2 Ağustos 2019 Cuma

SA7874/KY73-PH17: Esnafın Ahlâkı Bozulursa Toplumun da Ahlâkı Bozulur…

"Bugün, yalan söylemekte beis görmeyen, eksik tartan, bozuk-eski malı satmaya çalışan, işinde iyi olmadığı halde; mesela iki gün harç taşımakla usta, iki gün makas tutmakla terzi olduğunu ilan eden, özetle kötü ahlâklı, açgözlü esnafla karşı karşıyayız."



“Kerim Çelebi cönkü kuşağına sokunca, toplantıyı yönetecek nakip kalktı, arkasını Ahi Baba'ya dönmeden avlu kapısına kadar geriledi. Sağ çavuş su doldurduğu bakır tası, sol çavuş tuz kutusunu koşturdu. Nakip suya biraz tuz atıp tası iki eliyle başı hizasında tutarak bağırdı:

- Selâm olsun sizlere, ey doğru yolumuza girmişler! Selâm olsun ey ahilik kuşağı kuşanmışlar! 

Ahi Baba, erkân adına, karşıladı: 

- Selâm olsun!
- Gelmekliğimiz yol için... Durmaklığımız yol için... Söylemekliğimiz yol için... Gelmiş geçmiş, gelip gelecek pirler, erenler, derviş savaşçılar, Rum Gazileri, Rum Abdalları, Rum Alpleri, Rum Bacıları ruhuna huuuu!

Erkân bir ağızdan gürledi:

- Huuuuuu!
- Dargınlarımız barıştı mı?
- Barıştı.
- Helallik alınıp verildi mi?
- Verildi.

Naki, Ahi Baba'dan başlayarak tası dolaştırdı. Herkes iki eliyle tutarak dudaklarını ıslattı. Nakip de öyle yapıp geriledi, tası sağ çavuşa verdikten sonra ortaya geldi:

- Bir ahbabımız yola girmek ister.
- Kimdir?
- Kara Osman Bey oğlu Melik Bey'dir.
- Uygun! Kimdir yol atası?
- Bacıbey oğlu Kerim Çelebi'dir.
- Uygun! Ya kimdir yol kardeşleri?
- Savcı Bey oğlu Ahi Bayhoca, Aykut Alp oğlu Kara Ali'dir.
- Uygun! Alsınlar gelsinler!

Yol atası Kerim Çelebi önde, iki yol kardeşi arkada, avlu kapısından çıktılar. Çavuşlar, Ahi Baba'nın önüne iki seccade serdi. Nakip, bunlardan birine, Melik Bey'in kuşanacağı ahi kuşağını, beline sokulacak ahi palasını, saygıyla koyup oturdu. Çavuşlar kapının yanındaki yerlerine geçmişlerdi.

Kapı, üç kez vuruldu. Ahi Baba duymazdan geldi. Üç kez daha vurulunca seslendi:

- Destuuuur!

Kapıyı çavuşlar yavaş yavaş açtılar. Önde yol atası Kerim Çelebi, arkada Melik Bey içeri girdi. Yol kardeşleri, iki yandan saltasının eteklerini tutmuşlardı.

Yol atası Kerim Çelebi, Melik Bey'i seccadelerin önüne getirdi, sağ elini sol omzuna, sol elini sağ omzuna koydu, eğildi, sağ ayağının başparmağını, sol ayağının başparmağına bastırdı. Erkânı selamladı:

- İşbu kardaşımız Melik Bey, siz yol erlerinin ayağına girip bu insaf eşiğinde durmaktan muradı, aramıza girip kervanımıza katılıp, erkân görüp yol tutup Ahi Babamıza boynu bağlı kul olmaktır ve de uğraş erleri bölüğünde beli kılıçlı yoldaşlığa koşulmaktır. Bu âşık için nedir buyurduğunuz?
- Sınava çekilsin yol töresince...
- Hay hay...

