25 Haziran 2016 Cumartesi

SA3088/KY26-CA61: Gönüllü Şehir

"Oturmuş doku konusunda sorumluluk almadığımız sürece şehrin hırpalanmasına dönük sorgulamalarımızın kıymeti harbiyesi yok şehir mahrumlarının nezdinde. Gönüllü şehir, hatır saymakla yapılanıyor. Betondan sınırları aşındıran da ucu açık sofraların bereketi."


Şehrin hal ve gidişatına dönük bir rahatsızlık yeni çözümlerin arayışına sevk ediyor şehir eleştirmenlerini son zamanlarda. Nasıl stresten arınmış bir hayat sunabilir megapol, bunun imkânı var mı? 

Medyada sıklıkla “akıllı” şehir üzerine haberler yayımlanıyor. Şehri her türlü kirlilikten arındırmaya dönük “çevre dostu” projelerle tarif ediliyor akıllı şehir. Teknolojiyi akıllıca kullanarak vatandaşın hayat kalitesini yükseltmek bu projeleri yönlendiren amaç. Beri taraftan daha fazla düğme ve otomasyonun şehri nasıl etkileyeceği üzerine yorumların eksikliği hissediliyor. 

Akıllı şehir gökyüzünün giderek görünmez olduğu bir çelik kafesler ağına mı dönüşecek sonunda… Haddinden fazla düğmeye bağımlı bir hayat akla Chaplin’in Modern Zamanlar’ını getiriyor.

Bir şehir hangi noktaya kadar benzeri denemelerin yüklenmesine tahammül edebilir? Şehircilikle ilgili yeni hedeflerin İstanbul üzerine yoğunlaştırılması, tembel işi bir alışkanlık. Her türlü yeni tasarımın atölyesi olarak görülmesi, nüfusu zaten çok yüksek olan bu şehre göçü cazip kılan bir etki uyandırıyor. 

Diğer şehirler –gençlere yerlerinde kalmaları için teşvik ödenekleri sağlansa bile- İstanbul’un yanında bütün olarak taşraya dönüşüyor. İstanbul’a dönük tantanalı bir inşaat hamlesi, yepyeni teknolojilerle ilgili bir ilave, yeni bir göç dalgası anlamına geliyor. Bu nüfus artışı karşısında bir şehri nereye kadar genişletebilirsiniz? 

İstanbul sürekli taşma eğiliminde, Kuzey ormanlarına, Aydos ormanlarına taşıyor; D-100 Karayolu’nun etrafında gökdelenlerle bir koridor oluşturuyor. Buna kim, ne zaman karar veriyor, emin olamıyoruz. Yeni bir köprü, yeni bir havaalanı istiyor şehir ve ardından yeni göçmenler geliyor. Kendi tarihi bünyesini yok edecek yenilemelerle sürdürüyor taşkınlığını. Çünkü çağırdığı nüfusu barındırması, onlara iş ve teneffüs alanları sunması gerek.

Şehir sürekli göç alacak şekilde kalkındırılıyor. Buna karşılık dün olduğu gibi bugün de yeni gelenlere dönük bir hoş karşılamadan söz edilemez. Eskiden gecekondu mahallelerinin yaydığı tekinsizlik özellikle şehrin kıdemli sakinleri tarafından eleştiri konusu olurdu. 

Şimdilerde mütedeyyin insanlar da göçmenler ve taşralılarla karışmamak için çareler arıyor, Başakşehir gibi korunaklı sitelere taşınıyorlar. Şehir bir taraftan huzur arayışı adına daha “akıllı”, daha karmaşık bir yapı ediniyor. Buna karşılık içtenlik, ilgi, merhamet, şefkat, kardeşlik, yardımlaşma gibi sıfatlar ancak Ramazan ayında bütün şehri kuşatacak bir dolaşım imkânı kazanıyor.

Şehirli olarak sorumluluklardan kaçındığımız için çevremiz ve oturduğumuz evler de merkezi siyaset dinamiklerinin çatışmaları tarafından biçimlendirilmeye açık oluyor. Taşra şehirlerine ise hiç mantıklı olmayan seçimlerle yansıyor bu gidişat. İhtiyaç duyulmayan kentsel dönüşümler, hiç anlamlı olmayan siteler, toplu konutlar, gökdelenler… Nüfusu taşıyamayan yollar, sıkışma ve daralma hissini artırıyor. Hızlanma ise yer yer tıkanmalara sebep oluyor. Raylı sisteme, metroya rağmen trafik rahatlamıyor, tersine, yapısal planda genişleme ve yükselmenin tırmanması yüzünden sürekli bir sıkıntı mevcut. 

