10 Şubat 2017 Cuma

SA3956/CÇ368: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm II-1

"Anlatamazdı, anlatıyordu çünkü yürümesi, üşümesi ve titremesi bir sıra üzerineydi. Anlatıyordu ve fakat bir türlü anlayamıyordu. Sanırız anlamak istemiyordu."


Bölüm İki
-1-

Sacit yürüyordu, üşüyordu ve titriyordu. Yürümesi, üşümesi titremesi bir sıra üzere olduğu her halinden belliydi Sacit’in. Yürümesi, üşümesi, titremesi bir sıra üzere olmasaydı belki önce titreyip sonra yürüyecek ve sonra üşüyecekti. Ya da önce üşüyecek sonra yürüyecek ve sonra da titreyecekti. Ya da önce titreyip sonra üşüyecek sonra da yürüyecekti. Eğer yürümesi üşümesi titremesi bir sıra üzere olmasaydı belki de önce üşüyecek sonra titreyecek sonra da yürüyecekti. 

Demek ki Sacit’in yürümesi titremesi ve üşümesi bir sıra üzereydi. Ve bu arada yürümesi üşümesinin ne nedeni ne de sonucuydu ve elbette yürümesi titremesinin de ne nedeni ne de sonucuydu. Ve elbette üşümesi yürümesinin ne nedeni ne de sonucu olmadığı gibi titremesi de hem ne üşümesinin ne de yürümesinin ne nedeni ne de sonucu değildi.
 Üç durum da birbirinden bağımsız gibiydi ve bu durum Sacit’i bir hayli şaşırtmışa benziyordu. Hele de titremesi üşümesinin bir nedeni ya da sonucu olmaması hepsinden daha şaşırtıcıydı. Kaldı ki daha ilk başta, en başta herhangi biri görse Sacit’in üşüdüğü için titrediğini kolaylıkla söyleyebilirdi ve bunu söyleyeni, bunu dile getireni de herhangi bir kimse kınayamazdı. Oysa Sacit durumun hiç de öyle olmadığını yakinen biliyordu. Titremesi üşümesinin kesinlikle ne sonucu ne nedeniydi. 

Kuşkusuz azıcık bir zorlamayla yürümesinin de üşümesinin veya titremesinin nedeni olmasa da sonucu gibi yorumlayanlar çıkabilirdi ve üstün körü bir bakışla bunun da kınanacak bir yargı olmadığı dile getirilebilirdi. Oysa o öyle değil, hayır yok, o öyle değil! Evet, kuşkusuz üşüyen bir insan hareket ederek ısınmaya çalışırdı ve bu da gayet doğal olurdu. Oysa Sacit ısınmak için, üşümeden yahut titremeden kurtulmak için yürümeyi ne düşünmüş ve ne de bu düşüncesini fiiliyata dökmüş değildi. 

Kim ne derse desin bu üç durum da birbirinden taban tabana zıt, birbirinden taban tabana birbirlerine aykırı olduğu Sacit’e apaçıktı. Başkalarına kapalı, başkalarına örtük, başkalarına sır da olsa böyleydi. 

Yürüyordu beklediği şeyin gerçekleşmesi için yürümek zorunluydu. Üşüyordu havanın kış mevsiminden bir gün olmasındandı. Titriyordu çünkü korkmuştu. Hoş titremesi bir bakışta görülecek türden değildi. Dişlerinin arada bir birbirlerine vurarak tıkırdaması, yüzünün seğirmesi, göz kapaklarının tuhaf davranışları bir bakışta anlaşılabilirdi, anlaşılıyordu ve fakat Sacit’in titrediği anlaşılamazdı. 

Her şeyden önce kimsenin kendisine dikkat ettiği yoktu. Kimse dikkat etmeyince de genç adamın titrediği nasıl bir bakışta anlaşılabilirdi ki? Yine de Sacit’e göre her şeyin, ama her şeyin ama özellikle üşümenin, ama özellikle titremenin nedeni havaydı. Hani aslında güneşli bir kış havasıydı, hani hafif bir rüzgâr yok değildi, hani karlar eriyip, saçaklardan buzlar peş peşe düşmüyor değildi ve bu yüzden havayla bir bağlantı kurulması tuhaf olurdu ve fakat Sacit bu tuhaflığı kendine bile anlatamıyordu. 