Kerim Çelebi boş seccadeye diz çöktü. Yol kardeşleri Melik Bey'i getirip karşısına oturttular, kendileri de tuttukları eteği bırakmadan iki yanına çöktüler. Kerim Çelebi, okurken kullandığı kalın sesle, büyük soruyu
sordu:

- Ey can, kulağını aç! Yola girmek dileğindensin. Şöyle bil ki, ahilik ince yoldur ve de çetin yoldur ve de gayet sarp yoldur. Yüreğine, bileğine güvenmeyen girmemek gerekir. Çünkü yüceleyim derken batağa batmak vardır. Yolumuz anlamaklık yoludur ve de inanmaklık yoludur ve de tutmaklık yoludur. Töreleri tutmağa gücün yeter mi? Yüreğin ne demekte?
- Beliii...
- Sınavlanmağa da beli mi?
- Beliii...
- Beli dedin, günah gitti bizden... Yallah bismillah! De bakalım, ahiliğin açığı kaçtır?
- Dörttür.
- Say gelsin!
- Eli, yüzü, gönlü, sofrası...
- Kapalısı kaçtır?
- Üçtür.
- Say gelsin!
- Gözü, beli, dili...
- Gözü kapalılıktan murat nedir?
- Kimsenin suçunu, ayıbını görmemektir.
- Ekmek yemekte kaç edep vardır?
- On iki...
- Say gelsin!

- Oturdukta sağ dizi dikip sol dizi altına ala... Lokmayı önce sağ
avurduyla çiğneye... Küçük lokma ağızlaya... İki elini yağlatmaya. Ağzından
akıtmaya...

Ahi adayı biraz duraklayınca Kerim Çelebi fısıldadı:

«Yere dökmeye...» 

Bunu herkes gibi Ahi Baba da işitmişti. Ayıplayarak tersledi:

- Kerim Çelebiiii... Çelebi'lik böyle değil!

Melik Bey atıldı:

- Yere dökmeye, ağzı dolu iken konuşmaya... 

Kerim Çelebi parmaklarıyla gizlice saymayı bıraktı:

- Yedi...
- Kimsenin lokmasına bakmaya...
- Sekiz...
- Başını kaşımaya...
- Dokuz...
- Sözü kısa söyleye ve de hiç gülmeye...
- On...
- Yemeğin iyisini konuğa bıraka...
- On bir...
- Yemekten sonra elini yıkaya...
- Tamam! Ya söz söylemekte kaç edep vardır?
- Dört edep vardır.
- Say gelsin!
- Sert söylemeye ki ağzından tükürük saçmaya... Bir kişiyle söyleşirken başka yere bakmaya... «Sen-Ben» demeye, «Siz-Biz» diye... Elini, kolunu sallamaya...
- Peki, yol gitmekte kaç edep var?
- Sekiz.
- Say gelsin!
- Katı katı kasılarak yürümeye... Canavarcıkları ezmeye... Dört yanına bakmaya... Taştan taşa hoplamaya... Yoldan ayrılmaya... Kimsenin ardından gözlemeye... Büyüğün önüne geçmeye... Biriyle giderken bekletecek iş tutmaya...
- Ya nesne satın almakta kaç edep vardır?
- Üç... Yumuşak söyleye... Tadına azla baka... Aldığını geri vermeye...

Kerim Çelebi, Ahi Baba'ya döndü:

- Ne dersiniz? Daha sınayalım mı biraz?

Ahi Baba yargıyı erkâna bıraktı.

- Uygun...

- Elverir...
- Yontulmuş yeterince...
- Ak etti yol atasının yüzünü, aferiiiin!

Kerim Çelebi, Melik Bey'in eline bir yağlık örttü. Yol kardeşleri, ellerini bunun üstüne koydular.

Kerim Çelebi son öğütleri verdi:

- Ey oğul! Saygılı ol ki saygı göresin! Sözün dolusunu söyle ki dinletebilesin! Bundan böyle sana şarap içmek, kumar oynamak yoktur. Gammazlık, kasıntı, karalamak yoktur. Kıskanmayacaksın, kin tutmayacaksın, zulmetmeyeceksin! Yalan söylemek, sözden dönmek, namusa kötü bakmak gayet ayıptır ve de yoktur. Ellerin günahını görmezden geleceksin! Pintilik yoktur, hele hırsızlığı akla getirmek bile yoktur. Kuşanacağın kuşağın onurunu bil! Kılıç erliğine soyunmaktasın. «Ali'den üstün yiğit ve de Zülfikâr'dan üstün kılıç olmaz» denilmiştir. Çabala ki, bu basamaklara yanaşabilesin! Kalk bakalım!

Öğütleri başı önünde dinleyen Melik Bey kalktı. Kerim Çelebi ortaya sordu:

- Kuşaklayalım mı ihvanlar? Ehli midir?

