Ama böyle bir şey yok. Ne yapsın bizim çoban? Kim olsa onun gibi köylüleri başına toplamaya kalkışır. Bunda hiçbir kötülük yok bence.


Kırmızı başlıklı kızın peşine kurt niye düşsün? Eğer yiyecek olsa yolunu keser yer. İlle de ninesinin kılığına girmesi gerekmiyor. Ben büyüklerin masal anlatmasını bu yüzden sevmiyorum. Bilmiyorlar. Biz çocuklar bunu onlardan daha iyi yaparız ama bize de fırsat vermezler. Evet. Susmamız için neler yapmazlar. Hatta dayağa kalkışanlar bile olur.

Soru sordurmazlar. Örneğin Karga ile Tilki öyküsünde tilkinin peynir yiyip yemediğini sorduğumda aldığım karşılık “ Sen bozguncusun!” olmuştur. Ama gerçekten bilmiyorum. Bir tilki peynir yer mi? Karga belki. Bir dilim peynir peşine düşecek bir tilki düşünemiyorum. Hayat bilgisi kitabında da yazmıyor. Etle beslenen türden bir hayvan olduğuna ilişkin bilgi de ansiklopedi de var. Bu durumda işler karışıyor. Sonra karganın sesi bana öyle kötü de gelmiyor. Hem bana gelse bile karga kendi sesi hakkında nasıl kuşku içinde olabilir ki övüldüğünde kendinden geçsin de peynirini düşürsün? Anlamıyorum.

Büyükleri gerçekten anlamıyorum. Anlayamıyorum. Babam hem paylaşmanın erdeminden söz ediyor hem de iki şemsiyemden birini Ahmet’e verdiğim için söyleniyor. Ahmet’in yok. Yağmurlarda ıslanıyor. O kadar iyi biridir ki Ahmet yoksul olmalarına rağmen simidini paylaşır benimle. Sadece benimle de değil herkesle. Sonra bana matematikte anlamadığım konuları öyle kolay anlatıyor ben de öyle kolay anlıyorum ki. Keşke matematik dersini o verse. Beni azarlamıyor. “ Amma da kalın kafalısın!” demiyor. Ben de ona gizliden gizliye kitaplarımı veriyorum. Ben paylaşmayı seviyorum.

Yalnızca kardeşim Ercan’la oyuncaklarımı paylaşmam gerçek paylaşma olmaz ki. Keşke botlarım Ahmet’in ayaklarına uysa da ona versem. Babası hasta çalışamıyor. Annesi temizliğe gidiyor. Sınıftakilerden çoğu onunla alay ediyor ama ben, yalan söylemiyorum, gerçekten, hiç alay etmedim. Aslında hiçbirimiz, yani biz çocuklar alay etmeyiz eğer büyükler alay etmese. Biz çocukların belki de tek kötü huyu büyüklere özenmemiz.

Artık sınıfta alay edecek Ahmet yok. Evet. Gittiler. Bu şehirde daha fazla kalamadılar. İşin iyi tarafı gidecek bir köyleri var. Bizimse yok. Ahmet’in gitmiş olmasına seviniyorum. Çünkü sezdirmemeye çalışsa da sınıftaki diğer çocukların, sokaklarındaki diğer insanların onları dışlamaları içten içe üzüyordu onu. Oysa ne iyi çocuktu. Ne iyi insanlardı. Evet  “Portikal”  diyordu bir vakitler “ Portakal’a”, ama onlar öyle öğrenmişler adını. Hem bir portakala portikal demek çok mu berbat bir şey ki? Portakalın bir adı da portikal olsa dünyanın sonu mu olur? Sınıfta kırk kişiyiz ama hiç birimiz onun gibi kesirli problemleri kafadan yapamıyoruz. Hiçbir problemi onun gibi kafadan çözemiyoruz. Nasılmış?