Daralma hissi evsiz barksızlara dönük korku da eklendiğinde, kaçış isteğine yol açıyor. Kesimler türdeşiyle birlikte yüksek duvarların ardına çekiliyor. Akılcı yaklaşımlar, güvenlik gereğini öne çıkartmayı önemsiyor elbette. Bununla birlikte maddileşen çevreye rağmen maneviyatı temsil eden değerlere dönük vurgular da ağırlık kazanmaya başladı. İnşaat firmalarının reklamlarında yıllardır konfor, kalite, güven, yenilik, çağdaşlık ve çevre gibi orta sınıfa özgü sayılan kavramlar öne çıkarken, bunlara gelenek, komşuluk, huzur, sükûnet, mahremiyet gibi vaatler de ekleniyor artık.

Birçok ülkede benzeri gelişmelerin yaşanması, Thatcher’cı “alternatifi yoktur” tesellisini getiriyor önümüze. Başka bir şansımız yok mu gerçekten? Yani fiziki çevremiz gibi manevi dünyamıza özgü değerlerin de büyük holdinglerin yağması tarafından istismar edildiği bir gidişata mecbur muyuz?

Esasında layıkıyla olamadığımız için payımıza düşüyor bu istismar tablolar karşısındaki acz hissi. Bir şehrin oturmuş dokusunda yapılacak değişikliklere kim, nasıl karar vermeli? Bu sorunun içimize yatan cevabı, “şehirlinin ta kendisi” olurdu. Fakat bizde şehirli sorumluluğunu oluşturan kadim yapılar ortadan kaybolurken mahalle ile birlikte, yeni yapılaşmaların içinden sorumluluk almaya açık bir bilinç güçlükle gelişiyor. Engel tanımamayı bir hak gibi benimseyen betonlaşma bazen gökyüzünü kapatıyor, bazen Atik Valide Külliye’si gibi 450 yıllık bir yapının uzamını. Öne çıkan duyarlıklar ve gönüllülük esasındaki katılımlar siyasal kutuplaşmaların hanesine kaydedilerek harcanıyor.

Silueti yarmak, delmek, lekelemek, manzaraları kapatmak holdingler için hiç sıkıntı teşkil etmiyor. Buna karşılık incelediğim kadarıyla okul binalarının çevre bağlantıları hiç iyi düşünülmüş olmuyor. Cadde kıyısı mıdır, fabrika mı var yanında, önemsenmeden bulunan arsaya konduruluyor okullar anlaşılan. Son birkaç yıldır edebiyat söyleşileri için sayısız okula gittim. Özellikle İmam-Hatip liselerinin binalarının bahçeleri, öğrenci sayısına oranla son derece yetersiz. Tabii aslında sadece bahçeler değil, binalar, derslikler de dar tutuluyor. Arsa sıkıntısından söz edilemeyeceği muhakkak. İstenildiğinde “Miami tarzı” siteler için olur olmaz yerlerde arsalar bulunabiliyor.

Bir de huzurevleri açısından bakmayı deneyelim: Gittiğim, gördüğüm birçok huzurevi yeşillikler arasında, bazılarının etrafı büyük yeşil bahçelerle çevrili. İdealtepe’de bulunan yolumun üstündeki bir parka yakın bir huzurevi biliyorum. Park orman misali yeşil, havası temiz ve deniz manzaralı. 

Yaşlıları hemen hiç görmüyorum orada. Kapalı bir kutu içinde yaşayıp gidiyor gibi görünüyorlar. Aile evinde barınamayan yaşlıların sadece kendi akranlarıyla yaşamaya mecbur edildiği bir sistem gerçekten problemli.

Büyük şehirde ihtiyarların yalnızlaşmasına izin vermeyen çözümler aramak için hiçbir zaman geç değil. Ve zaten buna mecburuz. Yaşlılara dönük faaliyetler konusunda ilk ve orta öğrenim çağındaki öğrenciler gönüllülük esasında seferber edilemez mi? 