- Ehlidir.
- Yaraşıktır.
- Kuşaklansın!

Kerim Çelebi ahilik kuşağını aldı, dudaklarını kıpırdatarak okuyup üfleyip Melik Bey'in beline doladı, üç düğüm vurdu, ahilik palasını üç kez öpüp kuşağa soktu:

- Ey yoldaşlar! Gülbank çekelim, üçler, yediler, kırklar aşkına! 

-Bir ağızdan başladılar-: 

-Allah Allah illâllah... Baş açık, göğüs kalkan! Uğraşta kılıç alkan, eyvallah! Bu meydan er meydanı, düşenleri sormak olmaz. Yolumuz hak yoludur, geri durmak olmaz, eyvallah! Düşman karakarga, ahi yiğitleri şahan! Can baş Ahi Baba'mıza kurban, eyvallah! Tanrı birliğiyçün, yol dirliğiyçün, meydan erliğiyçün ölenimiz şehittir, cennetlik; kalanımız gazidir muhabbetlik, eyvallah! Yolumuza girdi Ahi Melik Bey, çabalaması yerini bula!
- Amiiiin!
- Muradı amacına vara!
- Amiiiin! 

Diye devam ediyor…

Yukarıdaki alıntı, Oğuz Türklerinin (Söğüt -Kayı Obası) çocuklarının, Ahilerin şed kuşanma törenlerine öykünmesi ve bunu oyun haline getirmelerini anlatıyor. Bahsedilen çocuklar 8-15 yaş arasındalar. İçlerinde obanın beyinin ve mühim simalarının çocukları var. Osman Gazi’nin oğulları da bunlardan. 

Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’ romanında geçen bu bölüm; -okuyanlar hatırlayacaklardır- romanın içindeki en güzel ve anlamlı kısımlarından biridir. Benim için de hoş bir girizgâh oldu. 

Kuşkusuz, Kemal Tahir, Ahilik teşkilatına giriş törenini gerçekte teşkilat mensubu olan esnafa rol vererek de nakledebilirdi. Fakat onun yerine, böylesi ağır söylev ve usulleri ‘güya’ ezberden küçük çocuklara yaptırmayı tercih etmesinin elbette derin ve mühim sebepleri vardı. Aslında Tahir’in, Ahilik müessesi (Fütüvvet) tahayyülünü kendine has üslubunu kullanarak, romanında okuyucuyla paylaşması başlı başına bir mesajdır. Ben de o mesajı alanlardanım… Uzun zamandır bu konuda yazmayı düşünüyordum, vakti şimdi geldi. 

(Bilenlerin malumu benim Kemal Tahir ve Devlet Ana romanına özel bir ilgim vardır. Geçmişte liderlik-devlet yönetimi konusunda yazdığım bir yazıda, eserden yine mühim alıntılar yapmıştım.) 

Üniversiteyi bitirdikten yıllar sonra ikinci bir okula başlamaya karar verdiğimde bu kadar önemseyeceğimi düşünmemiştim. Vizeler, finaller derken ciddiyetle ders çalışır buldum kendimi ve yazılarıma da ara vermiş oldum bu sebepten. Neyse, aklımda olan, ders çalışırken karşıma çıktı. İş ve çalışma etiği dersinde “Ahilik” işlenmişti; okudukça hatırladım, hatırladıkça üzüldüm. Bizim nesil (lisede) tarih derslerinde görmüştü, şimdi gençlere öğretiyorlar mı, bilmiyorum.

Medeni(!) dünyanın çalışma -iş etiğini bir sisteme oturtması ancak 21. yüzyılda, o da yarım yamalak gerçekleşirken, Selçuklu Türkleri daha 11-12.yüzyılda (1250’ler) Ahilik teşkilatını kurmuş ve teşkilat eliyle çarşı pazara ve dolayısıyla âleme nizam verme yolunda epey mesafe kat etmişlerdi.  

Üzüldüğüm husus, Osmanlı’nın; kuruluşuna temel olan ve sadece İslam dünyası için değil bütün dünyada uygulanabilecek iktisadi bir sistem kurabilen bu münbit oluşumdan 18 yüzyıldan sonra yüz çevirmesi, Cumhuriyet neslinin ise hepten bigâne kalmasıydı. 

İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras Bölümünün Ahilik teşkilatını işlediği akademik çalışmadan (Doç. Dr. Orhan Akova) alıntılayarak konuyu biraz daha ayrıntılı anlatmaya çalışacağım. 