Anlatamıyordu çünkü yürümesinin, üşümesinin ve titremesinin bir sıra üzerine olduğunun bilinçli bir şekilde ayırdında değildi, hani ayırdındaydı da bilincinde değildi bu ayrımsama! Yürümesi, üşümesi, titremesi bir sıra üzerineydi ki anlatabilsin. Bir sıra üzerine olmasaydı yürümesini, üşümesini ve titremesini nasıl anlatacaktı? Nereden başlayacaktı herhangi bir tuhaflığı yahut sıradanlığı anlatmaya? 

Anlatamazdı, anlatıyordu çünkü yürümesi, üşümesi ve titremesi bir sıra üzerineydi. Anlatıyordu ve fakat bir türlü anlayamıyordu. Sanırız anlamak istemiyordu. Yine de havanın tuhaflığı, havanın acımasızlığı, havanın yanardönerliği, havanın ikiyüzlülüğü, havanın kaypaklığı Sacit’in hassas yahut duyarlı ruhunda derin yaralar açtığı söylenebilirdi ve fakat bunu söyleyecek, bunu dile getirecek, bunu sözcüklere yükleyecek herhangi tanıdık biri yoktu çevresinde. 

Salt tanıdık biri mi? Hayır, tanıdık veya tanımadık Allah’ın var ettiği tek bir tek canlı yoktu. Ve bu yoksunluk daha şiddetli bir ıstırap duymasına neden oluyordu Sacit’in. Herhangi biri yoktu çünkü herhangi bir referans sahibi değildi. Aslında referans sahibi olmasını gerektirecek bir durumu da yoktu. Niçin her hangi bir referans sahibi olsun ki? 

Saçmalık. Füsun vardı. Füsun var olduğuna göre, geriye kalan her şey gerektiği kadar olmalıydı ve gerektiği kadar oluyordu. Titremesi gerektiği kadardı. Üşümesi gerektiği kadardı. Yürümesi gerektiği kadardı. Yemesi-içmesi gerektiği kadardı. Tanıdıkları gerektiği kadardı ve tanıdıkları gerektiği kadar olduğuna göre tanımadıkları da gerektiği kadardı demek ki. 

Füsun vardı, vardır öyle ise var olanın öncesiz ya da sonrasızlığı yapay bir problemdir. Öyle ki sözcüklerin imlediğinden öte bir gerçeklikten uzaktır. Füsun vardı öyle ise evcil olmayan canlılar üzerinden söylenilenlerin anlamı bir kompleksin dışa vurumundan öte değildir. 

Füsun vardı öyle ise rüzgârın yönü bitki örtüsünün eğiminden, karın saçıldığı yönden ve yine karın oluşturduğu tümseklerin durumundan çıkarsanabilse de aldatıcılığı hepten yoksanamaz. 

"Füsun vardı, vardır, öyle ise diyelim ki taşın hoyratlığı katılığından kaynaklanıyor olsun, yumuşatıldığında hoyratlığından kurtulmuşluğunu dile getirmek aceleciliktir", diye geçirdi içinden Sacit. Sacit’in üşümesi arttıkça titremesi arttıkça anlağı açılıyor, anlağı daha bir keskinleşiyor, böylece –kendisi öyle sanıyordu kuşkusuz- içinde bulunduğu durum hakkında, var oluş hakkında o güne kadar kimsenin dile getirmediği gerçeklikleri ayrımsayıp bu ayrımsadıklarını da kolayca dile getiriyordu. 

Ve her dile getirilen tümce, usundan geçen her düşünce not defterinin yanında olmayışından ötürü kendisini lanetlemesine, kendisine küfretmesine yol açıyordu ve elbet hem savurduğu lanetler hem de küfürler yalnızca kendisinin duyabildiği bir sesle, bir tonlaydı. Nasıl da kimsenin bugüne, bu ana kadar –kendisi öyle sanıyordu- böylesi şeyler usuna gelmemişken kendi usuna üşüşmüşlerdi. 