Huzurevlerine gitsinler, cadde ve sokaklarda yaşlılarla ilgilenmenin alfabesini öğrensinler. Şehirlilik bilincinin gelişmesi için ilkokullara uygulamalı dersler konulması düşünülmeli kanımca. Kuşkusuz hedeflenmesi gereken sıkıcı derslerden geçmeyi sağlayan ezberler değil, gönüllü katılımların alt yapısının hazırlanması. 

Sokakları çöplerden arındırmak herkesin sorumluluğu ve sokak hayvanlarının açlığını susuzluğunu dert edinebilmeli çocuklar. Yaz günlerinde sokaklar yer yer ikiye bölünmüş plastik su şişeleriyle kaplanıyor. Belediye sokak hayvanları için belirli yerlere mermer yalaklar yapamaz mı? Bu konuyu Twitter’da gündeme getirdiğimde, yalakların çok geçmeden çöp kutusuna dönüşeceğini öne sürenler oldu. Bu elbette olur. Ancak biz çocuklarımıza ve gençlerimize yalakları temiz tutma sorumluluğunu da verebilmeliyiz.

Tek tek kişilerin, ailelerin, mahalle halkının ve bütün olarak toplumun sergilediği çevre konusunda mesuliyet üstlenmekten uzak tutum, belediyelerin ve merkezi siyaset dinamiklerinin şehir üzerindeki inisiyatiflerinin güçlenmesi anlamına geliyor. Şehirli geri çekildikçe ortaya çıkan boşluğa imtiyazlı holdinglerin tasarımları kuruluyor. Bu görkemli tasarımlar ise şehri balta görmemiş beton bir cangıla dönüştürüyor.

İstanbul her zaman model taşraya, oysa küçük şehirler potansiyellerini değerlendirebilecekleri usullerle İstanbul’a ilham kaynağı olabilirler. Enes Battal Keskin, “Yavaş Şehir” kitabında “sakin şehir” olarak tanımlanan Seferihisar üzerinden tartışıyor bu konuyu. Terkip aslında “Fast Food”a karşı 1989’da İtalya’da başlatılan “Slow Food” (Yavaş Yemek) hareketinden kaynağını alıyor. Küreselleşmenin şehirlerin dokusunu, sükunetini ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasının önüne geçmek ve yine şehirlerdeki hayat tarzlarının standartlaşmasını engellemek için başlatılan bir hareket, Yavaş Yemek.

Metropolde, kanalları yavaşlamaya açık küçük bir şehirde olduğu gibi yaşayamazsınız, başka türlü sorumluluklarınız oluyor. Fakat yavaş şehre özgü kural ve usulleri taşıyarak yumuşatabilirsiniz görünür ve görünmez sınırları. Kadıköy civarındaki Hasanpaşa Camii aşevinde pişirilip de gece boyunca evsizlere dağıtılan çorba etrafında meydana gelen dayanışma, üzerinde durulması gereken bir örnek.

Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mahmut Karaman aracını bu amaçla aşhaneye çevirmiş. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” şeklindeki hadisten hareketle “Komşum aç yatmayacak” yazısının yazılı olduğu araç “sıcak çorba dağıtımı gerçekleştirilecek şekilde donatılmış. 

Çorba dağıtımının gönüllüleri ve güzergâhı var. Karaman, medyada yer alan şu ifadeleriyle “gönüllü şehir”i tanımlıyor: “İstanbul gibi büyük bir metropole yayılmış 10 bin kişiye merkezi bir organizasyon ile hitap edilemez. Sorun yerinde çözülmeli. Sorun siyasi veya bürokratik bir sorun değil, sorun toplumsal ve yerel. O zaman çözüm de sivil ve yerel olmalı"

Oturmuş doku konusunda sorumluluk almadığımız sürece şehrin hırpalanmasına dönük sorgulamalarımızın kıymeti harbiyesi yok şehir mahrumlarının nezdinde. Gönüllü şehir, hatır saymakla yapılanıyor. Betondan sınırları aşındıran da ucu açık sofraların bereketi.


Cihan Aktaş, 25.06.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 




Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

Seçkin Deniz Twitter Akışı