Haddizatında bu mevzuya, günümüzün esnafı ile ilgili hem kendi gözlemlerimden hem de çevremden işittiğim şikâyetlerin artması sebebiyle de değinmek istedim. Bugün, yalan söylemekte beis görmeyen, eksik tartan, bozuk-eski malı satmaya çalışan, işinde iyi olmadığı halde; mesela iki gün harç taşımakla usta, iki gün makas tutmakla terzi olduğunu ilan eden, özetle kötü ahlâklı, açgözlü esnafla karşı karşıyayız. 

Hep söylenen bir darbımesel vardır, ‘esnafın ahlâkı bozulursa toplumun da ahlâkı bozulur’ derler. Bir başkası da tam tersini söyleyebilir. Doğrusu bu toplumsal bir döngüdür. Aynen siyasetçi, halk ilişkisi gibi.  Ancak Osmanlı bunun birincisini şiar edinmiş olacak (Semiha Ayverdi’den nakille); esnaftan bir kişi suç işlerse, onu kesinlikle adi suçluların koğuşuna koymaz, kendi gibi başka esnaflarla bir arada tutarlarmış ki, ahlâkı daha çok bozulmasın, kötü huylar edinmesin.  

Özetle çarşı pazar karışmışsa toplumun töresi şaşmıştır, diyebiliriz.

Elbette bahsedilen tarihte Anadolu’daki gayrimüslimlerin de gelişmiş bir zanaat ve ticaret hayatı vardı. Ahiler bu dünyayı yeniden keşfetmiş değillerdi, ancak, “11. asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu'ya girmeye başlayan Müslüman Türkler (Selçuklular), Türkistan'da ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygın fütüvvet ilkelerini de beraberlerinde getirdiler. Bu ilkeler arasında bilhassa; Müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hata ve kusurlarını affedip, husumet ve düşmanlık beslememek, kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek, başta gelmekteydi.”  

Zaten –kesin olmamakla birlikte-, Ahilik’in kavramının da Arapça "kardeşim" manasına gelen ‘ahî’ ile Türkçe "cömert, eli açık" manasında olan ‘akı’ kelimelerinden türediği düşünülüyor. Burada yine, Türk dili ve medeniyetinin; işini gören, dilinin döndüğü kavramı lügatine kolayca uygulayabilme kestirmeciliğine atıfta bulunabiliriz. Kısaca her iki kelimeden de faydalanılmıştır deyip geçelim.

Dolayısıyla Ahilik teşkilatı sayesinde, Anadolu'da Rumlar ile Ermenilerin elinde olan sanat ve ticaret hayatına, zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Sistemin, bu çağın bile ilerisinde görülmesinin sebeplerinden bazıları; vicdanlı ve sorumluluk sahibi, rant arayıcılığından uzak bir ticaret hayatı kurmayı başarmasıydı. 

Ahiler, her daim ve öncelikle kendilerini müreffeh bir toplum oluşturmak için çalışmakla yükümlü hissediyorlardı.

Mesela; “Tüketicinin temel ihtiyaçları olan birçok ürün, aracı kullanılmadan, doğrudan doğruya üretim yapan iş yerinde pazarlanmakta ve ürünün fiyatı, o üründe kullanılan işçilik ve hammaddenin değerinin toplamından oluşmaktaydı. Ürünün kalitesi konusundaki titizlik ve standart üretim elde etmek için geliştirilen yöntem ve kurallar, bugünkü “Toplam Kalite Yönetiminin” ilk hayata geçirilişi olarak da değerlendirilmektedir.” 

Ahi zaviyeleri, zamanla memleketin her tarafına yayıldı. “Selçuklu Türklerinde, dinî ve millî birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler gördü.” 

Ta ki, Tanzimat Fermanı’na kadar…  

Osmanlı’da da sanat ve ticaret hayatını aynı ilkeler ve düzen çerçevesinde gerçekleştiren ahilik teşkilatı, diğer kıymetli müesseseler gibi, İngilizlerin desteklediği Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı Tanzimat Fermanı’ndan sonra, hızla çöküşe geçmiştir.

Semiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı romanında ‘Lale Devrinde’ Kâğıthane’deki Sadabâd eğlencelerinde Ahilerin de Şed kuşanma töreni yaptıklarını güzel bir dille anlatır.