"Demek ki", diye düşündü Sacit, "Soğuk insanın bilincini açıyor, ufkunu genişletiyor, anlağını hiç ummadığı kadar keskinleştiriyor ve madem defter yok ve fakat madem soğuk var ve bu düşüncelerin hiç biri usuma gelmese de yeni ve belki bunlardan daha keskin, daha isabetli düşünceler, yargılar, vargılar, çıkarsamalar, güzellemeler sökün edecektir ve ben bu kere hazırlıklı olacağım, zira soğuk var."

Ve fakat gerçekte Sacit yorulmuştu ve yorgunluğun en keskin, en başat, en kesin, en gözle görülür, en kolay ve en çok ayrımsatıcı belirtilerinden olanı esnemek değil - ki esnemek yorgunluktan ziyade uyku gereksinimini imleyendir.- gözlerdeki parıltının yoksunluğu ya da bakışların belli bir noktaya dikilmesidir. 

Soğuktan ziyade demek ki Sacit’in bilincini keskinleştiren, uslamlamalarını yetkinleştiren şey yorgunluktu ve birden içi aydınlandı Sacit’in bu halin temelinde kökünde, kökeninde yorgunluğun olması daha hoş ve daha zenginlik verici bir damardı. Eğer havanın soğukluğu temel olsaydı buluşlarına buluşları –söze ait, söze ilişkin- bir mevsime hasrolmuş olacaktı ki, bunun büyük bir yoksulluk olduğunu söylemek bile lüzumsuz bir açıklama olur. Bu halin temelinde kesinlikle yorgunluk olmalıydı. 

Gözleri parladı Sacit’in ve yorgunluk üzerine düşünmeye başladı. İçinde sayılamayacak kadar çok Sacit’e vaaz verir gibi, sunum yapar gibi yorgunluk hakkında konuşmaya karar verdi. Ses tonunun dışarıdan duyulmaması için epey uğraştı ve başardı. Artık kesinlikle dışarıdan duyulmayacağını biliyordu söyleyeceklerinin ve yapacağı sözel sunumun ve artık rahatlıkla içinin aydınlanmasıyla erdiği bilgelikleri serimleyebilirdi, yani verebilirdi vaazını. 

Bir iki kere öksürdü içinde vaaz vermek için kürsüye çıkan Sacit ve boğazını temizleyip konuşmaya başlamadan önce kendisini çevreleyen ve huşu içinde bekleşen cemaatini mesut ve bahtiyar gözlerle süzdü ve sonra yeniden öksürdü ve yeniden boğazını temizleyip konuşmaya başladı ahenkli ve kendinden emin bir sesle:

- Kuşkusuz biz biliyoruz ki yorgunluk hem dikkat dağıtıcı bir keyfiyete sahiptir hem de kişiye ya da kişilere tuhaf bir boş vermişlik kazandırmaktadır. Yorgunluğun kaynağından ziyade belirtilerinden söz etmenin tuhaf kaçtığı savlansa da mezkûr mevzunun çok geniş kapsamlı oluşundan hareketle kaynak konusunu gündeme getirmemek daha sağın gibi görünmekte. Zira yorgunluğun kaynağı belki sayılamayacak kadar çoktur. Belki sayılabilirliğinin muhal oluşundan bile söz edilebilir. Muhal oluşta içkin olan bu durumu daha bir derinleştirmek bize bir şey kazandırmayacaktır. En isabetlisi, kaynaktan ziyade belirtilerden söz etmenin efdaliyeti işte bu muhal oluştan kaynaklanmaktadır. Buna yapılacak her hangi bir itirazın daha başından bir maluliyeti olduğunu söylememiz olası itirazların önünü kesmese de boşa kürek çekenin kendine ve kendi olmayanlara ve başkası için var olanlara bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, kazandıramayacağını işaret etmekle yetinmek de bizim şanımızdandır. 

- Efendim, dedi içteki vaaz dinleyen Sacit’lerden –hemen hemen içteki Sacit’lerin tümünün canı tez dedikleri- biri, Söylediklerinizi anlamaktan ziyade izlemekte bir hayli sıkıntı çekiyorum ve öyle sanıyorum ki benden başkaları da –eliyle vaaz veren Sacit’in etrafında halka olan diğer Sacit’leri işaret ederek- var ve fakat dile getirmekten konuşmanın insicamını bozmaktan çekiniyorlar. Eğer lütfeder biraz daha tane tane ve hali hazırdaki konuşmadan biraz daha yavaş konuşursanız daha bir kolaylaşır işimiz, dedi utanarak. 