Ahmet’i niye sevmediklerini biliyorum. Çünkü o tilkinin peynirle beslenmediğini, çobanın koyunları otlatırken canının sıkıldığını bu yüzden köylülerle bir oyun oynadığını, kurdun küçük bir kızı yemek için ninesinin kılığına girmek gibi bir aptallık yapmayacağını biliyor ve bunları benimle paylaşıyordu. Karganın sesinin ap ayrı bir güzelliği olduğunu o bana fark ettirmişti. Çirkinliğin sadece büyüklerin dünyasında olduğunu, onların yapıp ettiklerinde çirkinlik olabileceğini, hiçbir hayvanın, hiçbir bitkinin, hiçbir böceğin çirkin olmadığını her birinde ayrı bir güzellik olduğunu o bana öğretmişti. Hem o bütün bu bilgileri ona şemsiyemi verdiğim için de öğretmemişti. Vermeseydim de aynını yapardı.

Ben size bir masal anlatayım bay bayan büyükler! Amcalar, teyzeler, abiler, ablalar;
Pireler berber, develer tellal değildi. Ben annemin beşiğini tıngır-mıngır hiç sallamadım. Annemin bir beşiği olup olmadığını da bilmiyorum. Ben altı ay yaz altı ay da güz gitmedim ve dönüp arkama bakmadım ki bir arpa boyu mu yol almışım yoksa çok uzun mesafeler mi kat etmişim. Bir şehrin ücra köşesinde iki göz oda, bir tuvaleti olan bir evde altı yaşında Selma adlı bir kız kardeşi otuz yaşlarında anne babası olan Ahmet adında bir çocuk yaşarmış.

Onlar bir dağ köyünden göçüp gelmişler. İki yıl olmuş bu şehre geleli. İlkokul birinci sınıfı köyde okumuş Ahmet. Ekmeği fırından, peyniri, yumurtayı bakkaldan, eti kasaptan almazlarmış köylerindeyken. Annesi tandırda pişirirmiş ekmeği, yemeği. Tüp bilmezlermiş. “Portikal’ı” babası kışın kasabaya öte beri satmaya indiğinde alırmış. Meyvelerin hemen hepsini. Köylerinde alıç olurmuş. Çok lezzetliymiş alıçlar. Portakala köyde herkese portikal dermiş. Şemsiyeye de şemşiye. Öyle öğrenmiş, dili dönmediğinden değil. Babası askerliğini burda yapmış da öyle heveslenmiş şehre. Annesi pek isteksizmiş.

Naçar – Ahmet öyle derdi- razı olmuş, yataklarını denk edip atlamışlar otobüse ve gelmişler. Evin ne tandırı var ne başka bir şeyi. Bakkal demiş babaları, fırın demiş. Demiş te demiş. Sokaktaki çocuklar gülüp duruyorlarmış konuşmalarına Ahmet’in. Ahmet anlamazmış önceleri neye güldüklerine. Onları sevindirdiğine sevinirmiş. Oyunlarına almazlarmış. İki üç kişi bir olup döverlermiş Ama bizimki kızmazmış bile. Selma’yı itekleyip kuyuya düşürünceye kadar da kızmamış. O olaydan sonra gitmemiş yanlarına. Selma’nın bir eli sakat kalmış. Doktora götürmedikleri için kırılan kol eğri kaynamış. Ahmet çok içerlerdi buna. Onlara hiçbir kötülük te yapmamış hâlbuki.

Okuldan bir Murat’ı sevmiş. – beni yani.- Murat gülmezmiş onun portikal demesine, şemşiye demesine. “ Bitli!Bitli!” diye haykırmazmış arkasından. “ Uzak dur pis dağlı! Keçi gibi kokuyorsun!” demez yanına oturur sarılırmış ona. Evlerine bir o götürmüş. Bir o sofrasına buyur etmiş. Murat yine çağırırmış Ahmet’i ama Ahmet gelmezmiş; “ Sağ ol! Annem merak eder, haberi yok ta!” dermiş Murat’a. Murat annesinin Ahmet’e nasıl baktığını nerden bilsin ki! Murat’ın annesinin bakışları Ahmet’i eve geldiği ilk gün kovmuş, Murat bunu bilememiş.

Ahmet köye geri dönerlerken Murat’ın çokça ısrarı karşısında söylemiş niye bir defadan fazla evlerine gelmediğini. Ama annesini hoş görmesi gerektiğini de tembihlemiş Murat’a. Murat annesini babasını bağışlamış olsa da Ahmet bu şehre bir daha gelmemiş ve bağışlamış mı bağışlamamış mı bu şehri kimse bilememiş.

Cemal Çalık, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, 30.10.2012

Seçkin Deniz Twitter Akışı