Öte yandan bildiğimiz gibi, Ahiler, içtimaî hayattaki hizmetleri yanında ihtiyaç halinde gazalara ve memleket savunmasına da katılıyorlardı. “Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri'yi muhasara edip, şehri ele geçirince, binlerce ahiyi ve Ahi Evran’ı da (Ahiliğin Anadolu’daki kurucusu) Kırşehir'de şehit ettiler. Kısaca ‘sulhta muallim, muharebede asker’ olan ve Anadolu'nun her tarafına yayılmış bulunan ahiler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla bunalan insanlara, maddî - manevî güç ve moral de vermişlerdi" 

Aynı zamanda Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliği’nin emrine koşan da ahilerdi. Gerek Moğol zulmünden kaçan gerekse doğal olarak göç ederek bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini, ahi erkekleri, kadınlarını da (Ahi Evran’ın hanımı) Fatıma Bacının yetiştirdiği Bacıyan grubu terbiye etti. (Ki Anadolu’da kadınlar arasında ilk Türk kadın teşkilatı olan “Bacıyan-ı Rum” adlı Esnaf Teşkilatını kurması açısından oldukça mühim bir şahsiyettir. )

“Bu esnada (itibarlı bir ahi olduğu söylenen) Şeyh Edebali, Osman Gazi ile yakın münasebetler kurup, kızını ona verdi. Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigâr, ahilerden olup, vezirleri Alâeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahi idiler”

Ahilik müessesini dağıtan, bize bu ahlâkı ve sistemi unutturanları Allah bildiği gibi yapsın. 

Ahilikte iş ahlâkını meydana getiren kurallardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz. 

• Ahiler, birkaç iş veya sanatla değil, yeteneklerine en uygun olan sadece bir iş veya sanatla uğraşmalıdır. 
• Ahinin, emeğini değerlendirecek ve onurunu koruyacak bir işi, özellikle bir sanatı olmalıdır.
• Ahi doğru olmalı, emeğiyle hak ettiğinden fazlasını kazanma yoluna sapmamalıdır.

Bunlar aslında bugünün iş dünyasında uygulanması beklenen ve yerleştirilmeye çalışılan etik değerlerin temelleridir. Kişilerin kendi mesleklerine ve toplumun söz konusu mesleğin üyelerine saygı ve güvenini sağlamak amacıyla, mesela; doğru çalışmayan, hile yapan esnafın cezalandırılması ve böyle esnaftan alışveriş yapılmaması için halka duyuru yapılması gibi uygulamalar da Ahilik Kurumu içerisinde yer almıştır.

Ahilik Kurumu’nun yine çağını aşan bir başka özelliği de tüketiciyi koruyan yaklaşımı ve uygulamalarıdır. 

Sonuç olarak gelmek istediğim nokta; ‘ne güzel insanlarımız, ne müthiş kurumlarımız varmış diye ahlanıp vahlanmak’ değil. Buraya kadar, tarihte gayet titizlikle çalışan müesseseler ihdas ettiğimizi hatırlatmakla beraber, aynı azim, duygu ve kültürü devam ettirmekteki gönülsüzlüğümüze, toplumsal istikrarsızlığımıza değinmek istedim. 

Yazıya başlamadan önce, internette şöyle hızlı bir tarama yaptığımda gördüm ki; mevzubahis müessese konusunda, merkezi yönetimin yetkililerinden, yerel yönetimlere, akademisyenlerden STK ve esnaf kuruluşlarına kadar herkes, Ahiliği anlatma ve göklere çıkarma yarışındalar. Yani bilmiyoruz, farkında değiliz diyemeyiz. Bilakis çok farkındayız ve haberimiz var. O halde üretim ve ticari hayatımızda neden bu ilkeleri hayata geçirmek yerine Batı’nın sistemine muhtacız? 

“Ahi Birliklerinin uyguladıkları eğitim sisteminde; insan bir bütün olarak ele alınmış, ona yalnız mesleki eğitim değil, sosyal, kültürel ve ahlâki bilgiler de verilmiş, iş başında yapılan eğitimin iş dışında yapılan eğitimle bütünleşmesine çalışılmış, eğitimin belli bir dönem için değil, ömür boyu süren bir faaliyet olması öngörülmüş ve bu faaliyetin en küçük yerleşim birimlerine kadar ulaştırılması sağlanmıştı.” 