Vaaz veren Sacit kaşlarını çattı etrafı kolaçan etti çoğunluğun canı tez denilen kişiye katılmadığını gördü ve sevindi ve sevindiğini belli etmedi ve tumturaklı bir ses tonuyla, 

- Konuşmayı canı tez gibi izlemekte zorlanan başkaları var mı? diye sordu. 

Hemen herkes böyle bir şeyin kendilerinde olmadığını baş sallamalarıyla belli ettiler konuşulanları izlemekte zorlandığını söyleyen canı tez Sacit’e ters ters bakmayı ihmal etmeden. 

Vaaz veren Sacit de konuşmayı izlemekte zorlandığını söyleyen canı tez Sacit’e ters ters baktı, 

- Canı tez sen hep böyle yapıyorsun, dedi. Hayır, yani bir de herkesi töhmet altına sokmuyor musun? İşte bu beni kahrediyor, dedi ve yine aynı ahenkli ve coşkulu ses tonuyla sürdürdü konuşmasını.

- Neyse konumuza dönersek, son olarak, sözümüz kesilmeden önce demiştik ki, boşa kürek çekenin kendine ve kendi olmayanlara ve başkası için olanlara bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, kazandıramayacağını işaret etmekle yetinmek de bizim şanımızdandır. Hal böyle olunca artık durulmanın zorunluluğu fehmedilmiş olsa gerek. Eğer ki durulmanın zorunluluğu fehmedilmemiş ise ve görmezden geliniyor ise ve gelinecek ise ve gelindi ise elbet yapılanın –boşa kürek çekmede olduğu gibi- beyhudeliğinin de bir anlamı olmadığının –hatta yapılanın beyhude olmadığının zannedilmesi- anlaşılması muhal olacaktır. Bunca muhal karşısında hazırlıksız olan kişinin nevrinin dönmesinde bir tuhaflık olmayacaktır, olmamalıdır, olmamıştır. Ve fakat ussal açıdan muhal oluşun alışkanlıklar karşısında meflûç olduğunu belirtmek gerekiyor. Öyle ki fail fiiliyle münfaili yönlendirdiğini zannetse de münfailin –her tümcede bir ‘f’ ya ‘f’ ile başlayan yahut içinde ‘f’ olan bir sözcük kullanması kendisinden başka herkesi hasta ediyordu ve fakat kimse bunu belli etmiyordu, bu takıntıdan bu adamı kurtaracak biri ne zaman çıkar bilmiyoruz- o yetenekte olması bir zorunluluk gibi görünür. Hiç de öyle olmaklığı zorunluğu değildir. Diyelim ki failimiz bir ağaç diksin. Dikme fiilinin nihayetinde serpilip gelişen ağaçtan –eğer ki münfailde bil kuvve olan şeyin ne olduğunu bilmiyorsa, yani diktiği ağacın portakal mı, limon mu, armut mu elma mı olduğunu bilmiyor olsa- fiiline dayanarak münfailden (ağaçtan) ussal olarak meyvesini beklemek yerindeyken ille de ya elma ya portakal ya armut ya limon demesi bu meflûç olmaya kati bir burhan olmaz mı? Gerçi bu burhanın kat’iliği bana da kuşkulu gelmektedir. Bu burhanda bir şeyler eksik. Hani yemekte umulan bir bafaratın, pardon baharatın diyecektim, dilim sürçtü –Sacit’in niçin Bafra sigarası içtiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, tıpkı ilkokulda meltem sakızı satıp, meltem sakızı çiğnemesinde olduğu gibiymiş demek ki- evet umulan bir baharatın -örneğin tuz gibi, karabiber gibi, zencefil gibi, zerdeçalı gibi, kimyon gibi, isot gibi, sumak gibi, biberiye gibi, rezene gibi, kakule gibi, frenk maydanozu gibi, fesleğen gibi, tere gibi, merzengûş gibi, roka gibi, dereotu gibi, nane gibi, safran, defne gibi, cevz-i bevva gibi, yenibahar gibi, vanilya gibi, kişniş gibi, amber gibi, karanfil gibi, tarçın gibi, beyarmudu gibi, nardenk gibi, pelin gibi, kekik gibi, tarhun gibi, hindiba gibi, çark-ı felek gibi, kadifeçiçeği gibi, koyunotu gibi, darülfülfül gibi, mürverağacı gibi, yasemin gibi, hindistancevizi gibi, minare gölgesi gibi, analık avucu gibi, heç heç otu gibi - olmayışı yiyenin damak zevkini dumura uğratır ya işte burada da böyle bir zihinsel dumura uğrayışı sezinliyor ve fakat eksik olanın ne olduğunu sezemiyorum ve dolayısıyla da sizlere hakkıyla ifade edemiyorum ey muhterem, ey muteber, ey kadirşinas hazirun. Öyle sanırım ki sizler de bu nakıslığın, bu yoksunluğun ayrımındasınızdır. Ayrımında olduğunuzu her birinizin gözlerinde okuyabiliyorum. İşte bu hal bile yorgunluğun nelere kadir olduğunun somut göstergesidir. Kişiyi hiç ummadığı şaşkınlıklara sürükler ve yapmayı tasarladığı şeyi yapamaz hale getirir. Vallahi sürüm sürüm süründürür. 

Vaaz veren Sacit tıkanmıştı ve bu tıkanmışlığı dinleyicilerden, cemaatten biri yahut birilerinin anlamamış, ayrımına varmamış olmasını diliyordu ve bu yüzden de dinleyicilerin her birinin yüzüne kaçamak bakışlar fırlatıyordu. Ta ki en arka sıralardan birinin el kaldırdığını gördü. O el kaldıran el kaldırmasaydı tuhaf olurdu –ki içteki cemaatin tümü ona soru soran Sacit derdi-. O el kaldırıp bir takım şeyler söyleyeceğini sezdiriyordu bundan kurtuluş yoktu. Zaten o hep arka sırada oturur ve tetikte bekler konuyla ilgisi olsun olmasın abuk sabuk sorular sorar, ilgisiz açıklamalar ve yorumlarda bulunarak kimsenin –hatta anlatıcının, vaaz verenin kendisinin bile- anlayamadığı bir şekilde konuyu alıp başka, bambaşka cenahlara götürürdü. 

Onun el kaldırması acaba kendisinin lehinde miydi? Olabilirdi. Madem bu el kaldıran ve en arkada sırtını duvara vererek oturan bu dinleyici, bu soru soran Sacit konuyu başka mecralara çekerdi öyle ise yine çekecekti ve böylece kendisinin –yani anlatıcının, yani vaazcı Sacit’in- tıkanmışlığını kimse ayrımsayamayacak ve böylece kimse kınamayacaktı, kimse kınamaya kalkışmayacaktı böylelikle korktuğu başına gelmeyecek prestiji kurtulacaktı, vaazcı Sacit sevindi ve fakat sevindiğini belli etmedi. 

- Buyur, dedi vaazcı Sacit, diğerlerinin homurdanmasına aldırmayarak. Sacit zaman zaman ona söz verirdi ve diğerleri de onun anlatılarına, sorularına diş bilerdi çünkü denildiği gibi en arkada oturan ve sırtını duvara dayayan dinleyici soru soran Sacit hemen her zaman, hemen her vaaz sonunda, hemen her konferansın bitiminde konuyla ilgisiz şeyler sorar ve ilgisiz mi ilgisiz açıklamalar yapardı şimdi de aynının olacağını seziyorlar, kesin bir bilgi ile biliyorlardı işte bu yüzden de her zamanki gibi homurdanmayı seçmişlerdi. 

Elini kaldırıp söz isteyen dinleyici soru soran Sacit gayet titrek ve gayet ürkek ve gayet çekingen ve gayet abartılı bir sesle söz girişti.