Bu yüzden 900 yıl belki daha önce kurulduğu halde, bugünümüze de ayak uydurabilecek durumdaydı. Anadolu’ya gelen Müslüman-Türkler sadece basit alış-veriş kurallar sistemi geliştirmemiş, aynı zamanda içtimai ve iktisadi bir felsefe oluşturmuşlardı. Şimdi haklı olarak, neden bu medeniyeti çağımıza ve gelişen teknolojiye göre düzenleyerek ticari ve içtimai dünyamıza adapte edemiyoruz diye sorguluyoruz. Haddi zatında bunun cevabı basit; Kapitalist sistem kendisine böyle zorlu bir rakip istemiyor! Onlar istemez de, biz neden istemiyoruz? (Ahilik müessesini dağıtılmasına vesile olan, bize bu ahlâkı ve sistemi unutturanları Allah bildiği gibi yapsın!)

Zamanımızda bir esnaf müşterisine; ‘ben siftah yaptım, yandaki komşum henüz yapamadı, ondan alınız’ dese gözlerimiz dolu dolu oluyor. Hâlbuki bu ticarette zaten olması gereken nezaketin, görgünün veya batı lisanıyla centilmenliğin bir gereği değil mi? 

Veya başka bir zanaatkâr, ‘ben şu konuda iyiyim, ama sizin istediğiniz işi karşı komşum daha iyi yapar’ (hala yapanlar var elbette) dese duygulanıyoruz. Bizim esnaf bildiğine de, beceremediği işe de atlıyor. Ya alelade yapıyor, ya yarım bırakıyor. Sonra arkasını dönüp bakmadan kaçıyor. 

Bugün, evinde tadilat yaptırıp saçını başını yolmayan kaç kişi buluruz acaba?

Yukarıda bahsettiğim araştırmada iki hâkim fikir gördüm, bunlardan birisi; Ahilik ve fütüvvet yapıları içindeki önemli değerler ve kurallar, bugün ve yarın da, hem teorik, hem de pratik olarak kullanılabilir. Yani;  “Ahilik donmuş bir yapı değildir; günümüze de uyarlanabilir”  (Erhan Eken)

Diğeri ise; “Kurumlar doğar, gelişir ve ölürler. Ömürlerini, temsil ettikleri cemiyetin yapısındaki değişim çizgisi tayin eder. Bugünün şartlarında onları tekrar yaşatmak, geçmişte icra ettikleri fonksiyonlara benzer bir misyon yüklemek mümkün değildir.” (Arş. Gör. Ayşe Ulusoy)

İkinci fikre katılmıyorum, birinci görüşle aynı fikirdeyim. Elbette kurumların da bir sonu olabilir, ancak işlevsel ve toplumu düzenleyici bir kuruma son vermek makul değil, hatta neden uygulanamayacağı, mesela neresinin sorunlu olduğunu izah etsinler de öğrenelim. Mutlaka eksiklileri ve aksaklıkları vardır, tabi olarak toplum yapısındaki değişime göre kurumlar, adetler ve kültürler değişir ama içimizden çıkan bu yapıyı, zamana ve zemine göre, özünü bozmadan revize edebilirdik. 
İnsan emeğini sömüren, ideal insan yaşamını ve huzurunu hedeflemeyen kapitalist sisteme ram olmaya hiç gerek yoktu. Hele rahatlıkla kullanacağımız, toplumun ruhuna uygun bir modelimiz varken akıl kârı değil. 

Ahilik kurumunun tek başına yaptığını bugün 5-6 kurum bir araya gelse ancak yapabilir, belki de yapamaz, bu da doğru ama yine/ yeniden belirteyim ki, mühim olan özünü- mantığını kavramak ve günümüze uyarlayabilmektir. 

Peki, bunu kim yapacak, nasıl olacak? Devletin üst katmanından aşağıya doğru öncelikle bunu isteyeceğiz, inanacağız ve planlayacağız. Bugün çağdaş ‘ağalıklar’ gibi örgütlenen esnaf ve ticaret odaları tarihten feyz alarak Ahi loncası düzenine geçecekler. Sonrası kolaylıkla olacak

Anadolu coğrafyası asırlardır üstlendiği rolü yine devam ettirir; birleştirir, geliştirir, vicdanlıdır…



Peri Han, 02.08.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  

Seçkin Deniz Twitter Akışı