- Bu anlattıklarınızdan, dedi dinleyici Sacit, Şu çıkarımı kolaylıkla yapabiliriz; öncelikle yanılgıların önünün alınması için gereken itinaya uyumun zorluğunun aşılmasına yönelik önlemler alınmalıdır. Ve bu zaten özlü bir biçimde “sevmediklerinle gönül avutma” diye dile getirilmiştir. Zannımca yahut kanımca yahut kanaatimce yahut genel geçer bir çıkarımımla sevmediklerinle gönül avutma denmesinin esbab-ı mucibesi bir ikazdan çok kendini sezdirmeye yönelik yakarıştır. Öyle ise itinaya uyumun zorluğunun aşılmasına yönelik önlemlerin başında kendini sezdirme gelmektedir. Hani yani şimdi bu arkadaşlar –eliyle tüm dinleyicileri işaret ederek- ‘boş ver!’ diyebilirler. Boş vermekle kurtulmuş olur muyuz? İlgisi yok! Hayır! Kuşkusuz hayır! Çünkü boş versek de kendi içimizde var olan, varlığını sürdüren ücükler (harfler) sesleri imlerken, sözcükler de (kelimeler) düşün dünyamızı ve çevrenini (ufkunu) imler. Ve içimizde olup biter boş vermeye çalıştığımız şey. Boş verdiğimizi sandığımız şey içimizi oyar, yer bitirir bizi. Ben buna müsaadeniz olursa, dedi sustu ve vaaz veren Sacit’e baktı her zaman soru soran ve en arkada sırtını duvara vererek oturan Sacit. 

Vaaz veren Sacit başını sallayarak izin verdiğini işaret etti. Soru soran Sacit büyük bir sevinçle, neşeyle –ki bu yaşadıklarını belli etmemeye kalkışmamıştı bile- konuşmasını devam ettirdi;

- İmdi denecek ki bütün bunlar ne demek oluyor? Ne anlama geliyor? Denmesinde, şaşkınlığın dile getirilmesinde sakınca yok. Ben sizin biraz önce anlattıklarınızı ve oldukça detaylı bir biçimde yaptığınız durumsal betiği “kuzgun ve karga dilemması, bir başka dendikte kuzgun ve karga ayrımının gerekirliğine ilişkin somut önergeler’ diye sistemleştiriyorum. Siz anlatırken ben bu sistemi ivedilikle kurdum. Denecek ki bu beyhude bir uğraştır, abes bir iştir ve bu vaaz haldeki dinleyicilerimiz için muvafık ve dahi isabetli bir yargı olsa da istikbaldeki müstakbel dinleyicilerimiz için hiç de muvafık ve dahi isabetli değildir. Hal böyle olunca ve dahi uzun zamandan beri verilen ve benim adlandırdığım şekilde söylenirse İÇSEL VAAZ’lar istikbaldeki müstakbel dinleyicilerimiz için yapıldığı hakikatinin ayrımına vakıf olduğumuz için “kuzgun ve karganın ayrımına yönelik” bir şeyler anlatmanın, bu hususta bir kaç kelam etmenin dil oynatmanın gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmış olur.

Bu “kendiliğinden ortaya çıkış”ın neliği üzerine kafa yoranlar olacağından hareketle mevzuya (konuya) girizgâh babından birkaç kelam etmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu inançla diyelim ki eğer haldeki bize bizden öncekiler nalbanttan, hallaçtan, sadaktan, temrenden yahut peykandan, şimendifer, rende, testere, kerpeten, gönye, bileyi taşı, burgu, eğe, tokmak, çekiç, tornavida, matkap, mengene, pergel vb.lerinden söz etmeselerdi biz onlar hakkında nasıl apışıp kalırdık. Kimi çivi yazılarının çözümüne yönelik ne hummalı çalışmalar sergilerdik kendi içinde bulunduğumuz toplumsal varlıkta. 

Nalbant dendiğinde atı nallayanı, sadak dendiğinde okun konulduğu kabı anlamasaydık bu bizim değil bizden öncekilerin bir kabahati olmuş olacaktı. Öyle ise istikbaldeki müstakbel dinleyicilerini çivi yazısı sökme amelinden kurtarmak için kullandığımız bir takım adların neyi –ki müstakbelde belki karga ve kuzgun adlı varlıklardan söz edemeyecek insanlık (soru soran Sacit bu yargıyı, bu vargıyı, bu çıkarsamayı büyük halanın kocası şapkası başından hiçbir zaman eksik olmayan büyük enişteden duymuştu, ilkokul üçüncü sınıftayken okul ansiklopedisi adlı kitaptan bir ödev hazırlıyordu ve nasıl olmuşsa büyük enişte de onlardaydı ve elindeki ansiklopediyi elinden almış –kuşkusuz izin istemişti- tek tek sayfaları çevirirken fareli bir sayfada durmuştu. Ve Sacit’e fare resmini gösterip ‘yerden, topraktan, kerpiçten yapılan taştan evler ortadan kalkınca bu fareler de ortadan kalkacak!’ dedi. Sacit bir an boş bulunup az kalsın itiraz edecekti şapkasını hiçbir zaman hiçbir yerde çıkarmayan büyük enişteye. Şapkasını başından eksik etmeyen büyük enişteyle tartışmaya kalkışmak! Her şeyden önce tartışmaya kalkıştığı kendisinden büyük biriydi ve tartışmak, itiraz etmek ayıptı ve ister istemez onaylamak zorundaydı, hadi büyüklüğünü bir kenara koyalım, şapkasını başından eksik etmeyen büyük halanın kocası büyük enişteyle tartışmak apaçık bir ahmaklık, apaçık bir delilik, apaçık bir kendini bilmezlik demekti ki bunu bütün aile bilir büyük enişte ne derse hemen herkes asla ama asla itiraz etmez, suskunluğu seçer ve hafif bir mırıltıyla onaylıyorlar mı itiraz mı ediyorlar anlaşılmaz bir biçimde karşılık verirlerdi ‘açtırma kutuyu söyletme kötüyü’ darb-ı meseli şapkasını başından eksik etmeyen büyük enişte için söylenmiş olmalıydı ve bu yüzden de içinde beliren itiraz hevesini bastırmış, dudaklarını büzmüş, avurtlarını şişirmiş, kaşlarını çatmış, yüzünü asmış ve sadece ‘ya’ demişti Sacit, sahte bir sevinç göstermeyi ihmal etmişti ve fakat bu kadar kusur kadı kızında da olurdu elbet, o yüzden şapkasını başından eksik etmeyen büyük eniştesi de hoş görmüştü biraz asabi gibi olan tavrı) - işaret ettiğini, işaret edilen şeylerin özelliklerini anlatmamız salt bir gerekirlik değil adeta zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Belki denecektir ki “kuzgun ve karga her ikisi de kargagillerden olduğu halde ne diye ayrı şeylermiş gibi sözü edilir?” bu ne sakat bir karşı çıkıştır, bu ne nakıs bir karşı duruştur, bu ne patavatsızlıktır, bu ne büyük bir cehalettir, bu ne büyük bir ahmaklıktır. Bu karşı çıkışı yapan kedigiller familyasından olan aslan ile kaplanın, çitanın ve dahi soba başında sıcaktan bayılıp kendinden geçmiş evin diğer kişileri gibi bir adı olan kedinin, yani Sarman’ın aralarında bir fark olmadığına inanıyorsa söylenecek bir şey yoktur. Oysa bir sınıflandırmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanan bir durumdur kedigiller, kuşgiller, sürüngenler vb. ifadeler. Bütün bu saydıklarımızın aralarında ne bariz farklılıklar vardır ki azıcık bir gözlemle ‘niye ayrım yapılıyor?’ diyenin dahi kendisine görünecektir. 

İmdi Kuzgun ile Karga’nın arasındaki ayrımın kendiliğinden ayrımsanabilmesi için hemen diyelim ki Kuzgun sadece siyah olurken karga –büyüklük başta gelir gibi görünse de besili bir karga herhangi bir kuzgundan daha iri olabilir- alacalı beyaza yakın olabilmektedir. Bir de Kuzgunun boğazında dik tüyler vardır. 

Ve tabi istikbaldeki müstakbel dinleyicilerimiz şunu bilmelidir ki Karga ve Kuzgun evvela varlığın içinde hayvan familyasına girer. Hayvan familyasından kanatlılar familyasına girer. Kanatlılar familyasında da kargagiller familyasını oluşturur. Kuzgunlar leş ile beslenirken kargalar her şey ile beslenir. Yiyecek ayrımı yapmaz. Kargaların aile bağları güçlü iken –ki kargaların akraba ziyaretinde bulundukları savı vardır- kuzgunlar da böyle bir durumun olup-olmadığı henüz tespit edilmemiştir.




<<Önceki                                     Sonraki>>

Cemal Çalık, 10.02.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı